|
Laiklik ve Eğitim - III -Kategori: Laiklik ve Eğitim | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 23 Haziran 2016 09:38:54 Din temelli eğitime karşıysak bunun sakıncalarını, daha doğrusu sakatlıklarını bilmemiz, sıralamamız gerekir. 1.Körü körüne inanç. Bunun en öz örneği kelime-i şehadettir. Bilinmeyen, gözlemlenmeyen, kanıtlanmamış birşeye şahitlik, tanıklık etmek o insanda öyle bir kafa yapısını biçimlendirir ki, o insanı kandırmak, sömürmek, kullanmak isteyenlerın yalanlarına, temelsiz iddialarına inandırmak çok kolay olur.
Çünkü öne çıkan akılcı, rasyonel düşünce değil, inançtır. Kapitalist ülkelerde dinin hep öne çıkarılmasındaki asıl neden budur. Diktatörler, faşist rejimler her zaman dinlerle sıkı bir işbirliği içinde olmuşlardır. Bunun elbette Şeyh Bedreddin gibi, Güney Amerika’da emekçilerin yanında mücadeleye katılan Katolik papazlar gibi istisnaları vardır ama sömürü düzenleri, kitlelerin yalanlara inanması üzerine kurulduğu için dinle biçimlendirilmiş kafalar sömürü düzeni için çok elverişlidir. 2.Araştırma, bilim, teknolojik gelişme hep rasyonel düşünce gerektirir. Dinî inanç ise rasyonel düşüncenin bittiği yerde başlar. Bir araştırma, dünyada evrim gerçeğine inanmayanların en yoğun olduğu 2 ülkenin ABD ve Türkiye olduğunu göstermektedir. Burada karşımıza şu soru çıkıyor: beğensek te beğenmesek te ABD’nin bu denli gelişmiş olmasını bu bağlamda nasıl izah edebiliyoruz? Halkın büyük çoğunluğunun bağnaz Hıristiyan olduğu bir ülke, akıllı davranarak üniversitelerinde, araştırma kurumlarında dinsel inançların hâkim olmasına fırsat vermemiştir. Bugün ABD’de sürü sürü bağnaz Hıristiyanlar varsa da ABD’nin kuruluş felsefesi, Jefferson gibi aydınlar sayesinde seküler bir felsefedir, anayasası sekülerdir, bu bir, ikincisi de o bağnaz Hıristiyan çoğunluk Amerikan kapitalizminin yükselmesi için yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya özendirilmiş, örneğin “hamburger menejeri”, “çips şefi” “tavuk kesme müdürü” gibi ünvanlarla pohpohlanarak başka şeylere kafa yormalarına fırsat tanınmamıştır. O bağnaz çoğunluk halâ ABD’nin dünyanın en iyi ülkesi olduğuna, çıkarttığı savaşları dünyaya demokrasi ve özgürlük getirmek için yaptığına inanmış, inandırılmıştır. Yâni, işin temelinde yine rasyonel düşünceyi beyin dışı tutan ve emperyalizme hizmette kusur etmeyen inanç vardır. 3.Dil konusu da bu sistemde üzerine düşen görevi yerine getirir. Burada 2 sorun var. Birincisi, İslâmî eğitimin Arapça olmasından kaynaklanıyor. Konu iman, inanç ise zaten okuduğunu anlamaya gerek yoktur. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi nasıl yobazları rahatsız ediyorsa İncil’i İngilizceye çeviren William Tyndale’in de bu yüzden 42 yaşında idam edildiğini unutmayalım. Biz Tyndale’den 500 yıl sonra aynı noktadayız. Burada kendilerine hoca, şeyh, ya da “İslâm âlimi” adını verenlerin yorumları inancın temelini oluşturur. “İslâm âlimi” deyimi başlı başına gülünç bir kavramdır. “Bilim” yerine “ilim” diyerek, “bilim insanı” yerine “âlim” diyerek dine bilimsel bir çehre vermeye çalışmaktır. İmam Hatipli kızlarımıza haksızlık etmeyelim, bir de âlimeler var tabii. Hıristiyanların “Christian Science” dedikleri de aynı ölçüde gülünçtür elbette. Bilim ya da ilim inanca dayalı olamaz, dogmalara karşıdır. Nasıl İslâm âlimi olunur, ya da Hıristiyanlık ilmi diye bir garabet ortaya çıkar, bilmiyorum. Dil konusundaki ikinci sorun da şudur: Türkiye’de “türban özgürlüktür” ya da “şeriat özgürlüktür” diye pankart açan kadınlar ister istemez George Orwell’in ünlü 1984 romanında dilin kitleleri uyutmak ve kandırmak için nasıl kullanıldığını, nasıl çarpıtıldığını akla getiriyor. Romandan ünlü sözler “Savaş barıştır”, “özgürlük esarettir”, “cehalet kuvvettir”. Bugün de söylenen “laiklik dinsizliktir” sözü kafaları inançla yıkanmış beyinlerin kolaylıkla kabul ettiği bir slogandır. Ya da “Aleviler ana bacı tanımaz”, “herşey Yahudi oyunlarıdır”, “tüm dünya bize karşı”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Ermeni tohumu”, “en iyi Kürt ölü Kürttür”, “şehitler ölmez” gibi akıl dışı söylemler, eğitim sisteminde bunları irdeleme yeteneği verilmemiş kitlelerce benimsenmekte, papağan gibi tekrarlanmaktadır. Ve bu bir rastlantı değildir. Sömürü düzeninin sürdürülebilmesi, sömürenlerin iktidarlarını sürdürebilmeleri için kitlelerin kafalarına rasyonel düşünme yerine slogan yerleştirmek için uygulanan bilinçli bir stratejidir. 4.Seküler düşünceye karşı olan bir kişiden hoşgörü beklemek elbette abestir. Kendi inancının tek doğru inanç olduğuna inanmış bir kişinin başkalarını ötekileştirmesi, gâvur ya da kâfir sayması, onları “katli vacip” olarak görmekle kalmayıp, onları öldürürse şarap içip 72 huriyle seks âlemleri yapacağı bir cennete gideceğini düşünmesinden daha doğal ne olabilir? Daha önce İslâm’daki en büyük 7 günahtan söz etmiştim. Bunların birisi “İslâm uğruna yapılan savaştan kaçmak”tı. Hal böyle iken, IŞİD’i, Taliban’i, El Nusra’yı anlamakta niye zorlanıyoruz? Cihad yolunda ölünce bu dünyada yasaklanan herşeyden bol bol nemalanmak varken neden beline bombayı sarıp kendini ve “dar-ül harp”teki kâfirleri öldürmesin? 5.Kader, alınyazısı ve tevekkül elbette yalnızca İslâma özgü değil. Ezilen, sömürülen, horlanan insanın buna isyan etmemesi için kader ve alınyazısı inancından daha elverişli bir araç düşünebiliyor musunuz? Allah birine “yürü ya kulum” ya da “yürüt ya kulum” demişse ve bize nedense bunu dememişse Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, buna tevekkülle katlanmak gerekir. “Derdini veren Allah devasını da verir”…miş. Dert vermese olmaz mı ki? 6.Sorunun bir de tabii bireysel boyutu var. Çağının en az 100 yıl ilerisinde olan büyük şair ve düşünür Tevfik Fikret’in “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar” sözünü anımsatmak istiyorum. Türkçesi: “fikirlerin çarpışmasından hakikat güneşi doğar”. Bilgi böyle gelişir, bilim böyle gelişir, gerçekler böyle ortaya çıkar. Bırakın laikliği, sekülerliği, demokratik ülkelerde fikirler yasaklanmaz, fikir suçu diye bir şey ise düşünülemez bile. Totaliter yönetimlerde ise fikirler ortaya çıkamadığı gibi bunların tartışılması bile mümkün değildir. Bunun nedeni de tek doğrunun olduğu, o da yönetimi oluşturan kişi veya kurumların dikte ettikleri doğrular ve görüşler olmasıdır. Fikirler tartışılmalıdır, tartışılabilmelidir. Ama hakikat güneşini doğurabilecek bir tartışma ancak ortak bir dil, ortak bir payda varsa olur. Yoksa tartışma sağırlar diyaloğundan öteye geçemez, “ben diyorum bayram haftası, o diyor mangal tahtası” durumları ortaya çıkar. Tartışanlardan bir taraf akılcı ve rasyonel bir yaklaşımla bir mantık silsilesi içinde tartışmaya çalışırken öteki taraf salt inanca, imana dayalı görüşlerle ortaya çıkarsa olacak olan “müsademe-i efkar” değil, olsa olsa “müsademe” yani çarpışma olur. Ve bir yanda yaşama, özgürlüğe, sevgiye değer veren kişi, öte yanda karşısında ölünce göğüsleri yeni tomurcuklanmış huriler ve her türlü hizmetine amâde gılmanlarla âlem yapacağına inanmış ve bu nedenle ölümden korkmayan, aksine ölümü kutsayan birisi varsa bu müsademede kimin galip çıkacağı apaçık ortada değil midir? Bir zamanlar Taliban bunu çok güzel özetlemişti. Amerikalılara “siz bu savaşı kazanamazsınız, çünkü siz ölümden korkuyorsunuz, bizse ölümü seviyoruz” demişlerdi. Böylesi bir ölüm kültü karşısında ne yapılabilir? Ancak bunu ortaya çıkaran tohumları yok ederek, dine dayalı eğitime hayır diyerek bu yapılabilir. Totaliter rejimler bu nedenle kitleleri istedikleri gibi güdebilmek için fikirleri yasaklar, fikirlerin yerine inanç koyar ve eğitimi de inanca dayalı hale getirir. Bu Almanya’daki gibi “Deutschland über Alles” yani “Almanya herşeyden üstündür” gibi gerçek dışı inançlarla da olur, Vatikan’ın Mussolini’ye arka çıkmasıyla da olur, eğitim sistemi bizdeki gibi “dindar nesiller” yaratacak şekilde biçimlendirilerek te yapılabilir. Yâni kısacası amaç insanların düşünmesini engellemek bile değildir, düşünemeyecek beyinler yaratılmasıdır. Ve buna çok küçük yaşta başlanması gerektiğini de bunu hedefleyenler çok iyi bilmektedirler.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|