|
Laiklik ve Eğitim – II -Kategori: Laiklik ve Eğitim | 1 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 21 Haziran 2016 14:33:06 Tarihin başlangıcından günümüze ülkelerin hakimiyet yapıları, yönetimlerinin temelindeki iradenin kaynağına göre tanımlanmıştır. Ülke yönetimindeki iradenin kaynağını kişilerin sahip olduğu durumlarda ''monarşi" , kaynağın uhrevî, göklerden geldiğine inanılan kurallara dayalı olduğu durumlarda "teokrasi" , kaynağın bilim ve akla dayandığı durumlarda ise "laik devlet düzeni" ortaya konulmuştur.
Ecdadımız Osmanlı monarşi ile teokrasiyi birleştiren ender imparatorluklardan olmuştur. Oysa sekülarizmin tarihi çok daha eskilere gider. Sekülarizm tek tanrılı dinlerden çok önceleri ortaya çıkmış, kitlelerce benimsenmiş ve gündelik hayatı belirlemiş bir düşünce ve yaşam tarzıdır. Anlamı; yeryüzüne, içinde yaşanılan çağa ait olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan, ruhbanlara ait olmayan; toplumsal ahlâk standartlarının dine ve dinlere göre değil, güncel hayata göre düzenlenmesinden ve ayarlanmasından yana olan; ve güncel-dünyevi hayatı ilgilendiren her konuda ve/veya dinsel yapıları dışlamaktır. Sekülarizm, nedense ecdadımızdan saymadığımız Roma İmparatorluğu'nda yüzyıllarca egemen olmuş ve imparatorluğu bir arada tutan –şimdi moda olan deyimiyle- çimento olmuştur. O dönemlerde Paganizm (çok tanrıcılık). kesin buyurgan dinî sistemlerden ayrı olarak merkeziyetçi ve mutlakiyetçi değil ademi merkeziyetçi bir tapınma sistematiğiydi. Paganlar (şehirliler) seküler olmalıydı. Çünkü, birlikte huzur içinde yaşayabilmenin ön koşulu çok tanrılılığı kabul edebilmekten, başkalarının tanrılarına saygı göstermekten ve vicdan özgürlüğünden geçiyorclu. Büyük Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca Pagan sekülarizmine karşı imparatorluğa sahip çıkmak isteyen iki din cemaati Katolikler ve Yahudiler mücadele ettiler. Yahudilik ancak kendi soylarından gelen birinin Yahudi olabileceği inancı nedeniyle tutunamadı ve kitlelere yayılamadı. Oysa Tarsus’lu haham eskisi Saul, ya da Paul İsa’nın Museviliğini sulandırıp “sünnet olmasanız da olur, domuz da yiyebilirsiniz” diyerek herkesin Hıristiyan olabileceği fikrini yayınca, Katolikler güç kazandılar ve Roma’yı yüzyıllarca ayakta tutan Pagan sekülarizmini ortadan kaldırıp, “güç insanı bozar, mutlak güç insanı mutlaka bozar” sözünü kanıtlarcasına Avrupa’yı inim inim inletip karanlığa boğdular, daha da azarak Engizisyon Mahkemelerini kurdular, akıl almaz işkenceler yaptılar ve birazcık bağımsız davranan kızları, kadınları cadı diye cayır cayır yaktılar. Acımasız bir teokratik rejim kurdular. Bu tanımlara göre Osmanlıyı, en azından Sultan Selim’e gelene kadar bir ruhban sınıfın hakim olmadığı laik bir devlet kabul etsek te seküler bir devlet olmadığı ayan beyan ortadadır, çünkü devlet şeriat kurallarına göre yönetilir. Şeriat nedir? 7. Yüzyılda Arabistan’da yaşamış bir kişinin inananlarca vahiy olarak Allah’tan Cebrail yoluyla yolladığı mesajlardaki kurallar, inanmayanlarca da o zaman ve mekân içindeki topluma düzen getirmek için o kişinin buyurduklarıdır. İslâmı diğer Uhrevî dinlerden, bir parantez açalım: (uhrevî ne demektir? Göklerden gelen demektir-. Tanrının göklerde olduğu varsayıldığı için bunlara uhrevî denmiş). Neyse, İslâmı Musevilikten ve Hıristiyanlıktan ayıran iki önemli etken vardır. Ne Tevrat’ı ve Zebur’u içeren Eski Ahit, ne de İsa’nın 4 havarisinin yazdığı Yeni Ahit Allah’ın kelâmı olma iddiasında değildir. Oysa Müslümanlığın ilk şartı Kuran’ın Allah kelâmı olduğuna, tek virgülünün değiştirilemeyeceğine, her yerde ve her zaman geçerli olacağına ve bundan sonra ne başka bir peygamber, ne de başka bir kutsal kitap olmayacağına inanmaktır. Kelime-i Şehadet “eşhedü” diye başlar. Yani, şahitlik, tanıklık ederim ki der ve sonra Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed onun habercisidir diye biter. Tanıklık yapmak için gözünle görmek, kulağınla duymuş olmak gerekmez mi? Ama dinin temel taşı görmediğin, duymadığın birşeye tanıklık etmekse, bu ancak akılla değil, imanla olur. İman, rasyonel, yani akılcı düşüncenin bittiği yerde başlar. Bir zamanlar televizyonda X-Files diye bir dizi vardı ve uzaylıların dünyaya gelip türlü dolaplar çevirdiklerini anlatıyordu. Dizi kahramanlarının duvarında “Görmek için inanmak gerekir” yazıyordu. Elbette bir mümin, yani iman eden, yani inanan kişi görülmeyeni gördüğünü, duyulmayanı duyduğunu sanacaktır. Bu Allah ta olabilir, UFOlar, uzaylılar da olabilir, zombiler, goblinler de, melekler de, şeytan da, cinler, periler de… Ben ve sanırım tasyonel düşünme yetisini henüz yitirmemiş her kişi inanmak için görmek gerekir der. Eğitimde, yani yegidimde iki system arasındaki temel fark işte budur. Birinde “önce inanacaksın, sonra herşeyi o inanç çerçevesinde değerlendireceksin” kuralı varken, ötekinde “önce öğren, araştır, oku, gör ve duy, düşün, irdele, sorgula, ondan sonra inanacaksan inan” ilkesi geçerlidir. Kuran Allah’ın değişmez ve değiştirilemez kelâmı kabul edildiği için gözlemlenen, öğrenilen, okunan başka herşey Kuran’a uygun olup olmadığına göre değerlendirilir. Kısacası 21. Yüzyıl gerçekleri 7. Yüzyılda yazılmış bir kitaba uygunluğuna göre kabul edilir, ya da edilmez. Hıristiyanlık ta bu evrelerden geçmiştir. Giordano Bruno 1600 yılında dünyanın evrenin merkezinde olmadığını söyleyerek İncil’le çeliştiği için diri diri yakılmıştır. Ama İncil Latinceden tercüme edilip Allah’ın kelâmı olmadığı gerçeği yaygınlaştıkça Hıristiyanlıkta reform yapılabilmiş, din ve bilim üvey kardeşler olarak yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Ne yazık ki İslâm’ın böyle bir şansı yoktur.
YorumlarA.Asker
{ 23 Haziran 2016 00:15:19 }
Laiklik yaşadığımız hayatın oksijeni, yani kendimizi insanca ifade etme platformumuzun vazgeçilmez noktası. Gündoğdu, Türkiye'de yoğun saldırılar ve ortadan kaldırılma süreci içindeki laik yaşamın önemine dikkat çeken bir çalışma sundu. Teşekkür ediyoruz, yararlandık. Bu ve benzeri laiklik eksenli etkinliklerin ön şartsız desteklenmesi gerekir.
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|