|
|
Türk edebiyatında öykü - I -Kategori: Araştırma | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 09 Haziran 2016 15:08:28 Öykü, edebiyatımızda çok zengin bir tür. Halkı bu kadar az kitap okuyan bir ülkenin bu kadar zengin bir öykü hazinesi oluşuna şaşırmışımdır hep. Yalnızca öykü yazmış, edebiyatın başka türüne yönelmemiş yazarlarımız var.
Öyküyle ilişkim Füruzan’ın Parasız Yatılı kitabıyla başladı diyebilirim. Orta okul yıllarında okuduğumda, kitaba adını veren Parasız Yatılı öyküsünden ve Taşralı öyküsünden etkilendiğimi anımsıyorum. O yaşta okuyup da etkilendiği bir şeyi unutması mümkün değil insanın. Onun için Füruzan’ın ayrı bir yeri var bende. Edebiyatımızda öykücülüğün gelişiminden söz etmek istiyorum ama önce öykü nedir, ne anlatır, kısaca onu konuşalım. Öykü, insanı, insanlık hallerini anlatır. Diyeceksiniz ki, roman insanı anlatmıyor mu... Romandan farklı olarak öykü, insan yaşamından çekip aldığı kısacık zaman dilimlerini anlatır. Yaşamın bir ânını alır, o bir anda yaşananlar, duyumsananlar, iç çatışma, durum, öyküyü oluşturur. Bir olay ya da daha büyük bir zaman dilimi de öykünün konusu olabilir elbette ama burda önemli olan, yaşamın içindeki sayısız ayrıntının her birinin öykü konusu olabilmesidir. Bunun için, belki de yaşama en yakın edebiyat türü öykü. Öyküde temel olan insanın içinde olup bitenlerdir daha çok. Dış dünya değil, iç dünyalardır. İç dünyalarımızın derinliğini çözümleme, çözümleyemese de gözler önüne serme amacı vardır. Bir sonuca ulaşması ya da belli bir mesaj vermesi, bir saptama yapması beklenmez öyküden. İnsan yaşamınından her hangi bir kesitin kendisidir sanki. Öykü okumak nasıl bir deneyimdir? Her şeyden önce, diğer yazı türlerinde, örneğin romanda olduğu gibi, okumanın hazzı için, keyif aldığımız için okuruz. Öykü günlük yaşamın koşturmacası arasında, bir süreliğine durdurur bizi, nefes aldırır. Sanki yaşantımızı bir kenara koyar, başka bir dünyanın içine gireriz. Başka yaşamlara, başka mekanlara, yaşantı kesitlerine, duygu birikimlerine, değişik bakış açılarına... Hem yabancı hem de aslında çok tanıdıktır öykülerde anlatılanlar.Kişiler bazen bizden çok farklı kişilerdir, yaşamlar bizimkinden değişiktir ama İyi bir öykü insanın içini kıpırdatır. Çünkü aslında hepimiz derinde birbirimize benzeriz. Kısa olduğu için, günümüzün yoğun yaşantısı içinde öykünün diğer edebiyat türlerine göre daha kolay ve çok okunan bir tür olması beklenebilir ama öyle olmadığı belli. Öykü kitaplarının roman kadar satmadığı bir gerçek. Bir yıl içinde yayınlanan öykü kitaplarının sayısı romanların üçte biri civarında. Bir yayıncı tanıdığım, daha çok satsın istiyorsan roman yaz demişti. Edebiyata gönül vermiş olanlar için öykünün yeri ayrı ama anlaşılan genel okuma çizgisinde romana göre altlarda. Neden böyle? Öykü, baştan başlayıp sonuna erişen bir olay örgüsünü anlatmıyor. Bir ânı, o an içinde yaşananları, duygulanımları anlattığı için başsız ve sonsuz sanki. Her şey açık olarak ortada değil. Yazılmamış ama keşfedilmesi gereken, en azından doyurucu bir okuma için keşfedilmesi gereken noktalar var. Bu yüzden de okurdan daha çok katılım bekliyor. Yazılmamışları sezmek, deyim yerindeyse, satır aralarını okumak gerekiyor. Yani çaba gösteren okura ihtiyacı var. Eleştirmen Semih Gümüş bu konuda şöyle diyor: “Roman her zaman daha çok satılır, çok okunur ve tartışılır. Doğaldır böyle olması. Bütün dünyada böyledir zaten. Nedeni, romanın tür olarak özellikleriyle insanların hayatlarına hemen karışabilmesidir. Demek daha kolay da okunuyor. Öykü ise, hayatın herkesi ilgilendirmeyen ayrıntıları, anları, küçük kesitlerinden çıkar. Dolayısıyla daha sınırlı bir okur çevresini ilgilendiren sorunlardan, hikâyelerden söz eder. Öte yandan, daha dikkatli, nitelikli bir okumayı da gerektirir. Çünkü o ayrıntıları keşfedecek okura gereksinim duyar.” *** Edebiyatımızda öykü deyince, öykücülerimiz deyince akla önce kimler geliyor? Bence ilk üç ad, Ömer Seyfettin, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali. Öykünün edebiyatımızda böylesine güçlü bir tür oluşunda bu üç öykücünün önemli yeri var. Onlardan biraz sonra söz edeceğim. Şimdi önce, edebiyatımızda öykünün geçmişini konuşalım. Başlangıç yılları Cumhuriyet öncesi Öykünün başlangıcı destanlar, masallar, halk hikayeleri, ardından gelen yazılı halk edebiyatı... . Dede Korkut Hikayelerinin edebiyatımızda öykünün temelini oluşturduğu söylenir. 19. Yüzyılda Tanzimat’la birlikte gelen yenilikler edebiyatı da etkilemiş, Batılı anlamda ilk öyküler diyebileceğimiz örnekler ortaya çıkmış. Bunlar, Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif- i Rivayet (Söylene gelen güzel şeyler) adlı , yirmi iki öykü içeren kitabıyla, Kıssadan Hisse adlı kitabı. Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler öyküsünün ve Nabizade Nazım’ın Karabibik öyküsünün de, bildiğimiz anlamda öyküye daha yakın oluşlarıyla farklılık gösterdikleri kabul ediliyor. Öykücülüğümüzün başlangıcında Ömer Seyfettin’in önemli bir yeri var. Geleneksel edebiyatı aşmaya çalışan bir arayış içine girmiş ve kendinden önceki yazarların Batı özentili , ağdalı diline karşı çıkmış. Yalın halk dilinin kullanımını getirmiş öykücülüğümüze. Ömer Seyfettin, Milli Edebiyat akımının başta gelen yazarlarından. Türkçülük ve İslamcılık anlayışı içinde yazmış öykülerini. Yazar Selim İleri Türk Öykücülüğüne Genel Bakış adlı bir inceleme yayımlamış. Sunumu hazırlarken, bu araştırmadan yararlandım. Şöyle diyor araştırmada. “Ömer Seyfettin öyküye gerekli ağırlığı tanıyan ilk yazarımızdır. Katılalım ya da katılmayalım, tüm düşüncelerini, öykü dünyası kurabilmek için geliştirmiştir. Yalın dil özlemini duymasıyle, öykü dalına saygı beslemesiyle, öyküyü politik kimliğinden soyutlamamasıyle önemlidir.” Ardından gelen dönemin en önemli ismi Halit Ziya Uşaklıgil. Halit Ziya baş yapıtlarını roman dalında vermiş ama öykücülüğümüze katkıları büyük. Klasik öykü anlayışının özelliklerini taşıyan kalıcı öyküler yazmış. Edebiyat ı Cedide grubunun üyesi Halit Ziya Uşaklıgil. Bu grubun içindeki sanatçılar, Servet i Fünun dergisi çevresinde toplanmış ve Batı etkisi altında yapıtlar vermişler. Selim İleri, incelemesinde, Halit Ziya’nın unutulamayacak bir ustalıkla yazdığı kimi öyküleriyle bugünün öyküsünün önünü açtığını söylüyor. “Küçük insanları, konaklarda ve yalılardaki emekçileri, onların sömürülüşünü çarpan bir yüreğin sesiyle yazmıştır.” diyor. Hüseyin Rahmi Gürpınar dönemin bir başka öykü yazarı. Bütün akımların dışında kalmış kendine özgü diliyle, İstanbul’un yoksul halkını, kenar mahallelerini anlattı. Batıl inançları, halkın alafranga özentisini, töreleri, aile içi ilişkileri, kadın erkek geçimsizliklerini canlı, yalın, alaycı bir dille, güldürü unsuru katarak yazdı. O da daha çok romanlarıyla tanınmakla beraber,öykücülüğümüzden söz ederken bir halk yazarı olarak adını anmamak olmaz. Cumhuriyetin ilk yıllarından 1940’lara Reşat Nuri Güntekin, Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk öykü kitabı yayımlayan yazarlardan biri. Reşat Nuri, benimsediği düşünce yapısıyla (alçakgönüllülük, sevecenlik, dürüstlük, toplumun çıkarlarına bağlılık, vb.) başarılı öyküler yazmış. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bu yılların öykücülerinden. Halide Edip, Kurtuluş savaşına bağlılıkla, yeni cumhuriyete olan sevgisiyle, Cumhuriyeti sevdirme çabasıyla öyküler yazmış. Fakat onun öykülerinin tutarsız olduğundan, savunduğu düşünceleri daha sonra kendisinin yerdiğinden söz ederler. Yakup Kadri'nin romanları daha çok önemsenmiş, öykücülüğümüzdeki yeriyle pek ilgilenilmemiş. Önceleri, bireyci öyküler yazmış yakup Kadri, daha sonra dönemin çalkantısı onu bireycilikten uzaklaştırmış, toplumun değerlerini yücelten, politik bildirisi olan savaş öyküleri yazmış. Milli Savaş Hikâyeleri, politik bildirilerinin sağlamlığı ve dilin çarpıcılığı dolayısıyle günümüzde diriliklerinden hiçbir şey yitirmemiştir. Memleket Hikayeleri’yle Refik Halit Karay’ı da anmak gerek burada. Yine Selim İleri’nin incelemesine dönüyorum. “Cumhuriyet’in kurulduğu yılların en yetkin öykücüsü Memduh Şevket Esendal'dır” diyor Selim ileri. Esendal’ın, bir bakıma, Türkiye'de çağdaş öykünün kurucusu olduğunu, o yıllarda yaygınlık kazanmış olan Ömer Seyfettin öykücülüğünden farklı, yenilikçi bir anlayış getirdiğini belirtiyor. Memduh Şevket Esendal’ın değeri sonradan anlaşılmış, ilk öykü kitabı yayınlandığında 63 yaşındaymış. Ayrıntılara önem veren, bir tek ayrıntıdan, kısa bir andan bir öykü çıkaran bir yazar. Ve çok duru bir dil kullanmış. “Esendal öykücülüğünde güçlü bir söyleyiş göze çarpar. Sereserpe gelişen öykülerdir bunlar. Pürüzlü, takılı kalmış noktalarla karşılaşmayız... Okuruyle bağ kurarken aynı düzeyde olmak için çaba harcar. İşte Esendal'ı çağcıl bir öykücü kılan bu özdeşliği kurabilmiş olmasıdır.” diye bir saptama yapıyor Selim İleri. 1935-45 yılları arasına, iki büyük öykücümüz, Sait Faik Abasıyanık ve Sabahattin Ali damgalarını vurmuşlar. Sabahattin Ali toplumsal gerçekleri açık olarak anlatan bir yazar. Daha ilk yapıtlarından itibaren bu tutumu belirlemiş. Selim İleri şöyle diyor: “Ülkeyi, ekonomik yapısı içinde kavrama ve yansıtma tutkusuyla, giderek hırçınlaşan, coşan bir anlatımla tutumunu sürdürür Sabahattin Ali. Yapıtlarına dönüp baktığımızda, yazarın ülke gerçeklerini, ne pahasına olursa olsun, korkusuzca haykırdığını görürüz.” Sabahattin Ali’nin köy ya da kentten çok kasaba yaşamlarının öykücüsü olduğu da söylenir. Hanende Melek, Gramofon Avrat gibi öyküleri , kasaba gerçeklerini çok iyi anlatır. Kasaba hastanelerindeki doktorlara, kasabalara iş için giden mühendislere, avukatlara, küçük kentlerin dedikoducu yaşamına kapılmış öğretmenlere kuşkucu bir gözle bakıyor öykülerinde. Eleştiriyor onları. Sabahattin Ali’nin öykülerinde, erdemli insanlar, köylüler, yoksullar, sömürülen emekçilerdir. İnsancıl gözlemleri, yalın bir dili var. O kadar duru bir dille yazmış ki, bugün hala ilk yazıldığı biçiminde pek bir değişiklik yaplmadan basılıyormuş kitapları. Sait Faik Abasıyanık, öykücülüğümüzde dönüm noktası. Sıradan insanın yaşamını, dünyasını, sevincini, hüznünü anlattığı öyküleriyle klasik öykü anlayışının değişmesine yol açtı. Onun öykülerinde konu bütünlüğü yok. Bir olaydan, bir durumdan değil, bir kişilikten ya da bir yaşantı parçasından yola çıkıyor. Ordan oraya geçiyor, bir olaydan bir olaya ya da bir durumdan ötekine atlıyor. Öykünün bütünlüğü verdiği sevgi bildirisinde kendini buluyor. Kent yaşamını, sıradan insanları, doğayı, Burgaz adayı, balıkçıları anlattı. Öykülerinde en göze çarpan özellik, insancıllık, insan sevgisi. Toplumdaki kötülükleri eleştiriyor, gösteriyor, sevgiyi yüceltiyor hep. Tamamıyla kendine özgü bir öykü anlayışı geliştirdi, kendinden sonra gelen öykücüleri çok etkiledi. Bu yıllarda, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halikarnas Balıkçısı, Cevdet Kudret gibi bir çok yazar var öykü dünyamızda. Orhan Kemal de, Sait Faik ya da Sabahattin Ali gibi, tek başına bir öykü dünyası oluşturuyor. Kenar mahallelerin serserileri, çamaşırcı kızlar, evine ekmek götürebilmekten başka hiç bir şey düşünemeyen emekçi babalar, gündelikçi kadınlar yer alıyor öykülerinde. Yaşar Kemal her şeyden önce büyük romancımız, fakat edebiyatımızda öykülerinin de yeri var. İyimserlik, insancıllık kokan öyküler yazmış. Yolcu, Beyaz pantolon onun sevdiğim öykülerinden. Köy gerçeği romanlarına olduğu gibi öykülerine de girmiş. (Kaktüs Kitap Kültür Sanat Grubunun toplantısındaki sunumun metnidir.)
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|