|
Edebiyata ve yaşama dair Takvimden yola çıkan notlar, Mart – NisanKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 30 Nisan 2016 16:48:12 2016 Edebiyat Takviminde(*) yer alan bilgilerin ve alıntıların çağrıştırdığı yazıları sürdürüyorum. 2 Mart 2000’de Pendik Kaymakamlığı, Nobel ödüllü İtalyan yazar Dario Fo’nun Kabin Oyunları (aslı Kadın Oyunları) adlı tek kişilik tiyatro oyununun sahnelenmesine, erkekleri tecavüze kışkırttığı gerekçesiyle izin vermemiş.
Kadın Oyunları aynı yıl kitap olarak yayımlanmış. Kitabın tanıtım yazısı şöyle bitiyor: “Sizlere iyi okumalar. Kitabı okuyup bitirdikten sonraki günlerde kadınlarımızın başına bir kaza gelmemesi için şimdiden iyi şanslar.” Pendik Kaymakamlığı’nın tiyatroya izin verip vermemesi ayrı bir konu, tanıtımı yazan Füsun Demirel’in kitabın biraz daha fazla okuyucu bulması adına böyle kışkırtıcı bir anlatım kullanmasına ne demeli? Her şeyden önce sansasyon geliyor değil mi, sansasyon! * 14 Mart’ın Pi günü olduğunu biliyor muydunuz? 14 Mart, Amerikan tarih formatında 3/14 olarak yazıldığı, bu da Pi sayısının en yaygın yaklaşımı olan 3.14 ü çağrıştırdığı için bugünün Pi günü olmasına karar verilmiş. * 17 Mart 1927’de İtalya’da, müzmin bekarların ağır vergi ödemeleri için kanun çıkarılmış. Topluma nasıl bir yükü vardı da, buna gerek görüldü, merak ediyorum. Yoksa, yalnızlığın mutluluk olduğunu söyleyen, başına buyruk yaşamaktan hoşlanan bekarlara uygun görülen bir tazminat mıydı bu? Peki, müzminliğin ölçütü neydi, kaç yıllık bekarlıkla belirleniyordu? * 26 Mart 1953’de, İstanbul’da bir bekçi kendisine emanet edilen dükkanı soymuş. “Ben soymasam biri soyacaktı zaten.” demiş. Türkiye toplumunda hırsızlığa olan eğilim... Hırsızlığa hoşgörü... Kendisi yapmayanlarda bile yerleşmiş, olur böyle şeyler düşüncesi... Atalarının bir kısmı 1700’lerin sonlarına doğru İngiltere’den gönderilen suçlular olan Avustralya halkında hırsızlığa böyle bir hoşgörü yokken Türkiye’de niye var? Bir zamanlar İngiltere’nin hapishanesi olan Avustralya’nın bugün geldiği yerde, bir politikacının pahalı bir şarabı hediye olarak kabul etmesi bile olay oluyorken, Türkiye’de, ne var canım, başa geçen herkes yiyor yaklaşımı neden yerleşmiş? Yönetimi ele geçirenler büyük soygunlarla uğraşırken, onları destekleyen ötekiler de küçük soygunlarla ceplerini doldurmak peşinde olduğu için mi? * 27 Mart – “Boşuna Sinirlenmiyorum” başlıklı köşenin karikatürlerinden birinde, Sinirlenen Adam, “Bakın çok enteresan, Kropotkin’i elinden düşürmeyen bir dostum vardı. Şu an İçişleri Bakanlığı’nda uzman yardımcısı, evli ve 6 çocuk babası. Kırılmaca, darılmaca yok.” diyor. Peter Kropotkin Rus düşünür, bilim adamı ve eylemci. Merkezsiz hükümet ve kural tanımazlık (anarşizm) yanlısı. Bir prensin oğlu. Soylu ve varlıklı olmanın getirdiği tüm olanaklara sahipken, daha on iki yaşında soyluluk unvanına karşı çıkmış. Kendisine prens diyen arkadaşlarına kızıyor, adıyla çağırmalarını istiyormuş. Nasıl oluyor bu? Nasıl olup da, kimileri, kalıplaşmış yapıya böyle karşı çıkabiliyor, sahip oldukları ayrıcalıktan ve rahat yaşamdan vaz geçmeyi göze alabiliyor? Onların tuzu kuru diyebilirsiniz. Bence pek de öyle değil, düzene karşı çıkmak her zaman yürek ister. Ya karikatürdeki adam gibiler? İnançları, ülküleri, gençlik düşü kabul etmek, rahat yaşam ve maddi varlık uğruna, düzenin bir parçası olmayı seçmek... Düzen her zaman kötü olmayabilir elbette, anarşizm yanlısı olmaktan söz etmiyorum ama sürekli Kropotkin okuyan kişinin İçişleri Bakanlığında çalışması gülümsetiyor insanı. Yaşı kaç olursa olsun idealizmi hiçbir zaman bırakmadığını iddia edenler de var. Eşitlikten, yoksulun yanında olmaktan söz ederken, günbegün artan mal varlığını, toplumun daha az şanslı kesimine katkısı olacak biçimde değerlendirmeye de yanaşmayan... Onlar, gençlikteki ilkelerine hala bağlı olduklarını söylerken inanıyorlar mı, başkalarını inandırdıklarını mı sanıyorlar, bilmek isterdim. Bu üç kişilik yapısı, psikolojinin ve sosyolojinin araştırma konusu olmalı, zaten de öyle. * 31 Mart 1809’da, Dostoyevski’nin “Hepimiz onun paltosundan çıktık.” dediği Nikolay Vasilyeviç Gogol doğmuş. Nikolay Gogol... Muhteşem Rus yazarlarının ilki. Rus edebiyatının altın çağı olarak adlandırılan dönemin yazarlarını büyük ölçüde etkileyen usta. Turgenev, Gonçarov, Tolstoy, hepsi onun yolunu bir ölçüde izlemiş fakat Dostoyevski’nin üzerindeki etkisi anlaşılan bir başkaymış. Dostoyevski, “Hepimiz onun paltosundan çıktık.” derken, bir yandan çağdaşı tüm yazarların Gogol’ün etkisi altında kaldığını söylüyor, bir yandan da Gogol’un ünlü öyküsü Palto’ya gönderme yapıyor. Nikolay Gogol başkalarını da etkilemiş. Onlardan biri, Hint asıllı Amerikalı yazar Jhumpa Lahiri. 2000 yılında Pulitzer Edebiyat ödülünü kazanan Jhumpa Lahiri’nin romanı The Namesake’i (Adaş) okumadıysam da, romandan uyarlanan filmi geçenlerde izledim. Muson Düğünü, Selam Bombay gibi filmlerin de yapımcısı olan Mira Nair yönetmiş. Hindistan’dan Amerika’ya göç etmiş bir ailenin yaşamını anlatırken, Gogol’e, Gogol’un Palto’suna yaslanıyor Lahiri. Neden Gogol, neden başka bir yazarı değil de Gogol’ü seçmiş? Bir Gogol hayranı olmalı diye düşündüm, belki Gogol’ün özel bir yeri, bir anlamı vardı onun için. Sonra bir yerlerde bir edebiyat araştırmacısının yorumunu okudum. “Arada kalmışlığın özgürlüğü.” diyordu, “Gogol’ün Palto’daki hayaleti ve Lahiri’nin göçmenleri... Gogol ve Lahiri, ikisi de, arada kalmışlık olgusuyla ilgileniyorlar. Palto’nun baş kişisi Akakiy bir hayalete dönüştüğünde, bu arada kalmışlık hali onu özgür kılıyor aynı zamanda. Belirsizlik ya da çaresizlik gibi görünen şey gizemli bir güç veriyor ona. Jhumpa Lahiri’nin roman kahramanları da, doğdukları toprağı terk edip başka bir ülkeye göçtüklerinde, olumsuz gibi görünen hal, aynı zamanda özgürlüğün yolu olabiliyor. Çıkışsızlık, bir yandan da özgürlük olasılığı.” * 3 Nisan 1929’da, İstanbul’da düzenlenen Yerli Malı Kullanma ve Koruma toplantısında gençlik, yerli malı kullanmaya yemin etmiş. Kadınlar Günü, Sevgililer Günü, Anneler Günü, Barış Günü, İnsan Hakları Günü, Sanat Günü, Tiyatro Günü gibi pek de işe yaramayan onlarca özel günden biri olmaya aday mı bugün? Bir avuntu var: eğer herkesin birbirine olur olmaz armağanlar aldığı bir tüketim gününe dönüşürse, en azından, yerli mallarının alım satımına yarayacak. * Takvimin “Kim ne demiş” bölümündeki yazılardan sevdiğim bir tanesiyle ve ardından gelmezse olmaz şiirle bitirmek istiyorum yazıyı. Samim Kocagöz anlatıyor: “Askerlik dönüşü bir meyhanedeyiz. İşim var, kalktım. Arkadaşlardan biri, “Otur, biraz sonra Külebi gelecek.” dedi. Neyse geldi Külebi. Sarmaş dolaş olduk. Ben Külebi’nin “Kamyonlar kavun taşır ve ben onu düşünürdüm” dizelerini anımsayıp takıldım Külebi’ye. “Külebi, kamyonlar hala kavun taşıyor mu?” Külebi, “Sorma Samim, kelek taşıyorlar.” dedi. İstanbul Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Niksar'da evimizdeyken Küçük bir serçe kadar hürdüm. Sonra âlem değişiverdi Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak. Sonra âlem değişiverdi Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak. Mevsimler ne çabuk geçiverdi Unutmak, unutmak, unutmak. Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti, Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti, Yine kamyonlar kavun taşır Fakat içimde şarkı bitti. (*) Edebiyat Takvimi - İletişim Yayınları
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|