|
|
Boratav: Sosyalistlere büyük görev düşüyorKategori: Söyleşi | 0 Yorum | 17 Kasım 2015 22:43:22 'Cuntacıların, darbecilerin (İslam-Türk sentezine ve şovenizme dönüştürerek) dejenere ettiği 'Atatürkçülük' anlamında değil, Orta Çağ/Osmanlı düzenine karşı devrimci/Cumhuriyetçi özellikleriyle Kemalizm...' Türkiye’nin en önemli Marksist iktisatçılarından Korkut Boratav, ülkemizin bu kritik dönemecinde, ekonominin de son derece kırılgan olduğunu söylüyor. Gelişmelerin emekçilerin aleyhine seyrettiğini vurgulayan Korkut Hoca, toplumsal çürümeye de dikkat çekiyor.
Korkut Boratav son sayısında RED Dergi'nin sorularını yanıtladı... Türkiye’nin bir iktisadi çöküşe doğru ilerlediği artık daha fazla kesim tarafından dillendiriliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ben 13 yıllık AKP iktidarı sonunda Türkiye’nin ulaştığı durumu, iktisadi durgunlaşma, emperyalizme artan bağımlılık ve toplumsal çürüme olarak özetleyebileceğimizi düşünüyorum. Ekonomiyi sordunuz; oradan başlayayım. Önce, bir ekonominin en genel, “sentetik” başarım göstergesi olan milli gelirin ortalama büyüme hızına bakalım. AKP’nin 13 yıllık ortalaması yüzde 4,4’tür. Bu, emperyalist sistemin çevresinde yer alan benzer konum ve büyüklükteki ülkelerin ortalaması civarındadır. Yani, “orta halli” biri gelişme temposu söz konusudur. Bu on üç yılı ikiye ayırabiliriz: (1) AKP’nin Lâle Devri olan 2003-2007. Ortalama büyüme yüzde 7,3’tür; ancak bu başarım, bir önceki beş yılda (1998-2002’de) kişi başına mili gelirin düşmüş olmasına yol açan iki kriz yılıyla bağlantılıdır. Yani, AKP ekonomiyi âtıl kapasitenin artmış olduğu; çok düşük bir tabanda devralmış; uluslararası sermaye hareketlerinin hızla canlandığı 2002 sonrasının konjonktüründen yararlanmış; Kemal Derviş’in politika reçetelerini aynen devralarak hızlı büyüme temposunu gerçekleştirmiştir. (2): Normale dönüş yılları olan 2008-2015. Ortalama büyüme hızı yüzde 3,8’dir. Daha da önemlisi, çeşitli gerçekçi öngörülere göre mevcut yapı ve politikalar devam ettikçe bu büyüme ortalaması önümüzdeki on yıla da taşınacaktır. Türkiye az gelişmiş ekonomik yapısını büyük ölçüde koruyor. Tarımda hâlâ çok büyük bir emek rezervi yatıyor. İşgücüne katılım oranı çok düşük; %50’ler civarındadır. Sermaye birikiminin milli gelirdeki payı ise yüzde 20 eşiğini bir türlü kıramadı. Asya’nın dinamik ekonomileri gibi yüzde 30’lara ulaşabilen bir yatırım oranı gündemde değildir. Yüzde 3’lerde seyreden bir büyüme patikası, Türkiye toplumunun teknolojik, sosyal, kültürel göstergeler bakımından durgunlaşmaya mahkûmiyeti anlamındadır. Üstelik bu durgunlaşma, ekonominin emperyalist sisteme artan bağımlılığı içinde gerçekleşti. On üç yıl boyunca ekonomiye milli gelirin yüzde 7-8’i civarında dış kaynak girdi. Sermaye girişlerinin önde gele kalemleri finans kapitalin en spekülatif, istikrarsız, “sıcak” türleri oldu. Ekonominin iniş-çıkışlarını tamamen sermaye hareketleri belirledi. Dış kaynak girişleri, sadece milli gelirin tüketime ayrılan payını artırdı; sermaye birikim oranına herhangi bir katkı yapmadı. Ekonominin büyüme potansiyeli bu yüzden yukarı çekilemedi. Daha da kötüsü, kronik cari işlem açıkları giderek artma eğilimi gösterdi. Düzey ve oran olarak artan, bileşimi de bozulan dış borçlar başta olmak üzere, ekonominin dışsal kırılganlık göstergeleri bozuldu. Bu nedenle, yakın gelecekte beklendiği gibi, çevre ekonomilerine dönük sermaye hareketlerinde sert duruşlar, çıkışlar gerçekleşirse, Türkiye en fazla etkilenecek ülkelerden biri olacaktır. Bu durumda ortalama olarak yüzde 3’lük bir büyüme süreci, çok sert çöküntüler ve çıkışlar içeren çalkantılar içinde gerçekleşecek demektir. Her buhran, büyük toplumsal çöküntüler yaratır. Sonraki düzelme, canlanma yılları bu çöküntülerin izlerini de taşır. Emekçilerin iktisadi durumunun ötesinde AKP iktidarı altında büyük bir toplumsal tahribat yaşandı... Bunun tersine çevrilmesi hangi adımlarla mümkün olabilir? Bu soru, bizi, yukarıda değindiğim AKP iktidarının Türkiye’ye armağan ettiği toplumsal çürüme olgusuna getiriyor. En geniş anlamlarıyla emek ile sermaye arasındaki temel bölüşüm ilişkilerinin AKP döneminde emek aleyhine seyrettiğini belirliyoruz. Durgunlaşan bir ekonomide gerçekleşen bu aşınma karşısında, tüm emekçi sınıflar ve katmanlar alabildiğine borçlanarak ve siyasi iktidarın kontrolündeki transferlere sığınarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Bu ortam, düzeni sorgulayan muhalefet, eleştiri tepkilerini değil, çaresizlik, “kendini suçlama”, güçlüye sığınma perspektiflerini besliyor. Bu nesnel etkiler, AKP iktidarının sistematik biçimde izlediği İslamcı ideolojinin yaygınlaşması, kök salması ile besleniyor. Dayanışma, hak arama, mücadele reflekslerinin yerine tevekkül ve “sineye çekme” davranışları egemen oluyor. Sonuçta Türkiye toplumu, tek tek bireyleriyle birlikte olumlu, iyimser, çok daha güzel günler görme özlemlerinden yoksun kalıyorlar. Bu yoksunluk, gelecek beklentilerini adım adım Ortaçağ sembolleri ile biçimlendirme çabaları (yani “geriye dönüş” özlemleri) ile birleştiriliyor. İnandırıcı değil, etkisiz, bazıları için gülünç oluyor. Nasıl tersine çevrilebilir? Türkiye’nin tüm ilerici, solcu, sosyalist insanları, akımları, enerjilerinin önemli bir bölümünü bu kıskaç içinde çaresiz kalmış insanlara eşitlikçi, sömürüsüz, adil, sınırsız demokrat bir dünyanın mümkün olduğunu; zaman zaman gerçekleştirildiğini; bugün de aynı doğrultuda ilerleyen toplumların, hareketlerin var olduğunu hatırlatmaya hasretmelidir. İnsanlığın bu tarihsel arayış içinde benimsediği terimler, kavramlar, sloganlar, deneyimler yeniden hatırlanmalı, yaygınlaştırılmalı: Sosyalizm, komünizm, devrim, enternasyonalizm, anarşizm, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri... Hatta bugünkü çürümüş, emperyalizmin koltuk değneği biçimiyle değil, özgün anlamıyla, Marksist kökenini hatırlatarak sosyal demokrasi... Yine, cuntacıların, darbecilerin (İslam-Türk sentezine ve şovenizme dönüştürerek) dejenere ettiği “Atatürkçülük” anlamında değil, Orta Çağ/Osmanlı düzenine karşı devrimci/Cumhuriyetçi özellikleriyle Kemalizm... İşçi sınıfı Türkiye siyasetinde kendini bir sınıf olarak ayrıştıramıyor. Farklı toplumsal bölünmüşlükler arasında bir sınıf siyaseti yürütmek güçleşiyor. Sizce bunu nasıl aşabiliriz? Bu tür soruları yanıtlamaktan çekinirim; zira sol siyasetin yükünü üstlenmiş arkadaşlara, kadrolara, militanlara akıl vermek haddim değildir. Yine de örgütlenme ve ideoloji üzerinde birkaç düşünceyi paylaşmakla yetineyim. Birinci olarak bir hatırlatma ile başlayayım. Farklı çevreler, hareketler, yayın organları, örgütler içinde yer alan çok sayıda sosyalist var. Tümünü kapsarsak hem nitelik, hem de nicel olarak önemli bir birikim söz konusu. Bu birikim çeşitlilik taşıdığı için fikir ayrılıkları da içeriyor. Örgütlenmenin kapsamı, toplumsal etkisi zayıfken bu ayrılıklar abartılı önem kazanır; sert polemiklere yol açar; giderilmesi zor olan kopukluklar doğurur. Bugünkü ortamda, farklılıkları koruyarak, bunları yok etmeyi hedeflemeden, Türkiye’de hepsini kapsayan sosyalist bir çekirdeğin var olduğunu hatırlamamız; unutmamamız gerekiyor. Bu çekirdek fazla dağılmamalı. Farklı öğelerinin; “halkın saflarındaki çelişkiler” kavramını hatırlayarak haberleşmeyi, iletişimi sürdürmesi gerekli. Bu önemlidir; zira faşizme savrulma gibi birleşmemiz gereken bir ortam gündeme geldiğinde bu çekirdek dağılmamış olmalıdır. Örneğin, bu ortak tehdide karşı duyarlı olması gereken akım ve hareketlerin hepsiyle birden iletişimi kurabilecek tek çevre (içinde yer alan farklı öğeleriyle) sadece sözünü ettiğim sosyalist çekirdektir. Örneğin İslamcı faşizme karşı ortak bir cephe, sol, sosyal demokrat, Cumhuriyetçi/Kemalist, liberal sol, demokrat akımlarla, Kürt hareketini kapsamalıdır. Hepsiyle birlikte dirsek teması olan tek çevre, geniş kapsamıyla sosyalistlerdir. İkinci olarak, AKP döneminde siyasi İslam’ın halk saflarında sağladığı ideolojik hegemonya ile mücadelenin bir öncelik taşıdığını düşünüyorum. Bu hegemonya, işçileri kendisi için sınıf bilincinden koparan en önemli etkendir. Türkiye halkının kültürel benliğinin önemli öğelerinden biri olan Müslümanlık veya Halk İslamı ile ilişkisi yoktur. Hatta bu kültür birikimine yabancı bir aşılama çabasıdır. Egemen sınıfların sömürü ilişkilerinin olduğu sürdürülmesinde, daha da yoğunlaştırılmasında fevkalâde işlevseldir. Laikliğe karşı sistematik saldırıya karşı çıkmak bu nedenle hayatidir. “Bilimsel, laik eğitim” talepleri, bu yüzden ideolojik-politik bir sınıf mücadelesi alanıdır. Sosyalistler hem örgütleri, hareketleri ile; hem de bireyler olarak emekçilerin saflarında Orta Çağ zihniyetinin Türkiye’deki biçimi olan İslamcılığa, Osmanlıcı yobazlığa, gericiliğin her türüne karşı mücadeleye öncelik vermelidir. Türkiye siyaseti, Misak-ı Milli sınırlarını çoktan aştı. Bölgesel ve uluslararası etkilerden görece bağımsız bir siyaset artık mümkün görünmüyor. Türkiye devriminin programını ve devrimci örgütlenmeyi bölgesel olarak yeniden kurgulama ihtiyacı konusunda görüşleriniz nedir? AKP iktidarı, özellikle Erdoğan, emperyalizmin yörüngesinden kopmadan Türkiye ekonomisinin ve devletinin gücünü aşan bir bölgesel ve uluslararası programı, Orta Doğu’nun en gerici güçleri olan Suudi ve Katar desteğiyle hayata geçirmeye kalktı; başaramadı. Ancak, IŞİD türü bir İslamcı fanatizmi Türkiye’ye taşıdığı için bu ihtirasın ve maceracı yönelişin maliyetini yaşıyoruz; yaşayacağız. Bu tür ihtiraslı arayışlardan uzak durmak gerekir. Öte yandan, .farklı bir iktidar yapısı Türkiye’ye Orta Doğu’da barışçı bir rol sağlayabilirdi. ABD ve AB’nin yörüngeleri dışında kalarak mezhepçi fanatizme uzak duran bir çizgiyi üstlenebilecek tek bölgesel güç laik bir T.C. hükümeti olabilirdi. Bence sosyalistlerin Türkiye’nin dış siyaseti için savunmaları gereken program, dünyanın tüm coğrafyalarında emperyalizme, neoliberalizme karşı çıkan hükümet, ülke, parti ve hareketlerle işbirliği, dayanışma kurmayı; NATO ve AB üyeliğini dışlamayı; Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmayı; Çin ve Rusya ile yakın ilişkiler oluşturmayı; İslam coğrafyasında laikliği savunan hükümet ve hareketlerin güçlenmesini hedeflemelidir. Özellikle orta sınıf aydın kesimlerde Türkiye’nin iflah olmayacağı fikri ve yeni ‘vatan’ arayışları yaygınlaşıyor. Sizce Türkiye’nin umudu var mı? Bu, çok doğru, hayatî bir sorudur. Cumhuriyetçi, aydınlanmacı dünya görüşlerine, hayat tarzlarına sahip; çocuklarının geleceğini düzeyli bir eğitim yoluyla güvenceye alma arayışı içinde olan orta yaşlı insanlar yoğun bir kötümserliğe savruldu. Niçin? Türkiye’yi bir Orta Çağ karanlığına sürükleyen ortam, eğitimin niteliğindeki hızlı çöküntü, ekonomik durgunlaşma ve toplumsal çürümenin gelecekteki istihdam ve hayat düzeyi beklentilerini bozması nedeniyle... Pek azı “yeni vatan” bulabilir; ancak bu kötümserlik Türkiye’nin insan gücünde orta, belki de uzun dönemde dramatik bir nitelik bozulmasının habercisidir. Sözünü ettiğim Cumhuriyetçi, aydınlanmacı insanların nitelikleri, Türkiye toplumunu, ekonomisini ayakta tutan önemli bir kazanımdır. Hayat görüşlerini bir yana bırakalım, bu özelliklerini sonraki kuşağa aktaramıyorlarsa; bu nitelikler diğer sınıflar tarafından da hedeflenen öğeler olmaktan çıkar. Türkiye’deki insan gücünün ortalama kalitesi adım adım aşınır. İlk soruda değindiğim ekonomik etkenlerle açıkladığım durgunlaşmaya bu bozulmanın etkilerini de katarsak durum iyice vahimleşir. AKP döneminin Türkiye toplumuna taşıdığı olumsuzlukların tortusu, süresi, geleceğimizi de belirleyecektir.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|