|
Gözlerinden öperim canımKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 27 Nisan 2015 04:16:56 Ünlü yazarların, şairlerin sevdiklerine yazdıkları mektupları okumak, yalnızca onlara ait, saklı bir dünyaya giriyor olduğumuz duygusunu da yanında getiriyor. Elbette izin alarak giriyoruz bu dünyaya. İşte mektuplar. Kitap olmuş, elimizde. Yine de, bütün bunlar o iki kişinin arasında kalsaydı daha iyi olurdu gibi bir his... Kendimizi orada fazla hissetmek... İkisinin birlikte soludukları hava bizi niye ilgilendirsin ki? Ama ilgilendiriyor. Tanık olmalı mıyız mahreme?
Emin değilim. Ama istiyorum. Anahtarı sadece iki sevgilide olan bir odanın kapısını aralamak, gözlerimizi içerde dolaştırmak gibi. Şimdi bu tümceyi yazınca, Raymon Carver’in Komşular adlı öyküsünü anımsadım. Okuyanlar bilir, tatile gittiklerinde çiçekleri sulasınlar, kedinin karnını doyursunlar diye komşuları evinin anahtarını bırakır öykü kahramanı karı kocaya. (Sonra olanlar için lütfen öyküye başvurunuz!) Fakat yok, bu mektuplar aynı şey değil... Bu bir kitap. Okumamız için basılmış. Hem sevdiği bir yazarı, şairi daha fazla tanımayı kim istemez? Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e mektupları Leylim Leylim ve Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a mektupları Yalnız Seni Arıyorum’u okudum bir süre önce. Şiirlerini ne çok severim Orhan Veli’nin. Hele, “ Heeeey! Ne duruyorsun be, at kendini denize. Geride bekleyenin varmış, aldırma.” deyişini, “Görmüyor musun, her yanda hürriyet. Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ok, su ol, git gidebildiğin yere.” deyişini ne çok severim. Fakat büyük aşkı Nahit Hanıma yazdıklarının beni birazcık düş kırıklığına uğrattığını, Ahmed Arif’in mektuplarının ise çok etkilediğini söylemeliyim. Sanki her mektupta aynı şeyleri yineliyordu Orhan Veli. Sanırım bunda mektupların alıcısının yazdıklarının büyük payı vardı. Biz mektupları tek yanlı okuyoruz. Birinin yazdıklarından ötekinin neler söylediğini bulup çıkartmaya, iki kişinin arasındaki ilişkiyi keşfetmeye çalışıyoruz ve olabildiğince keşfediyoruz da. Orhan Veli’nin karşısında, onun sevgisinden bir türlü emin olamayan, durmadan yinelenmesini bekleyen, belki ona belki kendine güvensiz, birazcık huysuz, biraz hırçın bir kadın gördüm ben. Bütün yükü de Nahit Hanıma bindirmemek gerek. Onun tepkilerine, Orhan Veli’nin bazı davranışlarının neden olup olmadığını elbette tam olarak bilemeyiz. Tutku. Coşku. Arzu. Beklenti. Umut. Umutsuzluk. Düş kırıklığı. Mektuplardaki duygu yoğunluğu sarıp sarmalıyor, 1940’lara, 1950’lere, sevgililerin yanına götürüyor beni. Bazen biraz şaşırıyorum yaşadıkları çaresizliğe, olmazlığa, büyük hüzne. Oysa bu ünlü şairlerin de herkes gibi aşk acısı yaşamış olmalarında tuhaf olan ne olabilir? Tam tersine yazarlar, şairler, sanatçılar değil midir aşkı tüm coşkusuyla yaşayanlar? Yüreklerine sığdıramadıkları duygularla kalemi ellerine alanlar? Yaratıcılık, dopdolu olmakla ilgili bir şey. Duygular özümsendiğinde, sonra da çekinmeden, korkmadan taşmasına izin verildiğinde, aşk, yalnızlık, hüzün, acı, baskılar, çalkantılar akıyor, coşuyor ve bir noktada yaratıcılıkla kesişiyor. “Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime, hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getirtirim. Nemsin be? Sevgili, dost, yar, arkadaş... Hepsi. En çok da en ilk de Leylasın bana. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni...” Böyle diyor Ahmed Arif. Ve bunları söylerken Leyla Erbil’den uzak. Aylardır belki yıllardır görmemiş onu. Leyla Erbil başkasıyla evli, yalnızca dost olmuş, arkadaş olmuş Ahmed Arif’e ve Ahmed Arif onunla olamadığında, onu unutmakta değil, onu sevmekte buluyor yaşama gücünü. Orhan Veli ise hala aşkına inandırmaya çalışıyor Nahit Hanımı. “Nahit, sukunet bulmamız için bir arada olmamız lazım. Yazı ile halimizi anlatamıyoruz. Söyleyeceğimizi zaten dolambaçlı yollardan söylemişiz. İşin içine bir de dinleyenin hissiyatı karıştı mı bütün laflar başka manalar alıyor. Yoksa senin sandığın gibi mektuplarını baştan savma okumuyorum. Ufak bir fikir vermiş olmak için şu kadarını söyleyeyim. En az okuduğum mektubunu asgari beş altı defa okumuşumdur.” Tatlı sözler beklerken, sitemli mektuplar alıyor belli ki. Bir şey değişmiyor, her mektupta yineliyor. “Bunu bilmez değilsin Nahit’ciğim, yalnız biraz naz etmek istiyorsun. Ne yapalım o da senin hakkın olsun. Canım Nahitim, her zaman aklımdasın. Hep seni düşünüyor, seni arıyorum. Benim yanımda olmanı senden çok istiyorum.” Hep aşktan söz edecek değiller ya, başka şeyler, sıradan şeyler de giriyor mektuplarına. Kimisi şaşırtıyor beni. Sevdiğimiz, yücelttiğimiz şairler, yazarlar nasıl oluyor da böyle yersiz kaygılar yaşıyorlar, ayrıntılarla uğraşıyorlar, düşüncesi geçiyor içimden. Nasıl oluyor da kuşkular huzursuz ediyor onları. Şöyle yazıyor Ahmed Arif: “İlettiğin kazağı aldım. İki ellerinden öperim. Ha! İster istemez seviyesiz bir sualim olacak sana: Kazağı ne diye gönderdin, (yolladığım) üç beş kahve tanesi sana bir yük, bir minnet mi oldu yoksa?” İşte bir tane de Orhan Veli ve Nahit Hanımdan... Orhan Veli şöyle başlıyor mektuba: “Nahit, mektubumu üstüne yazı yazılmasını ayıp telakki ettiğin kağıtlara yazdığın için ben de affını dilerim.” Oysa insan sanatçıların, aşkı böyle kaygılardan (ölümlülere ait kaygılar!) yoksun olarak yaşamış olmalarını bekliyor. Onların sevgileri sokaktaki her hangi bir kadının, her hangi bir erkeğin sevgisinden farklı olmalı, yanlış anlamalar, yanlış anlaşılmalar olmamalı. Korkular, kuşkular, küçük tasalar olmamalı. Fakat neden olmasın ki? İnsan olmanın halleri bunlar. Kimi mektuplarda bir sızı saplanıyor içime. Hele biri var, beni derinden etkileyen. 1957 yılının bir Mart gününde Ahmet Arif’in yüreğiyle bir oluyor yüreğim: “Leylim canım, sana güzel bir çanta getirtmiştim. İki aydır göndermeyi yediremiyordum kendime. Sebebi de senin bunu, yazışmayı sağlamak için bahane sayacağın sanısı. O hale koydun beni. Hergele!” İçim titriyor Ahmed Arif’in yazdıklarıyla. Ona bu gönül kırgınlığını yaşatıp, bu satırları yazdırtan Leylisine azıcık öfkeleniyorum. Ah, bir de onun mektuplarını okuyup, onun dilinden yaşasaydık her şeyi, belki de hak verirdim Leyla’ya kim bilir. Bir yandan da “hergele” sözcüğünün böyle güzel söylenişine ilk kez tanık olduğumu düşünüyorum. Leyla’sının ondan gitgide daha fazla uzaklaştığını hissettiği son mektuplarından birinde “Yaşaman, var olmandır beni tutan.”diyor Ahmed Arif, “Ben salt sevdim. Ötesini düşünmedim, düşünemedim Leylam.” Bunu söyleyebilecek kaç kişi var? Onlar aşkı farklı yaşayanlar demiştik ya.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|