|
|
Özgecanlar Öldürüldüğü İçin 29 Milyon Yoksul VarKategori: Özel Dosyalar | 0 Yorum | 21 Şubat 2015 02:52:12 Ne alaka demeyin. Hepsini teker teker anlatacağım. Önce bir olayı hatırlayalım. Özgecan Aslan Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisiydi. Okulundan çıktı, Mersin’deki evine gitmek için bir arkadaşıyla minibüse bindi. Tarsus’ta oturan arkadaşı minibüsten inince araçta tek başına kaldı. Şöfor Suphi Altındöken minibüsü normal rotası dışına çıkardı, Özgecan’ın itirazlarına rağmen aracı tenha bir yere çekti ve genç kıza tecavüze kalkıştı.
Özgecan şiddetle karşılık verince, bıçağını çıkartıp kendisine defalarca sapladı. Ardından levye ile vurarak öldürdü. Babası Necmettin Altındöken ve muavin Fatih Gökçe’yi yardıma çağırdı. Genç kızın naaşını benzin dökerek yaktılar. Yakalandıklarında bu vahşetin izi hala yüzlerindeydi. Bu hikaye sadece basit bir cinayet hikayesi değil, bütün yönleriyle neden böyle bir ülkede, bu şartlar altında yaşadığımızın da küçük bir özeti. Eğitim Sistemi Suphiler Yetiştiriyor Uluslararası verilere göre Türkiye’de yetişkinlerin ortalama eğitim seviyesi 5,3 yıl. Bu bakımdan 100 ülke arasında 61’inci sıradayız. Daha iyi anlamak için Zimbabve’de eğitim seviyesi ortalama 5,4 yıl, Zambiya’da 5,5 yıl, Svaziland’da 6 yıl. Yani ortalama bir Türk ortalama bir Zambiya’lıdan bile daha az eğitim alıyor. Ortalama bir Amerikalı 12 yıl eğitim alırken, Kanada’lı 11,6 yıl bir Alman ise 10,2 yıl eğitime sahip. Yani Türkiye ortalama ilkokul mezunuyken, Kanadalılar lise mezunu. Aradaki fark bu kadar büyük. (Kaynak: Nationmaster) Elbette insanların gelişkinlik seviyesi sadece ne kadar yıl eğitim aldıkları ile orantılı değil, eğitimin niteliği ile de alakalı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tarafından 2000’den bu yana her 3 yılda bir yapılan PISA sınavları, öğrencilerin okuma becerileri, matematik ve fen alanlarındaki okur yazarlığını ölçüyor. 2012’de bu programa 34’ü OECD üyesi 65 ülke katıldı. Türkiye 15 yaşındaki öğrencilerin katıldığı PISA’ya göre matematikte 44, fende 43. sırada. Eğitim Sistemi uzmanı Selçuk Şirin’in verdiği bilgiye göre Türkiye, gençlerin sorun çözme becerileri konusunda Şili (2,1) Uruguay (1,2), Malezya (0,9) gibi ülkelerle birlikte son sıralarda yer alıyor. Doç. Dr. Şirin aynen şöyle söylüyor: “PISA’nın ‘Yaratıcılık ve problem çözme’ isimli alt testi var. Türkiye’de bu testte başarılı olan çocukların oranı 2,2. Bir toplumda zaten yüzde 5’lik bir ileri zekâlı çocuk var. Biz bu grubu 15 yaşına gelene kadar 2,2’ye indiriyoruz. Böyle bir eğitim sistemimiz var. Bakın bu oran İsrail’de 8,8, OECD ortalaması yüzde 12, Güney Kore’de yüzde 28.” (Kaynak: Birgün) Yani Türkiye’de ortalama vatandaş hem çok az süre eğitim alıyor hem de eğitim son derece kalitesiz. Temel bilimler, analitik zekanın gelişimi gibi alanlarda eğitim sistemi çocuklarımıza bir şey katmadığı gibi, zeki çocuklarımızı bile geriye götürüyor. Üstelik eğitim sisteminin müfredatı da evrensel standartlarla uyumlu değil. Dolayısıyla çocuklarımız kötü bir eğitim sistemine maruz kalarak yeteneklerini de kaybediyorlar. Dolayısıyla Suphi Altındöken gibi isimler, çok az bir süre içerik olarak da kötü bir eğitim sistemine dahil oluyorlar. Eğitim sisteminde medeni bilgiler öğretilmiyor. Vatandaşlık hukuku, Anayasa hukuku, İnsan Hakları, Mantık, Felsefe gibi insanların diğer insanlarla doğru ilişkiler kurmasına yardımcı olacak bilgiler çocuklara verilmediği için beşeri ilişkiler geliştirmekte de sıkıntı duyuyorlar. Sonuçta ne oluyor? 1 tane Özgecan yetiştirirken, 100 tane Suphi Altındöken ve türevlerini yetiştiriyoruz. Özgecan gibi çocuklar toplum tarafından baskıya uğrayıp, yetersiz bir eğitim sistemine rağmen mücadele ederken, ondan daha farklı niteliklere sahip olanlar zaten tamamen kayboluyor. Hukuk Sistemi Mağdurları Değil Katilleri Koruyor Eğitim sistemimiz insanlarımızın analitik ve beşeri yeteneklerini geliştirmek üzerine değil, ezberci ve baskıcı bir eğitim ile insanların niteliklerini köreltmek üzerine kurulduğu için İyi bir eğitim almayan, temel medeni değerleri öğrenmeyen insanlar, ister istemez iyi işlere de sahip olamıyorlar. Yani hem yoksulluk ve işsizlik silsilesini aşamıyorlar hem de diğer insanlara saygı göstermeyi, onların haklarını tanımayı öğrenmiyorlar. Sonuçta bu ülkede milyonlarca insan eksik eğitimden kaynaklanan sorunlarla ve kültürel tabularla dolu bir şekilde sokaklara çıkıyor. İnsanların varlığına ve haklarına saygı göstermeyi öğrenmektense, kadının ikinci sınıf olduğunu, güçlü olanın kendi kurallarını dikte edebileceğini, güçlünün güçsüzü ezebileceğini, cinsel ilişkinin erkeğin elinin kiri, kadının ise namussuzluğu olduğunu öğrenen vatandaşlarımız diğer insanlarla ilişkilerini de bu temel “bilgiler” üzerinden kuruyorlar. Ortaya çıkan ihtilaflarda ne oluyor? Basına yansıyan haberlerden ne olduğunu öğreniyoruz. Suphi Altındöken babasını bıçakladığı, karısını ise “seni öldürürüm, boğazını keserim” diye sürekli tehdit ettiği ortaya çıktı. Eşini, çocuklarını sürekli dövdüğü, çevresindeki insanlarla da habire kavga ettiği biliniyor. Suphi Altındöken'e yardım eden Fatih Gökçe ise 4 ay önce bir kadına tecavüz etmiş. Tecavüz, adam yaralama, tehdit gibi eylemlerin suç olduğunu biliyoruz. Türk Ceza Kanunu’na göre bu suçlar nedeniyle kendisinin hapis cezası alması gerekiyor. Ancak Suphi Altındöken ve Fatih Gökçe rahatça minibüste çalışıyor. Neden? Çünkü Türkiye’de adli sistem çalışmıyor. Yargılama süreleri çok uzun. Yeterli hakim ve savcımız yok. Adli İstatistiklere göre 2013 yılında 2 milyon 785 bin 796 ceza davası var. Ortalama bir dava 231 günde görülüyor. Soruşturma evresinde bulunan dosya sayısı 6 milyon 679 bin. Ortalama görülme süresi 372 gün. Yani ortalama bir dava 603 günde sona eriyor. Yaklaşık 2 yıl. Demek ki suç işleyen bir insan ancak 2 yıl sonra ceza alabiliyor. O cezalar da yetersiz. Ne oluyor? Bu tip olaylar adli süreçlere yansısa bile zanlılar rahatça sokaklarda gezebilirken, mağdurlar mağduriyeti ile kalıyor. Yani hukuk sistemi sanıkları ödüllendiriyor, mağdurları cezalandırıyor. Bu yüzden insanların hukuka güveni erozyona uğruyor. Toplumda işlenen suçların nasılsa karşılıksız kalacağı, güçlü olanların zaten bir şekilde yolunu bulup kurtulacağı, diğerlerinin de eğer ceza alırsa çok üzün süre sonra çok az miktarda ceza alacağına yönelik bir kanı oluşuyor. Toplum içerisinde yaşanan çatışmaların çözümü hukuk olmayınca, insanlar “yaşamak için güçlü olmak, kendi ‘yolu’nu bulmak gerektiği” düşüncesini daha işlevsel buluyor. Sonuçta kimse kimsenin hakkına saygı duymuyor, gücü olanın gücü oranında kendi kurallarını dikte etmesi anlayışı yaygınlaşıyor. Netice? Hukuk güvencesinin bütün insanlara verdiği rahatlık ve güvenden yoksunuz. Herkes kendi başına bir jungleda yaşarmış gibi yaşamaya mecbur. Medeni değerler değil, orman kanunu geçerli. O zaman da Suphi Altındöken güçsüz vaziyette bulduğu Özgecan’ın bu durumundan yararlanmak isteyerek kendisine tecavüze kalkışabiliyor. Başına bir şey geleceğinden korkmuyor. Babası ve arkadaşını rahatça çağırıp naaşı imha etmeye çalışabiliyor, biri bile "Yahu burada cinayet işlenmiş, hukuka gidelim" demiyor. Öyle bir medeni değerleri de yok. O yüzden Özgecanlar başlarına sürekli bir şey geleceği korkusuyla yaşamak zorunda kalıyor. Bütün aileler de bu korkuyu hissediyor. Şiddet Sarmalı: Kol Kırılıyor, Yen İçinde Kalıyor, Bedelini Herkes Ödüyor Basına yansıyan bilgilerden Suphi Altındöken’in de aile içi şiddete maruz kaldığını öğreniyoruz. İyi bir eğitim almayan, güçlü bir hukuk sisteminin bulunmadığı bir ülkede aile içi şiddete maruz kalan bütün çocuklar, otoritenin kendilerine şiddet uygulayabileceğini, güçlü olanın güçsüz olanlara tahakküm kurabileceğini, hakkın bir anlamı olmadığını da öğreniyor. Neticede Suphi Altındöken gibiler kendi ailelerine ve çevrelerine de şiddet uyguluyor. Yapılan araştırmalar Türkiye’deki kadınların yarısının aile içinde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını gösteriyor. Yani bu “özel değil genel, genel bir ahlaksızlık.” (Kaynak: Onedio) Peki bu genel ahlaksızlık neden toplumda bir sorun oluşturmuyor? Çünkü geleneksel değerler içerisinde erkeğin, babanın, kadına veya çocuklara şiddet uygulaması “kabul gören” bir davranış. Yani bu durum hukuken suç olsa da, toplumsal normlar açısından “yadsınacak” bir ahlaksızlık değil. Böyle olunca da aile içinde şiddet kendi kendini yeniden üretiyor. Aile içinde şiddet normalleşince, güçlü olanın güçsüz olana şiddet uygulaması ve haksızlık yapması da bir fikir olarak normalleşiyor. Toplumun içindeki bireylerin birbirleriyle ilişki kurma biçimlerini belirleyen zihniyet bu olunca, toplumdaki güçsüz bireyler eziliyor, hakları korunmuyor ve güçlüler kendilerinde her şeyi yapma hakkını görüyor. Sonuçta herkes güçlülerin kendilerini ezebileceği tehdidi altında yaşamak zorunda kalıyor. Bu dişli içerisinde hepimiz kalıyoruz. Özgecanlar ölürken, Suphiler de katil oluyor, çevrelerine zarar veriyor, bir çok insanı mağdur ediyor. Orman Kanunu ve Keyfi Yönetim Eğitim sistemi zayıf, hukuk sistemi işlemiyor, geleneksel değerler de güçlünün güçsüzü ezebileceği bir zihniyeti normalleştiriyor. Sonuç? Toplumda insanların eşit haklara sahip olduğu, herkesin hakkının korunması gerektiği, devleti yönetenlerin adaleti sağlamaya mükellef olduğu, toplumca üretilen kaynakları kullananların bu nedenle hesap vermesi gerektiği gibi demokratik bir toplumun temeli olan değerler kısa vadede işlevsiz kalıyor. Onun yerine güçlünün kendi kurallarını güçsüzlere dikte edebileceği, güçsüzün buna boyun eğmesi gerektiği, güçlünün yanında duranın kazanacağı gibi inanışlar bulunuyor. “Biz”den olanların yükümlülüğü “bize” dair olanların çıkarlarını genişletmek ve korumakken, ötekilerin payına düşen tek şey buna sessiz kalmak. Toplum kendi içinde 0 toplamlı böyle bir mücadeleye girdiği için de herkes kendi kampına çekilerek diğer kamp aleyhine çıkarlarını maksimize etmeye çalışıyor. Çünkü herkes kendi çıkarlarını haksız da olsa arttırmaya çalışırken, diğerlerine haksızlık yapıyor, zulmediyor. İktidara geçenin haksızlık yapması “doğal” ve “olağan” olduğu için, herkes de kendini tehdit altında hissediyor. Devleti yönetmeye talip olanlar da herkesin hakkını korumak yerine, kendi kamplarının çıkarlarını maksimize etmeyi vaad ediyor, eğer kendilerine bir şey olursa kendi kamplarına mensup olan herkesin çıkarlarının yok olacağını telkin ediyor. Sonuçta Türkiye’nin kaynakları bu ülkede yaşayan insanların haklarını genişletmek, özgürlüklerini korumak, adaleti sağlamak için kullanılmıyor. Kimse de bunun hesabını sormuyor. Kaynaklar hesap verilmeden kullanıldığı için de toplumun kaynakları israf ediliyor, siyaset ve çevresinin zenginleşmesine kullanılıyor ama daha iyi bir eğitim sistemi, daha iyi işleyen bir adalet sistemi için çok az kaynak harcanıyor. Hatta tam aksine eğitim ve adalet sistemi bu toplumsal savaşta birer araca dönüştürülüp, okullar hakim partinin insan kaynağı yetiştirmek, adalet de ötekilere zulmetme aparatı oluyor. Sonuç: Özgecanlar Ölüyor, Burada Korku, Yoksulluk ve Sefaletle Yaşıyoruz Fotoğrafı biliyorsunuz. Iphone ABD'de üretildi çünkü ABD'de kişi başına düşen eğitim seviyesi 12 yıl, işleyen bir hukuk sistemi var, kadınlar işgücüne katıldığı için ülke kendi insan kaynaklarından çok daha yüksek bir seviyede yararlanıyor. Özgür üniversiteler var, eğitim sistemi bize göre çok daha nitelikli ve işleyen bir yargı mekanizması bulunuyor. Temel hak ve özgürlükler korunuyor, ifade özgürlüğü var, basın özgür dolayısıyla halk kendi hükümetinin kaynakları nasıl kullandığını da denetleyebiliyor. Sonuçta siyasi bağlantılarla rant sağlamayı değil, üretimi destekleyen bir sistem var. Yetişmiş insanlar var, sermaye birikimi var, dolayısıyla insanlar "yatırım" yapıyor. Steve Jobs Iphone'u geliştirirken, ABD'de eğitim görmüş AR-GE elemanlarını çalıştırıyor, buraya kaynak ayırıyor, bunu destekleyen eko sistemden yararlanıyor. (Bkz: Hayatımıza dair acı gerçek: Steve Jobs nasıl inşaat sektörüne girdi, Apple neden çimento fabrikası açtı?) Yani Özgecan ABD'de doğsa, iyi bir eğitim alacaktı. Hukuk güvenliği içerisinde hakları korunarak yaşayacaktı. Belki Apple'da çalışacaktı. Neticede o üretecekti, biz satın alacaktık ve ABD'yi zengin edecektik. Peki bu sistemin sonucunda ne oluyor? Daha az Özgecan yetişiyor. Özgecanlar az yetiştiği için katma değeri yüksek ürünler üretemiyoruz. Bu ürünleri dünyaya satarak ülkemizi zenginleştiremiyoruz. Daha az kaynağa ve yatırım imkanına sahip oluyoruz. Hukuk sistemi işlemediği ve iyi yetişmiş, beşeri kabiliyetleri yüksek insanımız az olduğu için, yüksek katma değerli ürün üreten uluslararası girişimciler de Türkiye’ye yatırım yapmıyor. Çünkü onlar da haklarının korunmayacağını, bu ülkede yeterli beşeri kaynak olmadığını düşünüyor. Yani bu ülkede daha az sermayeye sahip oluyoruz. Türkiye gelişmiş bir ülke olamıyor, gelişmiş ülkelerin pazarı oluyor. Yani kısıtlı kaynağımızı Finlandiyalıların, Almanların ürettiği ürünleri almak için kullanıyor, onları zengin etmek için harcıyoruz. İnsanlarımız iyi bir eğitime sahip olmadıkları için düşük karlı, niteliksiz işlerde üç otuz paraya çalışmak zorunda kalıyor. Yeterli yatırım yapılmadığı için iyi eğitimliler de az eğitim alanlar gibi işsiz kalıyor. Sonuçta hem 5,5 milyon insan işsiz kalıyor, hem de bu kadar fazla sayıda işsiz olduğu için çalışanların da maaşları baskı altında kalıyor, onlar da düşük ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Tesadüf değil 29 milyon insan yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Yine çağdaş bir eğitim sistemi ve işleyen bir yargı mekanizması olmadığı için devleti yönetenler de kaynakları kendi avantajlarına hesap vermeden kullanıyor, yani bu sarmaldan çıkmamıza neden olabilecek yapısal yatırımlar yerine, kendi sistemlerine dahil olanları kazandıracak, hiçbir katma değeri olmayan yatırımlar yapılıyor. Sonuçta devlet babaları ve anneleri dövüyor, babalar ve anneler her gün ekonomik sıkıntılarla mücadele ediyor, sokağa çıktıklarında her bakımdan tehdit altında kalıyor, kimse hukuka güvenmiyor, onlar da hakim zihniyet yüzünden çocuklarını dövüyor, çocuklar da güçlü olanın güçsüz olanı ezebileceğini öğrenerek kötü bir eğitim alıp büyüyor, minibüs şöforlüğü yaparken, bu tornadan hasbelkader biraz daha iyi bir şekilde çıkabilmiş Özgecan’ı görüyor. Sosyopat olarak yetiştirilmiş ve bundan hiçbir zarar görmemiş bir insan olarak Özgecan’ı öldürüyor. Hepimiz işsizliğe, yoksulluğa, sefalete mahkum kalıyoruz ve sonra bu döngü bir kez daha başlıyor. Halbuki bu mengeneden çıkabiliriz.. İnsan haklarını, vatandaşlık hukukunu öğreten, bizim yeteneklerimizi körelten değil geliştiren bir eğitim sistemi kurabiliriz. Hukuk sisteminin bir intikam aracı olarak kullanıldığı değil, adaleti sağlamakla mükellef etkin bir mekanizma olmasını isteyebiliriz. “Yolumuzu bulmak” için değil, herkesin haklarının korunduğu, kimsenin ayrımcılığa uğramadığı bir ülkede yaşamak için mücadele edebilir, sonra devleti yönetenlerden bu ilkelere göre hareket etmelerini, toplumsal kaynaklarını nasıl harcadıklarının hesabını vermelerini, suç işleyen kim olursa olsun ceza alması gerektiğini talep edebiliriz. Eğer bunu yaparsak çocuğumuzu okula gönderdiğimizde başına bir şey gelir mi diye korkmayız, daha iyi bir eğitim sistemi sayesinde haklarımızı daha iyi koruyabilir, daha iyi işler kurabilir, daha iyi işlerde çalışabilir, dünyayla rekabet edebilir, bu ülkeyi zenginleştirebilir, yoksulluğu azaltabilir, daha özgür ve müreffeh bir Türkiye kurabiliriz. Ya da döner “O kızın o saatte minibüste ne işi varmış” diye sorar, işlemeyen bir yargı sistemi olmasına rağmen idam cezasını talep eder, eğitim sisteminde kadınlarla erkekleri tamamen ayırarak kadınları daha da ikinci sınıf vatandaş haline getirir, güçlünün her şeyi yapabileceği zihniyetine daha da sarılır bu cehennemde hep birlikte yaşamaya devam ederiz. Bu belki “daha kolay” olandır, sadece bir maliyeti var. Fakir bir ülke, yoksullukla mücadele eden ve şiddet gören milyonlar, her gün kabuslar gören bir korku toplumu… Kaynak : onedio.com
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|