|
Bir elmayla bir profesörün serüveniKategori: Günün içinden notlar | 1 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 25 Kasım 2014 03:14:02 Bir eğitim videosu seyretmiştim bir süre önce. Konuyu anlatan profesör elindeki elmayı gösteriyor ve soruyordu. “Ne dersiniz, sizce bu elma benim vücudumun bir parçası mı, değil mi?” Çok büyük çoğunluk “Hayır değil.” diyordu, “Elma ayrı bir varlık.”
“Peki,” dedi profesör, “şimdi size başka bir soru soracağım. Az sonra elmadan bir parça ısıracağım, çiğneyip yutacağım. Ve siz elmanın benim vücudumun parçası olmaya başladığını düşündüğünüz anı, saniyeyi not edeceksiniz. Tamam mı? Evet! Süre ölçer işlemeye başlıyor. Başladı. Isırdım, çiğniyorum, tadını ağzımda hissediyorum, çiğniyorum, çiğniyorum, birazcık elma suyu boğazımdan aşağıya inmeye başladı, şimdi çiğnediğimin bir kısmını yutuyorum. Geri kalanını çiğniyorum, hepsini yutuyorum. Evet, hepsini yuttum. Süre ölçeri durdurdum. Hadi şimdi yanıtlara bakalım. Bakalım hangi saniyede elma benim vücudumun parçası oldu diyorsunuz... Neler yazdınız? Görelim... Gördüğünüz gibi, türlü türlü yanıt var. Kiminiz ısırdığım anda elmanın benim vücudumun parçası olmaya başladığını düşünüyor, kimi çiğnediğimde, kimi birazını, kimi tamamını yuttuğumda. Gördüğünüz gibi kesin bir yanıt, kesin bir sınır yok. Elmayı ve beni ayrı birer varlık değil, bir bütünün parçaları olarak düşünebilir miyiz o zaman? Aslında her şey bir bütünün parçası, hep birlikte bütünü oluşturuyoruz. Ama biz her şeyi sınıflara ayırıyoruz, etiketliyoruz, çünkü öyle yapmak kolay, yararlı. Yaşamı kolaylaştırıyor. Fakat sonra önyargılar ve ayrımcılık başlıyor. Şimdi burada, elma ve insan farklı bir örnek tabii ama örneğin Amerikalı, Avrupalı, Asyalı, kadın, erkek, beyaz zenci. Bunlar hep, önyargıya açık sınıflamalar. Oysa aralarındaki sınırlar o kadar da kesin değil. Beyaz Amerikalı her yüz kişiden birinin genleri bir siyah Amerikalıdan geliyorsa, her beş siyah Amerikalıdan birinin ise beyaz Amerikalı bir atası varsa kesin bir sınır olabilir mi? ” Bu video şimdi neden aklıma geldi... Balto’yu veterinere götürdük. Beklerken yan koltukta bir kadın. Köpeğini sabah bırakmış, tüyleri kesilip düzeltilsin, banyosu yaptırılsın, temizlenip süslensin diye. Akşam üzeri almaya gelmiş. Balto’yu görünce, “Aman bu ne güzel şey,” diye başlayıp devam etti. “Ah! Ne güzel yaratıklar bunlar. Köpekler bir başka oluyor. Kediler aynı değil. Bir kere, kediyle iletişim kuramıyorsunuz. Okudunuz mu, geçenlerde? Yeni bir araştırma sonucu vardı. Kedi sahipleriyle köpek sahiplerinin kişilikleri ne kadar farklı... Köpek sevenler arkadaş canlısı, sosyal... Disiplinli, azimli. Çevremdekilere, köpek sahibi olanlara bakıyorum da, gerçekten doğru. ” Kedi ya da köpeği olan pek çok tanıdığım var, söz zaman zaman buraya gelir kedi ve köpek sahipleri arasında. Herkes kendi seçiminden memnundur, bazısı memnun olmakla kalmaz, ötekinden (kedi ya da köpek) hoşlanmadığını dile getirir. Burada artık konu, kedileri ve köpekleri sevmekten çıkmış, iki sosyal sınıf oluşmuştur. Kedi sahipleri (kedi sevenler) ve köpek sahipleri (köpek sevenler). Profesör Scott’un videoda sözünü ettiğine benzer olarak, bu iki sınıfın sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş değil (hem kedi hem köpeğe sahip olan kişiler olduğu gibi, birini tercih eden ama öbürünü de seven milyonlarca kişi var), ama sınıflaşma bir kez olduktan sonra, iki taraf da kendi gruplarının ortak özelliklerini benimsiyorlar. Böylece grup gitgide daha bağdaşık (homojen) oluyor. Ait olma duygusuyla, belki de daha önce sahip olmadıkları özellikleri sahiplenmeye başlıyorlar. Farkında bile olmadan kendi grubuna karşı olumlu, öbür gruba karşı olumsuz önyargı ortaya çıkıyor. Yalnızca kedi ve köpek sahipleri için değil, tüm sınıflamalar için aynı şey geçerli. ‘Biz ve onlar’oluşuyor. Köpek sahipleri kedi sahiplerine karşı. Galatasaraylılar Fenerbahçelilere karşı. Çay sevenler kahve sevenlere karşı. (Bir iş arkadaşım herkese sorardı: Çaycı mısın, kahveci misin? (Are you a tea person or a coffee person?) Neden her şeyi, herkesi sınıflara ayırmayı, etiketlemeyi seviyoruz? “İnsan aklı, doğası gereği kategorilerin yardımıyla düşünmek zorunda.” diyor Amerikalı ruhbilimci Gordon W. Allport, The Nature of Prejudice (Önyargının Doğası) adlı kitabında, “Kategorilerse bir kez oluştuktan sonra, normal önyargılara yol açarlar. Bu süreci önlememiz olanak dışıdır, çünkü toplumların kurallar içinde yaşaması buna bağlıdır.” Evet, nesneleri, varlıkları, olguları birbirinden ayırmak, neden söz ettiğimizi anlatabilmek, anlayabilmek için sınıflama gerekli. Hayvanlar, bitkiler. Çiçekli bitkiler, çiçeksiz bitkiler. Gündüz, gece. Çocuk, yetişkin. Kadın, erkek. Öğrenci, öğretmen. Roman, öykü. Avrupalı, Amerikalı. Fakat bu sınıfların sınır çizgileri hiçbir zaman kesin değil. Yaşamı kolaylaştırmak için oluşturulmuş sözel tanımlamalar bunlar. Önyargıdan ve ayrımcılıktan uzak durmak için akılda tutulması gereken şey de bu zaten. ‘İstanbul’dan başka yerde yaşayamam’cılar, ‘Ankara gibisi yok’culara karşı. Amerika’da New York’cular, Los Angelas’cılara karşı. Kanada’da Vancouver’cular, Toronto’culara karşı. Sydney’liler Melbourne’lulara karşı. Geçende bir yerde okudum. Biri soruyor. “İki taraf arasında tartışmaya yol açmak istemem ama Sydney ve Melbourne’un artıları eksileri sizce neler?” Öteki sıralıyor. “Sydney ruhsuz, pahalı, düzensiz. İnsanlar züppe, gergin ve düşüncesiz. Melbourne temiz ve güzel, insanlar iyimser ve de giyimleri son moda. Kafeler ve kahve harika. Avrupa şehirlerinin havası var.” Birinci kişi yanıtlıyor. “Melbourne’da nereye baksan AFL (Avustralya Futbolu), bıktım. Kafe kültürü gülünç bir hale geldi. Herkesin kolunda dövme. Herkes özentili. Herkes kahveden ve yemekten çok iyi anladığını sanıyor. Melbourne kendi olmak yerine, Avrupalı olmak için çok fena çaba harcıyor.” Gruplar arasındaki iletişim, şakalaşma, eğlence düzeyinde olursa kimseye bir zararı yok diyenler olabilir. Belki var belki yok. Benim vurgulamak istediğim şey, sosyal sınıflandırma ve sosyal kimlik arasındaki iki yönlü ilişki. Sınıflandırmanın getirisi olan ‘biz ve onlar’ olgusu. Sosyal sınıfları oluştururken, onlarla ilgili kalıpları da oluşturmaya başlıyoruz. Bu, her zaman yıkıcı, yaralayıcı etkiler yapmasa da, hemen hemen her zaman kalıplar (klişeler) halinde düşünmeye ve önyargıya yol açıyor. Akademisyen; fabrika işçisi; avukat; yeniyetme; kadın şoför; ikinci el araba satıcısı; İngiliz; İtalyan ya da Güney Amerikalı sözcüklerini düşünün. Bu sözcüklerin her biri, hepimize aynı şeyleri söylüyor. Sınıflar için farkına bile varmadan geliştirdiğimiz ortak düşüncelerden, kalıplardan söz ediyorum. Yeniyetme dediğimizde evet, belli yaş grubunun içindeki bir kız ya da erkekten söz ediyoruz ama bunun yanısıra delidolu, aklı bir karış havada, güvenilmez gibi gerçek ya da gerçek değil pek çok şey söylüyor sözcük. Varsın olsun bu kalıplar, zarar vermedikten sonra diyebiliriz belki. Zaten büyük ölçüde kaçınılmaz, önlenemez bir şey bu. Fakat burada dikkatli olmak gerek. Çünkü, öğrenciyle, öğretmeni, Uzak Doğuluyla, Avrupalıyı, esmerle kumralı, mühendisle bahçevanı ayrı gruplara yerleştiriyorsak, topluluk halinde yaşamayı kolaylaştırmak için, yoksa aralarında temel bir fark olduğu için değil. Elbette sınıflandırma sürüp gidecek. Gordon W.Allport’un dediği gibi insanın doğal eğilimi bu. Geçenlerde bir makale gördüm: ‘Jane Austen, Emily Bronte’ye karşı. İngiliz edebiyatının kraliçesi hangisi?’ diyordu başlığında ve yapılan yorumlar ille de birini seçmekten hoşlanan pek çok kişi olduğunu gösteriyordu.
Yorumlarfugen
{ 25 Kasım 2014 05:10:12 }
Kutluyorum Saba.
Diğer Sayfalar: 1. Siniflamanin gerekliligini cok guzel tarif etmissin.Herkesin okumasi gereken bir konuya deginmissin.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|