|
Uykusuz sokaklardaki gizKategori: Günün içinden notlar | 4 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 17 Temmuz 2014 10:35:22 Sidney Adalet ve Polis müzesinde Gölgelerin Şehri fotoğraf sergisini geziyorum. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki zor yıllar. Sidney’in sert, soğuk, zorba ve yoksul yanı... İki yanında ağaçlarla uzayıp giden geniş ve bakımlı sokaklar yok bu resimlerde. Pırıltılar saçan avizeleriyle büyük ve zengin köşkler ya da kapısının önüne birkaç çiçek ekilmiş mutlu görünümlü alçak gönüllü minik evler yok. Şehrin şiddet dolu, suç dolu mahalleleri bunlar.
Karanlık, gölgeli sokaklar. Depolar, fabrikalar, ucuz kafeler, lokantalar, birahaneler. İki üç dükkanın sıralandığı pasajlar, tramvay durakları, tehlikeli görünümlü dar geçitler. Yan yana, aralıksız dizilmiş küçücük yoksul evleri, rengi soluk eşyalarıyla oturma odaları, bakımsız, kirli mutfaklar. Belki küçük bir hırsızlıktan, belki dolandırıcılıktan belki de cinayetten yakalanmış kadınlar, erkekler... Göz göze geliyorsunuz... Kim bilir 1930’larda mı yoksa 1940’larda mı bir gün, gözleri sizin gözünüzde... Ya yüzleri... Alaycı. Saldırgan. Umursamaz. Şaşkın. Korkmuş. Kederli. Boyun eğmiş. Gülümseyen, neredeyse mutlu. Nasıl bilebilirim ki? Belki mutlu. Şehrin, şehirlerin karanlık ve bize yabancı yanında ürküten olduğu kadar çeken bir şeyler de yok mu? Ürkütmüyor bile çünkü çok uzağındayız. Bizimkinden farklı, hem de çok farklı yaşamlar. Uzak bir ilgiyle bakıyoruz. Merakla, bazen şaşkınlıkla. Biraz da tepeden, belki azıcık kibirle. Yazık ya nasıl yaşamışlar şu hayatlara bak, dercesine... Daha doğarken şanssız olunca ne yapsın insan, kimin başına ne geleceğini kim bilebilir, dercesine... İnsancıl, himaye eden ve tepeden bakan... Onlardan biri olmadığımız için gizli bir sevinçle... Bir yandan da tuhaf bir merakla... Büyülenerek... Haydi canım nesi büyüleyecek bunların demeyin, öyle olmasaydı bütün bu polisiye edebiyat, cinayet ve suç romanları, filmleri böylesine ilgi çeker miydi? Ünlü fotoğraf sanatçısı Brassai’nin dediği gibi, tekinsiz şeylerde bir derinlik ve güzellik saklı olabilir. Brassai makinesi elinde Paris gecelerinin karanlık sokaklarında dolaşırmış hep, sonsuzluğa bırakmak istediği anları yakalamak için. 1920 ile 1960 yılları arasında çekilmiş adli tıp fotoğrafları, New South Wales Polis deposunda öylece yatarken, 1980’de depo sel baskınına uğrayınca kurtarılmış, bir kenara konup yeniden unutulmuş. Sonraki on beş yıl kimse uğraşmamış sayısı yüz otuz bini bulan fotoğraflarla. Bir bölümü hala özgün Kodak kutularında cam negatifler halinde duran, dört tonluk fotoğraf ve fotoğraf malzemesi... Neden sonra, 1995’de Kültürel Miras ve Çevre Bakanlığı fotoğraflarla ilgilenmeye karar verip, polisiye roman yazarı ve akademisyen Peter Doyle ile birlikte çalışmış; film tadında, edebiyat tadında Gölgelerin Şehri sergisi böylece ortaya çıkmış. Fotoğraflar daha sonra kitap olarak da (City of Shadows) yayınlanmış. Film tadında, edebiyat tadında diyorum, çünkü adli tıp fotoğrafçılarının notları ve olaylarla ilgili polis dosyaları bugüne ulaşmayınca, fotoğrafları seyrederken düş gücünüz de giriyor işin içine . Bir kentin yaşam öyküsü saklı bu resimlerde. Şu bomboş Sidney caddesine bakın... Caldwell’s Quality Wines... Evet evet, kapıdan içeri adımımızı attığımızda küflü bir serinlik karşılayacak değil mi? 1930’larda yağmurlu bir gün... Kim bilir, kim az önce koşarcasına yürüdü buralarda, bir dükkana daldı ıslanmamak için? Issız sokaklarda herhangi bir olayın izi yok ama kim bilir neler olmuş da polis arşivinde yerini almış bu iki resim? Yan yana evler, belki bir bakkal dükkanı ya da küçük bir kafe... Kapısında sivil polisler... Duvarda “Don’t argue! We stock geniune pineapple. (Ananaslarımızın gerçekliği tartışılmaz.)” yazıyor. Altında da “Taze sandviçler, etli paylar, sosis...” Devrilmiş bir iskemle, kırışmış kilimin üzerinde tek bir ayakkabı... Öbürü kim bilir nerelerde? Belli ki bir kadın saldırıya uğramış. Bir sehpa... Üzerinde birkaç tabak, iki çay tabağı. Fincanların biri ortalıkta yok. Şöminenin rafında kısa siyah saçlı bir kadının ve başında asker şapkasıyla bir erkeğin fotoğrafı. Kapının arkasına asılmış giysiler. Bir fincan çaydan hemen önce neler oldu burada? Cadde... Kamyonetle otobüs çarpışmış. Onlarca kişi toplanmış seyrediyor. Birbiriyle konuşanlar... Fikir mi yürütüyorlar, dedikodu mu yapıyorlar? Resmin alt ucunda iki genç kadın, fotoğrafçıyı fark etmişler, merceğe gülümsüyorlar. Yaşamın bugünkü hızına ulaşmadığı günler, trafik kazalarını seyredecek boş vakit var. Ya da henüz televizyonun olmadığı yıllarda trafik kazaları televizyonun görevini yapıyor(!). Kanepenin fırfırlı kılıfıyla, iskemlelerle, duvarda asılı resimle ne de düzgün bir oda. Bir kadının cansız bedeni yatakta, yastıkta kan lekesi. Yandaki koltuğun üzerinde haftalık dergi Truth. 1920’lerin skandallar dergisi. Kim kimi öldürdü, kim kimi dolandırdı, kim kimden boşandı, kimin adı hangi seks skandalına karıştı... Sergi hazırlığı sırasındaki araştırmalarda çoğu bilgi polis arşivlerinden değil Truth’dan edinilmiş. Masanın üzerindeki giysi askısıyla, duvardaki minicik Amerikan bayrağıyla, koltuktaki Truth dergisiyle, derginin kapağındaki Bad Girl başlığıyla ne çok şey söylüyor bu fotoğraf. Gölgelerin Şehri kitabını okuduğumda, tutuklu fotoğraflarının iki tür olduğunu, bazılarının cezaevinde bazılarının karakolda çekildiğini öğreniyorum. Cezaevi resimlerinin çoğu tek tek, karakol resimleriyse tuhaf bir şekilde birkaç kişilik gruplar halinde çekilmiş. Bu resimler sanki polis fotoğrafları değil. Birkaç arkadaş giyinip kuşanıp stüdyoya giderek fotoğraf çektirmiş gibiler. Hareket var, yaşam var bunlarda. Suçlular bir polis kaydı olarak değil insan olarak fark ediliyorlar. Üç güzel kadın yan yana, şık mantoları, şapkalarıyla gezmeye gitmek üzere hazırlanmış gibiler. Bir başka grup resminde dört erkek en düzgün takım elbiseleri içinde poz vermiş gülümsüyorlar. Bay Thompson’un yüzündeki ifadeyi nasıl yorumlarsınız? İki genç kadının, Bayan McQuade ile arkadaşı Bayan Keith’in resmi en sevdiğim fotoğraf. Bayan McQuade ekoseli elbisesinin, yün hırkasının içinde fotoğraf makinesine neşeyle gülümsüyor. Bayan Keith siyah bir etek ve kürt ceket giymiş. Skandallar dergisi Truth’da yayınlanan haberden, Bayan McQuade’in şöyle dediğini öğreniyoruz: Öyle bir aceleyle alıp fotoğraf çekmeye götürdüler ki, saçımızı başımızı düzeltip makyaj yapmaya bile vaktimiz olmadı. Yarı uykuluyduk fotoğrafımız çekilirken, türbanımı da yanlış takmışım. On sekiz ve on dokuz yaşlarındaymış bu kızlar. Türbanını doğru dürüst takamamış sevimli yüzlü Neville McQuade ile keyifsiz Lewis Keith 1942’de hırsızlıktan yakalanmışlar, bir hafta göz altında tutulduktan sonra şartlı olarak salıverilmişler. Bir fotoğraf sanatçısının modelleri gibiler Gölgeler Şehrinin kadınları, erkekleri. Bazen insan kahramanları kendine benzeyen kitapları okumak ister. Benzer aile yapısına, benzer geçmişe sahip, aynı türden eğitim almış kişiler neler yapmışlar, nasıl yaşamışlardır öğrenmek, onları tanımak ister. Bazen de tam tersi, farklı olan çekicidir. Hüzünlü, tekinsiz, tuhaf bir gizem var bu fotoğraflarda. Bir kış akşam üzerinde, gökyüzü mavi mor olmuşken soğuk Sidney sokağına yeniden adımınızı attığınızda uzun süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Müze küratörlerinden birinin şu sözleriyle bitirmek istiyorum yazıyı: “Bu fotoğraflarda masumiyet yok,” diyor Caleb Williams, “1930’ların Sidney sokağının bir köşesine vurmuş, gözleri kamaştıran güneş ışığında bile geceye ait bir hüzün ve kasvet saklı.”
YorumlarNeslihan Kilicoglu
{ 19 Temmuz 2014 13:06:19 }
Kalemine, yuregine saglik Saba, keyifle okudum...
Ayşe, Cevat
{ 19 Temmuz 2014 11:40:50 }
Çok ilginç bir konu, gözlemlerin fevkalade... Çok da güzel anlatmışsın. İlhamın bol, yolun açık olsun osun...
fugen
{ 19 Temmuz 2014 02:52:10 }
kutluyorum Saba.Paylasimin icin tesekkurler.
nihat ziyalan
{ 17 Temmuz 2014 13:55:26 }
sevgili saba, çok sevdim. eline sağlık. lütfen devam.
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|