|
Elinden tutulacak sıradanlıklarKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 26 Haziran 2014 04:22:28 Bizim için alışılmış olan, yaşantımızın pek de farkına varmadığımız bir parçası olan bir şey, önemsediğimiz kişiler tarafından fark edilir, onlardan övgü alırsa, başka bir anlam kazanabiliyor. Alışılmışlığı, sıradanlığı sürüyor, fakat artık alışılmışlığıyla sevilir, hatta alışılmışlığı nedeniyle sevilir olabiliyor.
Burada, birazcık gururla karışık bir duygu giriyor işin içine. Karşımızdakine şöyle der gibi: Farkında mısınız, sizin uzaktan beğendiğiniz, ulaşmak ya da sahip olmak ya da denemek istediğiniz bu şey bizim için normal, bizim için her günlük. İşte bu türden bir duygu karışıyor işin içine... Birazcık çocukça... Beğenmeyip, belki de bıkıp kenara bıraktığı oyuncağı, önemsediği bir başka çocuk alıp oynarsa, nasıl da değerlenir ya o oyuncak... Aynı onun gibi. Hani, baaakk... bu benim işte, yaa, gibilerden... Özgün olan her hangi bir şey için olası bu. Bir nesne ya da davranış ya da yer. Tanık olduğum iki örnekten söz edeceğim. Birincisi, ülkemizdeki, arabaların güçlükle ilerlediği, yayaların sürekli iki yanı kollayarak yürümek zorunda olduğu eski dar sokaklar, taş yollar, sıkışık yapılar... Geri kalmışlığın göstergesi kabul edilip, şikayetçi olunuyor. Daha sonra Avrupa’da benzer yapılaşmaya sahip tarihi kentler görüldüğünde, bir özgünlük olarak değerlendiriyor. Bugünün yeni ve sıradan kentlerinden farklılık anlamını kazanıyor artık. İkincisi, Türk halk müziğini sıradan ve zevksiz bulan biri, Avustralyalı sanatçı Kim Sanders’ın cd’sini dinleyince, onun çalgısıyla, türkülere bir başka gözle bakabiliyor. Diyelim ki, ney sesi daha önce yalnızca eski Ramazanlardaki televizyon programlarını anımsatıyordu ona. Kim Sanders’in Türkiye’de bir süre yaşadığını, Erkin Koray’la ve bazı önemli ney ustalarıyla çalıştığını öğreniyor, onun Türk ney sanatçılarına olan saygısını, övgüsünü işitiyor. Ney sesine de, türkülere de verdiği anlam değişiyor. Bazen de tüketim toplumunun başını çekenlerin ellerinde ipler. Onlar hangi hedefi vuracaklarına karar veriyorlar, arkası geliyor. Bir bakıyorsunuz, birileri kahvenin elinden tutmuş, köylü ya da şehirli herhangi bir İtalyanın günlük alışkanlıklarından biri olan espresso, neskafe toplumuna girmiş, birdenbire iyi kahveden anlar olmanın ölçüsü oluvermiş. Ya da bir bakıyorsunuz biri çayın elinden tutuyor, Çinli kadının, erkeğin alçak gönüllü yeşil çayı ya da Türk olsun, İngiliz olsun, Avustralyalı olsun hepimizin içtiği sıradan çay, başka bir kimliğe bürünüyor. Dünyanın türlü aromalı çaylarını satan, onları demlemek için türlü türlü çaydanlıklar satan mağazalar açılıyor. Hani eski Türk filmlerinde yoksul, gözlüklü kızlar vardı. Birileri alırlar onları, gözlüklerini çıkartırlar, kuaföre götürürler, sonra bir de düzgün konuşma, nazik davranma dersleri verirler, o kız bambaşka biri olur. İşte sıradan olan, halkın olan şeylerin toplumun eğitimli ya da seçkin kesimi tarafından benimsenmesi için, sanatsal ve üst düzey kabul edilmesi için birilerinin böyle yardım elini uzatması (!) gerekiyor. Çok yıllar önce İtalyanlar Avustralya’ya yeni ve akın akın geldiklerinde Avustralya toplumu uzak duruyormuş, biraz da küçümsüyormuş onları. İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Avustralya’ya göçmüş İtalyan bir anne babanın çocuğu olan arkadaşım, 50’li yılların sonlarında ilkokuldayken Avustralyalı çocukların düşmanca tutumuyla karşı karşıya kaldığını anlatmıştı bir gün. İngiliz/Avustralyalı kocasıyla evlenirken, en çok o uzun ve garip İtalyan soyadının değiştiğine, Williams gibi klasik bir soyadı aldığına sevindiğini söylemişti şakayla karışık. Şimdilerde, bahçeye kurulan uzun mu uzun masanın çevresine oturmuş, gürültüyle konuşup sohbet eden, makarna yiyip şarap içen neşeli İtalyan imgesi reklamlarda kullanıldıkça, Avustralyalı İtalyanların kendilerine bakışınının da değiştiğine eminim. İtalyan bir geçmişe sahip olmak saklanacak değil övünülecek bir şey olabiliyor artık. Avustralya toplumu yalnızca tüketim toplumu değil, çok kültürlü bir toplum elbette ve Türkler de paylarını alıyorlar bu süreçten. Pideyi hala ‘payd’ diye okuyan pek çok Avustralyalı olduğuna eminim ama peynirli pide, ıspanaklı pide, gözleme çok sevilen yiyecekler arasında döner kebabın yanına çoktan yerleşti. Hemen her kafenin mönüsünde ‘Turkish bread sandwich’ lerin olduğunu sanırım bir başka yazıda da yazmıştım. Son birkaç aydır da, yakınlardaki bir alışveriş merkezinde küçük bir tezgahta Türkiye’nin çini desenli tabaklarının, vazolarının, mozaik masa lambalarının satıldığını görüyorum. Fakat burada bir şeyler oluyor. O çini tabağı Avustralyalı bir kadın alıp evinde bir köşeye koyduğunda, tabak farklı bir anlam kazanıyor. Aslında bu değişim, kadın tabağı satın alıp evine götürdüğünde değil, Türkiye’de birileri bu tabakları turistlere satmak amacıyla boyadıkları sırada başlıyor. Kültürün halka ait ve içten olan öğeleri nesneleşiyor. Köylü kadınlar ellerinde oklavayla dükkanın önündeki camekanlı bölmeye yerleşip, gözleme hamurunu açmaya başladıklarında, gözleme yapımı ‘sahnelenmiş’ oluyor. Yapaylaşıyor, özgünlük yok olup gidiyor. Daha önce içten olan şey, yabancılara sunulup, onlardan beğeni alarak asıl sahiplerine döndüğünde, eski anlamını yitiriyor. Elbette ki, her şeyi gözlerden uzak tutup, özgünlüğünü korumak olası değil, üstelik belki yanlış öyle yapılması. Çünkü saklamak değil paylaşmak istiyoruz, bilinsin istiyoruz. Belki bu da, başka pek çok şey gibi kendi yolunu kendi bulacak bir süreç.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|