|
Umut Diye Bir SözcükKategori: Berlin Günceleri | 2 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 24 Ocak 2008 02:08:31 Nâzım'ın şu iki dizesi de ne kadar anlamlı 2007 çekip gitmek üzereyken: "yaklaşan nedir bize uzaklaşan nedir bizden"
Berlin Günceleri 22 - 31 Aralık 2007 22 Aralık, Cumartesi İşe gitmemek ne güzeldi! Bu sabahki kahvaltıya biraz daha fazla özendim salata ve meyveyi de unutmadan. Alışveriş yerleri nasıl da kalabalık. Ağaçlara kırağı düşmüş, tarlalar da bembeyaz. Evde olmanın tadını çıkarıyorum. İnternetten Türkiye gazetelerini okudum. “Bakü’ye Gidiyorum Ay Balam”ı bitirmek üzereyim. Nâzım’ın şu iki dizesi de ne kadar anlamlı 2007 çekip gitmek üzereyken: “yaklaşan nedir bize uzaklaşan nedir bizden” 23 Aralık, Pazar 3. Advent. Sabah güneşi salonu avucunun içine almıştı. Gün ışığını görmek içimi ısıttı, oysa dışarısı eksi beş derece. Tatil kahvaltıları bir başka oluyor. Atatürk’ün Berlin’e gelişinin 90. yılı kutlaması için düzenlenen toplantıya Acem Özler götürdü bizi. Pazar günü Postdamer Meydanı ve Brandenburger Tor civarı kalabalıktı. Her yere Noel pazarları kurulmuş. Caddeler boydan boya süslenmiş. Adlon, elbette 1917’den çok farklı. Demokratik Almanya Cumhuriyeti varken burası ihmal edilmişti. 1989’dan sonra ünlü Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Adlon yeniden restore edildi. Farklı bir gün oldu. Evden çıkarken, aceleden, Dirim’in odasının ışığını unutmuşum. Kendime nasıl kızdım. Gide, Fransa’nın Nazi işgalinden kurtulduğunu görene dek sakal bırakır. “Kurtuluşu bekliyorum, tıraş olmak için. Ak bir sakal, uzuyor yüzümde.” Ben neyi, kimi bekliyorum yıllardır yüzümdeki ak sakalla? 24 Aralık, Pazartesi İşte bir bayram daha. İsa’nın doğumu. Kurbanlık koyun gibi bekleşen çamlar süslendi. Altlarına armağanlar dizildi. Akşam için kaz ya da hindi alındı, hazırlandı. Akrabalar, aileler bir araya geldi. Dirim kız arkadaşının ailesiyle. Yarın birlikte yemek yiyeceğiz. Emre Avusturya’da, kız arkadaşının ailesiyle. Akşam, kendimize göre yiyecek bir şeyler hazırladık. Öğleden sonra kütüphaneye gittim kapalı olduğunu unuttuğumdan. Durup dururken bir yorgunluk işte. Theodor Fontane’nin yetmiş beş yaşında yazdığı en iyi, en tanınmış romanı Effi Briest’i okumaya başladım. Roman, “yaşlı bir adamla evlenen genç bir kadının” yaşamını ele alıyor. Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri dizisinden çıkan kitabı Cumhuriyet, birkaç yıl önce, üç cilt olarak verdi okurlarına. İki yıl önce kaldığım Waren (Mürizt) bölgesi yazarı, Fontane. Düşünüyorum da, dünkü konuşmamda sanatın tüm alanlarındaki Batılılaşmadan da söz edebilirdim. Yurtdışına gönderilen müzisyen ve ressamlardan, ülkenin her yerinde verilen klasik müzik konserlerinden, tiyatrolardan, mimariden, sinemadan da örnekler verebilirdim kısaca. Başka şeylere takılıp kalınca asıl söylemesi gerekenler unutuluyor. “Yazı masamın önünde mutluluk duyuyorum. .. Ama kuşkum var; karışa karışa doğmakta olan yeni acunda bir yerim olacak mı?” (A. Gide) 25 Aralık, Salı Kahvaltıda yine döktürdüm, şiir gibi bir sofra donattım. Salon güneşi ağırlıyordu. Soyunup yanasım geldi. Sağa sola telefonlar ve sağdan soldan gelen telefonlar... Effi Briest’in ikinci cildini de bitirdim. “Bir insanın yüreğindekileri anlamak o denli o denli güçtür ki!” Effiler Berlin’e taşınırlar, 1894-95’in Berlin’ine. Akşam yemeğinde kerevizli, havuçlu, patatesli, kırmızı mercimekli bir kış çorbası. Sonra bezelyeli, şehriyeli pirinç pilavı. Hindi eti. Kalamar. Ben kırmızı lahana ve havuç salatası yaptım. Önceden kırmızı şarabı da açtım, iyice havalansın diye. Bugün de çalışamadım. Tembelleşmek yok diyorum kendime ama tatil havasına ne kadar da kolay kaptırdım kendimi! Okudukça’da “Edebiyatta Ankara”yı ele almışlardı. Ayla Kutlu’nun romanlarında Ankara büyük yer tutuyormuş, kitapalarına bir göz atmam gerekecek Yitik Kent: Ankara için. Ankara üzerine yazılan şiirlerden oluşan Ankara Rüzgârı’ndan (1998) söz edilmemesi, bu güzel seçkiyi hazırlayanlardan Hüseyin Atabaş ya da Ali Cengizkan’la bu konuda konuşulmaması, bana göre büyük eksiklik. Sonra, Ali Cengizkan, şairliğinin yanında mimar olarak da Ankara üzerine pek çok çalışmaya imza attı. Binbirgece’de uzatmalar ve entrikalar vardı yine. 26 Aralık, Çarşamba Orhan Kâhyaoğlu’nun yeni şiir kitabı: Rahimdeki Ot (Ekim 2007). Anlayabildiğim kadarıyla, Nuh’la yeniden doğuş ele alınıyor bu sımsıkı şiirlerde. “tekne bir yazboz tahtası.”, “doğanın çiftesidir aşk.”, “nuh, bir doyumdur.”, “nuh bir asalet!”, “çünkü ot bir sezgidir.”, “aslını suda bulan kuğu!” altını çizdiğim dizeler, imgeler. İki yaşlı insan, iki yaşlı dünya mı acaba? Kış güneşi olsun girmez mi salonlarına? Unutmak çocukluğa dönmek mi diye merak ediyorum. Üçüncü cildin sonunda, Effie Briest öldü. Biliyordum bunu. “Hava güzeldi, fakat parkta yaprakların çoğu şimdiden kızarmış, sararmıştı; üç gün süren gündönümü fırtınasından bu yana da yapraklar her yana dağılmış, yerlerde duruyordu. “ 27 Aralık, Perşembe Rahime fena halde grip oldu. Milli Kütüphane’de üç buçuk yıl çalıştığımdan mıdır, bilmiyorum, kütüphaneye gitme düşüncesi beni hep sevince boğmuştur. Rilke’nin Genç Bir Bayana Mektuplar kitabına ilişkin ayrıntılı bilgi gerekiyordu. “Genç Bir Bayanla Mektuplaşma”da kitaba ve mektuplara ilişkin ayrıntılı bilgiye ulaştım. Lisa Heise, Rilke’nin mektuplarını yanıtlamış. Aslında Rilke’nin yazdıklarıyla birlikte yayımlanabilse Heise’nin mektupları, ne hoş olur! Ayla Kutlu, Hoşça Kal Umut (1987) romanında Remzi İnanç Ağabeyin kitapçı dükkânına da değiniyor polisin aradığı Oruç üzerinden: “Her zaman yeniden başlama olanağı vardı. Öyleyse kitaplarla balamalı yeniden. Remzi’ye gitmesi gerekiyor.” “Eve gidemeyeceğine göre, Remzi’nin dükkânı gidilecek en iyi yer. Bir iki kitap alır. Dükkânda yazarlar varsa, Remzi onlara kitap imzalatır benim için. Kitapçıdaki “zayıf, esmer, ufak tefek bir genç” de şair M. Mahzun Doğan olmalı. Kütüphaneden çıktığımda kar serpiştirir gibi oldu. Sonra durdu. Evde, haberleri dinlerken sekiz yıllık sürgünden dönen, Pakistan’daki muhalefetin güçlü lideri Benazir Butto’nun bir intihar saldırısıyla öldürüldüğünü duyunca, kanım dondu. Amerika’nın besleyip büyüttüğü dinci gruplar ülkelerin, dünyanın başına bela oluyorlar kanlı biçimde. Uzak değil, onu nasıl olsa göremeyeceğim, yakın gelecek çok korkutuyor beni. Küresel ısınma, küreselleşme, dinsel yükseliş tüylerimi diken diken ediyor. “Uzun Bir Kış Olacak” diyor ya Ahmet Oktay, geceler kısalmaya, günler uzamaya başladı birkaç gündür. Belki de karsız, kuru soğukların canımıza okuyacağı bir kış bizi bekliyor. Kaç gündür, televizyonda şöyle görüntüleri izlemekten gına geldi: “Panzerler çekiliyor mahalleden, sokakta halâ yanan lastikler.” (A.Oktay, Uzun Bir Kış Olacak) Metin Celâl, okuduğu kitaplar arasında Kardeş Fırtınalar’ı da ele almış Cumhuriyet Kitap’ta. 28 Aralık, Cuma Kaç gündür evdeydim, sıkılmıştım iyice. Oturmaktan bacaklarım uyuşmuştu. Kahvaltıdan sonra kendimi sokağa attım. Ekmek, meyve almaya gittim. Oh, dünya varmış! Sonra Emre’nin evine kadar yürüdüm; yarım saat gidiş, yarım saat geliş. Posta kutusunu boşalttım. Akşama İzmir köfte hazırlayacağım. Hava bugün yumuşak, yine de kar kokusu geliyor burnuma uzaklardan. “.... Boyuna tedirgin edilmeseydim, harikalar yazardım, gibi geliyor bana. Hele hava da ılık olursa... Gene başladım, yaşamdan tad almaya.” (A. Gide) 29 Aralık, Cumartesi Türk pazarı. Pazar, her zaman şenlikli, renkli gelmiştir bana. Hele hava bugünkü gibi güneşliyse. Ispanak, pırasa yoktu pazarda ama portakal, mandalina boldu. Nar, kestane, kırmızı / sarı biber, maydanoz ve bolca meyve aldım. Nerde Ayvalık’taki Armutçuk pazarı! Yerli üreticinin otları, sebzeleri, meyveleri... Üstelik Ahmet Yorulmaz’la da karşılaşma olanağı var. Ondan öğrendik işaret parmağım kadar kabaklarla yapılan mezeyi. Kabakların karnı yarılıyor, kaşar peyniri, bir diş sarımsak ve bir dilim domatesle kısık ateşte. Peynir, sarımsak ve domates kokulu bu küçücük kabaklarla istediğiniz kadar rakı içebilirsiniz! Dün geceyi kabuslarla geçirdim. Rahime iyileştikçe ben kötüleşiyorum. Ihlamurun henüz bir yararı yok. Kitap okuyacak, yazı yazacak halde değilim. Sıcak ıhlamura vuracağım kendimi, içine biraz da bal. Adana’dan Mehmet Bacaksızlar dostum aradı. Adana sıcağı vurdu yüzüme birden. Yüksel Pazarkaya’dan dört kitap geldi: Güz Öyküleri, Eylül-Kasım aylarının her gününe yazılmış kısa 91 öyküden oluşuyor. Kitap, 2006 Haldun Taner Kısa Öykü Ödülü’nü almış. (Tatilde okunacak.) Yüksel, Rilke’nin bütün şiirlerinin çevirisine soyundu. Dizinin altıncı kitabı Keşiş Yaşamı Üzerine de çıktı paketten. Dizinin beşinci kitabını da edinmem gerekiyor. Ayrıca, Pazarkaya, 40 Yıl Dile Kolay oyunuyla (iki dilli), Haldun Taner’in Almanca-Türkçe kısa öykülerinden oluşan Allegro Ma Non Troppo’yu da yollamış. Karşımızdaki otel, Morgenland, 160 yıllıkmış. Daha önce Afrika’ya yollanan misyoner kadınların eğitildiği yermiş. 1989’da otel olmuş. İki yıldızlı ama beş yıldızlı otellere taş çıkartır! Dün, Rahime, bir arkadaşının daveti üzerine gittiği otelde Türkiye dialarını izlemişti. Bugün de birlikte gittik. Kahve ve pasta faslından sonra elişi kâğıtlarıyla süsler yaptık. Otelin Minyatür müzesini gezmek kaçınılmaz oldu artık! “Yazı sanatında her ilerleme, hoş görünme isteğinin bırakılmasıyla elde edilir.” (A. Gide) 30 Aralık, Pazar Gece boyunca burnum tıkandı durdı; ne yaptıysam açamadım. Gördüğüm kâbuslardan korktum: Kayıklar devrildi, tirenler kara saplandı, gemiler battı, uçaklar düştü, arabalar kaza yaptı, yazıklarımın tümü silindi... Buna dayanamadı yüreğim işte, ağlaya ağlaya bir hal oldum. Birkaç kez kalktım, bir kaşık balla öksürüğü kesmeye çalıştım. Dün Rahime’nin arkadaşı Birgitte’nin verdiği bizim bölgedeki görülmesi gereken yerlerin kartpostallarına baktım uzun uzun. Çoğunu biliyorum; sarayları, köprüleri, önemli yapıları, ama hâlâ görmediğim pek çok tarihi bina, müze var. İlk fırsatta bu eksikliğimi gidereceğim. “Minnettarlığımı göstermek için, bana düşünmesini öğreten, beni yetiştiren kitapların bir övgüsünü yazmak isterdim. Ama bunun için ayrı bir kitap ister.” (A. Gide) Yeni yıl hazırlığında Türkiye, halkımız. Şeker, kuruyemiş kuyrukları uzayıp gidiyor. Bir yandan da arabaların kundaklanması kabusunu yaşıyor İstanbul, daha çok İstanbul. Emre’yi havaalanında almaya giderken kar değil de yağmur yağmaya başladı. 31 Aralık, Pazartesi Gece hiç uyumadım. Ne yaptıysam burnumun tıkanıklığı gitmedi. Nefes almakta zorlandım. Terledim durdum. Boğazım yandı. Ara ara bal yedim. Rahatlayınca 19. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar’a (Mart 2006) göz gezdirdim. Fakültede okuduğum yazar ve kitapları anımsamak hastalığımı unutturmasa da, yine de iyi geldi. Yanıcı, patlayıcı, ases çıkarıcı havai fişekler son üç gündür ara ara huzur bozuyordu. Bugün öğleden sonra biraz daha arttı gürültü patırdı. Saat 24.00’te ise ortalık cehenneme dönecek. Gerçekten bayram oldu çocuklarla birlikte yemek yemek. Dilekler yazılıp yapıştırılan 2 raketi ateşleyip yukarıya yolladığımda, etraf gürültüden, cayırtıdan, patlama seslerinden geçilmiyordu. Brandenburger Tor’un önü insan gölüne dönüşmüş. Televizyonda gösterdiler. Havai fişekler gökyüzünü renk yağmuruyla donatırken, oradakiler acaba neyi kutluyorlar? Dünyamızda kutlanacak ne var? Geleceğimiz kapkara gibi bir şey. Yine de “umut” diye bir sözcük var her dilde. Bu da pek çok şey ifade ediyor demektir hâlâ.
YorumlarMahzun Doğan
{ 26 Mart 2008 17:20:52 }
Sevgili Gültekin Ağabey, günlüklerini severek okudum. Bir de, kendimle ilgili sürpriz varmış üstelik... Ayla Kutlu''nun ne çok kitabını okudum da, Hoşçakal Umut''u okumamıştım. İşe bak, meğer benim de bir şekilde anıldığım bir romanmış üstelik...
Günlük yazmana ve yayımlatmana seviniyorum. Günlük yazmayı önemseyen biriyim, biliyorsun, biliniyor. Günlük üzerine incelemem de vardı... Bu önemsemem nedeniyle yapmıştım o incelemeyi. Ankara''dan Berlin''e selam... Mahzun Doğan nihat ziyalan
{ 24 Ocak 2008 07:04:10 }
degerli gultekin emre,
Diğer Sayfalar: 1. `umut` senin bal-seker sozcuklerinle kurdugun dunyada. bu gunceler yillara dayanacak bir yogunlukta. buyuk bir keyifle okuyorum. eline saglik. sydney`den dostlukla. nihat ziyalan
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|