Burası İstanbul.... Burada yağmur... Hani o güzelim yağmurla karışık deniz kokusu var ya, işte o koku... Bulutlar sonra... Martılar... İnsan "Yeter, yeter yaa" diye bağırmak istiyor. Martılara değil, yağmura hiç değil... Neye olduğunu biliyorsunuz. Burası İstanbul... Burası Türkiye... Yolsuzluğu yapanların değil, yolsuzluk var mı diye sorgulayanların suçlandığı yer...
Burası Türkiye... Yok yere göçüp giden küçücük çocukların, gencecik insanların ülkesi... Katillerin bilinip de bilinmezden gelindiği...
Burası İstanbul... Burada seçim var. Seçim var da, nasıl var... Sonuçların doğru olacağından kuşku duyulan...
Türkiye belki de ilk kez bu denli sefil bir halde...
Orada burada hep olduğunu bildiğimiz yolsuzluklar artık gözümüze gözümüze... Rüşvetler artık, saklanarak gizlenerek, belki birazcık rahatsız olunarak, çekinerek değil, neredeyse uluorta alınıp verilecek...
Ülkenin yarım yamalak demokrasisi de yok olurken, hukuk yavaş yavaş, hayır belki de hızla demeli, yıkılırken İstanbul'da yaşam devam ediyor.
Balık ekmek kuyruğunda, kız nişanlısına sarılıyor. Oğlan mağrur duruşlu, başı omuzları dimdik. Kızın ona sarılıp durmasına, başını yaslamasına sinir oluyorum önce. Aramızdaki yaş farkının etkisiyle belki, ne yanaşıp duruyorsun bu eli cebinde, sana dokunmadan duran oğlana, diyesim geliyor, demiyorum tabii. Oğlanın da ona sevgiyle baktığını görünce rahatlıyorum. Üçüncü bir kişi var yanlarında, bir arkadaşları olmalı. Ev kiralarının çokluğundan söz ediyorlar. "İstanbul pahalı, Izmir gibi Mersin gibi değil."
Ama yine de istanbul'dalar... İstanbul'u bırakmak güç!
Caddede CHP seçim arabası... Sahilde MHP... Sahne kurulmuş, eski şarkılar çalınıyor. Ne tuhaf, o kadar yeni şarkı türkü var, dönüp dolaşıp yine eskiler...
"Namus belasına kardaş yatarız zindan bizim." diye gürlüyor Cem Karaca'ya pek de benzemeyen bir ses. Olsun, fena söylemiyor...
Önümde yürüyen küçük çocuk bir şeyler yiyor. Babasına dönüp soruyor. "Ağzımın kenarında şey var mı baba?" Eliyle yokluyor ağzını, yanaklarını... Kim bilir kaç kez ağzı silindi yer yemez, içine işlemiş.
Sonra bir Ajda Pekkan şarkısı geliyor. "Al sevgini de al, gidiyorum ben sen hoşçakal," diye inletiyor sahil yolunu, "bugünlerin yarınları var, gidiyorum ben sen hoşçakal."
Bir genç kadın yanındaki genç kadına anlatıyor. "Bana sinir oluyor, biliyorum," diyor. "Ben de olsam olurum. Bana sormadan birini işe alsalar ben de olurum."
Seçim arabasının yanına kurulmuş sahnede konser devam ediyor.
"Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına... Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına..."
Köşedeki çiçekçi Güner hanım "Hoşgeldin abla." diyor. "Hoşbulduk Güner hanım, nasılsın?"
"Nasıl olalım abla? Seni gördük iyi olduk. Çok şükür diyoruz ama hiç bir şeyin iyiye gittiği yok."
Hangi taksiye binsek sürücüsü dertli. Hem de öyle geçim sıkıntısı falan değil. O dert hep var, hala var. Şimdi buna, Müslümanı Müslümana düşürüyorlar katılmış. Çaldılar çırptılar katılmış. Fakire fukaraya aldıran kim, anca kendilerini zengin ettiklerine bakıyorlar... Pirinçle makarnayla insanları satın aldılar... Yahu kimseyi taktıkları yok, hukuk mukuk kalmadı bu ülkede... Ülkeyi böldüler, bebek katiliyle işbirliği yapıyorlar... Bunlar girmiş artık ekmek derdinin yanına.
Bir ilk yaşanıyor Türkiye'de. CHP yanlısı kanallarda MHP liderinin, MHP yanlısı kanallarda CHP liderinin konuşmaları uzun uzun yayınlanıyor. Halk TV de CHP'li ve MHP'li üç eski bakan birlikte program yapıyorlar. Hasan Fehmi Güneş'le, Yaşar Okuyan heyecan içinde ve öfkeyle söyleşirken, eski bir Yeşilçam jönüne benzeyen Agah Oktay Güner sakin sakin fikir yürütüyor.
Burası İstanbul... Kimi yıldı, boşverdi burada. Kimi delice öfkeli... Kimi, herşeye karşın, "yok, artık umut yok" derken bile içten içe bir şeyler değişecek diye umuyor.
Sabacığım,hep söylüyorum yine söyleyeceğim:Su gibi....Evet,yazılarının ortak özelliğini bu şekilde özetlemek istiyorum..
teşekkürler saba öymen, istanbul'un baskısını enerji dolu, okuması keyifli bir yazıyla verdiğin için. tatilinin arasında bizi yazısız bırakmadığın için
. deniz'in dediği gibi "bereket olsun". sydney'den dostlukla