|
|
İçimde birçok Ressam var - Cemil Eren ile söyleşiKategori: Söyleşi | 1 Yorum | Yazan: Ferruh Dinçkal | 04 Aralık 2013 08:08:34 Ankara`da bir sonbahar akşamüstü sevgili Cemil Eren`i ziyaret ediyorum. Cemil Abi kapıyı açıyor, üç basamak inerek atölyeye giriyoruz. Cemil Abi bir yarım resmin başından kalkmış. Resim yarım ama konu tam! Taksim`deki Kırmızılı Kadın. İçeri geçip, çaylarımızı alıp başlıyoruz muhabbete. Gönül muhabbet ister söyleşi bahane diyerek kayda başlıyorum...
Resimlerinde öne çıkan temalarla adlandırabileceğimiz dönemlerin var Cemil Abi, örneğin Don Kişot, kuşlar, kayalar… nasıl ortaya çıkıyor bu temalar ve bir dönem oluşturuyor senin için? Ben kendi içimde bir şey keşfettim. Benim içimde bir çok ressam var. Dönemleri o ressamlar belirliyor. Nasıl ortaya çıkıyor bu ressamlar? Uyuyorlar galiba sonra biri öne çıkıyor. Gülüşüyoruz. Kaya resimleri çok ilginç. Onlar nasıl ortaya çıktı? “Sen de biliyorsun zaten, birlikteydik. İlk gidişimde Güzelcehisar’da kıyıda kayalar vardı, kitaplar gibi yan yana dizilmiş. Öylesine görmüştüm, hiç aklıma gelmedi böyle bir çalışmaya kaynak olacağı. Bir gün orada resim çekerken, aşağıda elimle dokunacağım bir düz mermer gibi bir kaya üstünde bir kadın resmi gördüm. Baş tarafının arkasında bir güvercin resmi var. O beni şak diye çarptı. Sonra geldim resimlerini çektim, taradım hepsini. İkinci üçüncü gidişlerimde de yine resimlerini çektim. Güzelcehisar’da küçük bir ev tutmuştum, güzel bir terası vardı. Gece kimse yok, ıssız. Çevresi zifiri karanlık. Bir gece bilgisayarda bakıyorum resimlere. Onları büyüterek bakıyorum. Öyle resimler çıkıyor ki... Ya bunlar nedir diyorum! Başıma gelen nedir böyle. İşte o gece orada çıldırıyordum onları göre göre. Ertesi sabah kalkınca, tuvallar vardı zaten, hemen çalışmaya başladım. Kayaların resmini çekerken bir gün, bir köy delikanlısı geldi yanıma, sordu. Sen nesin? Sinemacı mısın? Yok. Televizyoncu mu? Yok. Fotoğrafçı mısın? Ne yapıyorsun burada? Fotoğrafçı değilim. Yalnızca kayaların resmini çekiyorum. Niye? Gel bak. Görüyor musun? Bak şurada bir kadın var. Uzanmış. Şu başı, şu saçları, gözleri... Görüyor musun? Şurada gövdesi... Ben bunları anlattıkça gözleri açıldı delikanlının. Nasıl yani bu kadın bu kayaların içinde mi yani? Evet, dedim muziplik olsun diye. Bunu duyunca kaçtı delikanlı bir daha yaklaşmadı yanıma. Cemil Abi ben çok merak ediyorum senin için öne çıkan bir tablon var mı? Sattığın ya da satmadığın. Var elbette. Şimdi aklıma geldi hemen biri. Soyut dönemimden. 80X100 boyutunda bir resim vardı. Güzel bir resimdi. Koyu renk. Bir Amerikalı aldı götürdü. Ne resmi var ben de ne bir şey. Aklıma gelir ara sıra, ne oldu hiç bilmiyorum. Bir de bazı resimlerim var satmasaydım elimde kalsaydı derim. Elimde kalsa ne olacaktı sanki. Kapitalist bir kafayla belki de elimde olsaydı diyorum. İnsanların alıp gitmesini de seviyorum elbette alanlara saygım var, bu kadar paraya kıyıp alıyorlar, değer veriyorlar. Son çalışmaların petunyalardan oluşuyor. Onlara nasıl başladın peki? Biraz araştırıcıyım. Gördüğümle yetinmiyorum, acaba daha ne var diye dünyaya aç gözlü bir bakışım var. Şurada küçük bahçede geçen yıl petunyalar diktim. Onlar bir çiçek açtı. Gelip gidip onları seyrediyorum. Bakıyorum, fotoğraflarını çekiyorum.. Biri soluyor yerine yenisi geliyor. Beni çok etkilediler. Sonra bir tanesinin resmini yaptım derken bir tane bir tane daha... Ben yapabileceğim kadar yapıp bırakıyorum. Sonra cumhuriyet gazetesinden gelmişlerdi. Utku, Işık Kansu... hepsinin nefesi kesildi. Aman dediler bunları bizim galeride sergileyelim. Olur yaparız ama henüz bunları sergileyecek hale geldiğinden emin değilim dedim. Bir süre küçüklerini yaptım çerçevelettim, dizdim. Onlar gördüler Bayıldılar. Öyle bir teşvik de gelince, yani resimle ilgisi olmayan insanların değerlendirmesi, demek ki dedim, resim konusunda bilgisi olmayan insanlarla bile iletişim kurabiliyorum. Yani ben yaptım ben beğendim demek yeterli gelmiyor bana. Önce kendim için yapıyorum ama bunu değerlendiren insanların da olması gerek, güç veren insana o. İlk sergiyi hangi yıl açmıştın. 1957 yılında. Peki önümüzdeki ay da bir sergin var. Hala aynı heyecanı duyuyor musun? Evet hala sürüyor. Hala güvendiğim insanların beğenmesi önemli. Ben beğensem de acaba diyorum hala, nasıl karşılanacak. Kaç sergin oldu toplam? Yüzü geçmiştir. 17si ABD’de Avrupa’da. İki tanesi Arabistan’da Ürdün’de. Diğerleri İstanbul, İzmir, bazı küçük yerlerde, çoğunluğu ise Ankara’da. Evet bunca sergiden sonra hala aynı heyecanı duyman muazzam bir şey. Belki de resim yapma heyecanınla ilgili. Yoksa zaten böyle üretemezsin. Evet her sergi öncesi moralim sıfıra düşer. Sergiye götürürüm, dizerim, şuraya gelsin buraya gelsin. Derken resimler asılır, mesafeler ayarlanır.Ha oluyor gibi derim. Sonra insanlar gelir. Ondan sonra anlaşılır zaten. Yüzlerinden, sözlerinden. Resim yaparken müthiş keyif alıyorum yaşam sevinci duyuyorum ama birileri ile paylaşmak da çok önemli. Bir resim ne zaman bitiyor? Bitmiyor. Çok zaman alıyor. sonra bile bazı resimleri değiştirdiğim oluyor. İki tane çıplak resim çalışmam var. İkisini de sanırım 2005de sergiledim. Sonra ikisini de değiştirdim. Bir türlü bitmedi. Birisi gayet iyi oldu, ikincisini de o hale getirmeye çalıştım. Bakalım, oldu sanırım. Resim benim elimden giderse bitmiş oluyor aslında, yok elimde kalırsa bir şey beni kurcalıyor, şunu yap bunu yap diye. Peki şu anda içinde yeni bir ressam var mı? Çalışmak istediğin yeni bir konu? Nü yani çıplak resimler yapmak istiyorum. Ama beyazlar içinde. Beyazların Ressamı nereden geliyor? Türk Amerikan derneğinde bir sergi açmıştım. Hep beyezlar içindeydi resimler. Tekneler falan... Bir beyaz alemdi. Hasan Hüseyin Korkmaz geldi. O bir yazı yazdı. Yazının başlığı Beyazlar Ülkesinin Egemeni Cemil Eren’di. Oradan kaldı. Sonra başkaları da kullanmaya başladı. Şimdi beni anlatırlarken bu beyazların ressamı, beyaz tuale beyaz resimler yapıyor diyorlar. Çok zor ama beyaz resim yapmak? Renksiz, yalnızca beyazın tonlarıyla anlatmak, değil mi? Evet. Bu yaz gittiğim, evinde kaldığım arkadaşım Selda vaktiyle İstanbul’daki bir sergimden bir resim almış. Resim tamamen beyazlar içinde. Ortaya doğru iki küçük figür var. O resmi uzun süredir görmemiştim. Adaya getirmiş, yukarıda kendi odasında hep seyredermiş onu. Aşağıya getirdi, salona asalım dedi. Astık. Baktım resim hakikaten güzelmiş. Kim yaptıysa iyi yapmış yani! Gülüşüyoruz yine. Evet öyle kim yaptıysa iyi yapmış. Şimdi aklım yine oraya takıldı. Yine beyaza dönmek mi? Beyazdan kopamıyorum zaten, mutlaka beyaz kullanıyorum da sırf beyazla resim yapmak... Bu yaptığım Don Kişot resimleri çok renkli resimlerdir ama onlardan birinde de bak şundaki, beyaza dönmüştüm. Çok sevdiğim bir Don Kişot resmin var. Tualin hem önünde hem arkasında resim var. Onun bir hikayesi vardı değil mi? Onun şöyle bir hikayesi var. Bir arkadaşım vardı Vedat Mavitan, ressam. Can arkadaşlarımdandı, İzmir’de otururdu. Ölünce, ondan kalan tualleri karısı bana verdi. Marangozluğu da vardı. Kendisi yapmış tuallerini. Bir tanesi bir metreye bir metre, arkasında da dört bölüm var, destek koymuş. Önce ön tarafına resim yaptım. Sonra dedim arkasını boş bırakamam. Öyle olunca arkasına da, Don Kişot’un jeneriği gibi, Don Kişot’u, Sanço Panza’yı bir de Don Kişot’un sevgilisi Dulcina’yı koydum. Öyle çıktı o resim. Beyazlar Bodrum’dan çıkma bir şey mi? Hayır. Hayır, Bodrum’dan çıkma değil. Ben soyut resim yapıyordum, yine saydam renkler, şekiller üst üste biniyordu. Yani en üste koyduğunun altındakini de görüyorsun. Onları yaparken koyu koyu yapıyordum. Bir mimar arkadaşım vardı, o geldi. Dündar Elburus. Çok yönlü bir sanatçıydı da, müzik, heykel, resimle ilgilenirdi... Kontrabas çalardı. O soyut resimlerden istedi ama beyaz istedi. Olur dedim bana uyar, yaparım. ODTÜ’de hocaydı. Öldüğü zaman o resmi ODTÜ’ye armağan etmişler. Sonradan gittim gördüm resmi. O kadar kirlenmiş ki. Beyazı kalmamış. Dedim bana verin de temizleyip getireyim. Vermediler. Ankara Resim Heykel’de kaç resmin var? Orada kaç resmim var? Emin değilim. Resim Heykel’de var, Güzel Sanatlar’da var, Kültür Bakanlığ’ında büyük bir Don Kişot resmi ve müzede Kapadokya’dan bir sokak var. Bir tane daha var mı yok mu bilmiyorum. Ben üç tane resmin var diye anımsıyorum Resim Heykel’de. Olabilir. Anımsayamıyorum. Orası çok uzun süre kapalı kaldı. Işıklandırması çok kötü olmuş. Osman Hamdi Beyin bir resmi çok büyük, tek başına bir odaya koymuşlar. Ama üstüne spot koymuşlar resmi göremiyorsun. Evet, böyle restorasyonlarda mutlaka bir ışık mühendisi getirmek gerekiyor. Paris’de bir müze var, eskiden gardı. Oraya impresyonistleri koydular. Üst katında bir odaya da yalnızca kağıt üzerinde yaptıkları resimleri koymuşlar. Hiç ışık yok. Merak ettim, sordum. Resimler görülemiyordu doğru dürüst. Bu resimler ışıktan etkilenir, renkleri değişir. O yüzden yapay ışık kullanmıyoruz dediler. Evet doğru, bunları da iyi düşünmek gerek. Sana başka bir ilginç anımı daha anlatayım. Vaktiyle gene soyut resimlerimden bir tanesini bir mimarın hanımı aldı, götürdü evine. Onlarla görüşmeye devam ediyorduk. Bir gün mimar geldi, ya dedi, benim hanım senin resmi banyoda yıkadı. Öyle sabunla falan yıkamış. Bu da önemli bir gösterge elbette resim alanların kültürel profiline. Peki, bir sanatçı olarak nasıl görüyorsun, resim alanların Türkiye genelinde profili şimdi nasıl? İstanbul’u karıştırmayacağım bu profile. Orası bir pazar yeri oldu. Açık pazar. Ressamlar da kendilerini pazarlıyor. Ne kadar çok satarsan o kadar ünün artıyor. Bu müzayedeler de bu duruma yol açtı. Alıcılar aralarında anlaşıp resmin fiyatını yükseltiyorlar. Böylece ressamın fiyatı yükseliyor Elinde o ressamın başka resimleri varsa, epeyi bir kazanç sağlamış oluyor. Ticari bir alan yaratıyorlar o zaman, sanata değer vermek, sanatçıyı teşvik etmekle ilgisi kalmıyor. Evet. Katalogdan seçtirerek siparişle resim yapan, çok kazanan ressamlar da var. Karşılaştım. Bşka bir şehirden gelmiş, katalogdan beğeniyor. Ressam, gel bir ay sonra al resmini diyor. Tamam ama yine aynı resmi yapıyor. O zanaat oluyor işte. O çok resim satanlardan ismini vermek istemiyorum. Aynı resimden 20 tane yapan var. Yetiştiremediği için yardımcı alıyor, onlara yaptırıyor, son üstünde kendi vuruşlarını yapıyor. Çok para kazanıyor yaşarken ama ölünce geriye ne kalacak! Ankara’da öyle değil. Hala amatör alıcılar var. Beğendikleri resimleri alıyor. Sergileri gezmiş, resme göz koymuş oluyorlar. Yurtdışındaki sergilerinden söz edelim mi? Polonya’da oldu. Almanya’da bir kaç yerde oldu. Fransa, İspanya, Ürdün’de bir kaç tane, Amerika’da New York’ta Florida’da sergilerim oldu. Bunların en çok hangisi seni etkilemişti? Polonya’da yaptığım güzel bir sergiydi. Kaliteli bir sergiydi. Ondan bazı fotoğraflar var bende. Polonyalı bir arkadaşım, bir hanım ressamın önerisiyle oldu. Voslov diye bir şehir var, orada güzel bir galeri vardı orada açtım. O sergiyi sonra başka yerlere de götürdüler. Yine soyut resimlerin ağırlıklı olduğu bir sergiydi. Ney York’ta açtığım bir sergide, şimdi Türkiye’de büyük patronlardan birinin oğlu oradaydı, okuyordu, bir resmi almak istedi. Alamamıştı o zamanlar, sanırım şimdi bir yerde rektör. Ama en dokunaklı olan Florida’da açtığım sergiydi. Çünkü... Sergiyi açtık büyük bir galeri. Ben Alabama’da kalıyordum. Arkadaşım vardı. Haftasonları gidiyor, geri dönüyorduk. İkinci haftasonu galeri sahibi bir not getirdi, sizi birisi arıyor diye. Gelince lütfen bizi arasın demiş. Aradım. Türkçe konuşan bir kadın. Bizi yemeğe davet etmek istiyormuş. Arkadaşıma sordum. Tamam dedi. Gittik. Türkiye’den sürülen bir Ermeni, orada bir Amerikalı kadın polisle evlenmiş. Annesi, kendisi. Bir sofra hazırlamışlar. Bir Anadolu rakı sofrası yahu. Yani İstanbul’da nasıl böyle bir sofra hazırlanırsa öyle. Yıl 1978-79 idi. Çok duygulanmıştım. Amerika tuhaf bir ülke. Amerikalı bir hanım arkadaşım beni New York’ta gezdirdi, görmeyi akıl edemediğim yerlere götürüyor. Bir gün bir dükkana girdik, bir ayakkabı mağazası. Türkçe konuşuyorduk. Çevremizde bir adam, yaşlıca, esmer, bizi çembere aldı. Ne yapsak kulağı bizde. Sonra dayanamadı, geldi. Gundura vereyim, gundura, dedi. Harput’tan gitmiş bir Ermeni imiş. Ondan kundura değil de yazlık bir ayakkabı almıştım. Ürdün sergin nasıl geçmişti? Ürdün çok ilginç geçmişti. Oraya önce devlet sergisi olarak çağırdılar. Gittik. Kraliçe gelecek dediler. Bekledik kapıda bir saat. Bu arada Fahrünissa Zeid oradaydı. Beni gördü. Kucaklaştık. Onu İstanbul’dan tanıyorum. Kraliçe geldi sonra, sergiyi açtı. O sergiden sonra, onların bir National Galeri diye bir galerileri var. Başında, Ürdünlü bir prenses ve ressam hanım. Bizi yemeğe davet ettiler. Orada kendisinin yardımcısı olan Ürdün’ün önemli ailelerinden biri ile tanıştım, Bisharat ailesi. Evlerinin büyük bir kısmını galeri yapmışlar. Onlar benim bir sergimi yapmak istediler. Sonraki yıl Amman’da oldu sergi. Senin burada 14 tane resmini satacağım dedi. Peylemiş hepsini. Sattı da.Ürdün’de kaldım bir süre. Suluboya resimler yaptım. Ben orada yokken Akaba’da suluboya resimlerle bir sergimi açtı. O sıra ben Almanya’da idim. Sergide bulunamadım. Kendisi daha sonra Boston’da bir galeri alıp orada da sergimi açacaktı. Üç ay kaldım Boston’da, kiliseden dönme bir evi vardı, bana bıraktı evini, orada resimler yaptım ama Boston’daki galeriyi alamadı. Dolap kapaklarına yaptığın resimler nasıl çıktı? Barış, bana bir Alman fotoğrafçının kitabını getirdi. Müthiş fotoğraflar çekmiş Afrika’da. Benim de Bodrum’da evin kapılarını çam ağacından yaptırmıştım, klasik kapılar. Kapıları değiştirince, eskimişti ama göbekleri sağlamdı. Bunlara ben resim yapacağım dedim. Öyle çıktı. Sergilendi onlar. Bana da ödül verdiler. O, Sanat Çınarı ödülü. Sonra orda zengin bir adam yıkılmış bir ev almış, bütün mutfak dolap kapaklarını bana getirdi. Yani resim yapmak için tuval gerekmiyor, iste yeter ki malzeme bulursun. Yaratıcılık olduktan sonra. Bir de senin mürekkep balığı hikayen var, öyle bir sergin de var. Evet onu bazı yerlerde kullandım, çok değil. Bodrum’daydım. Mürekkep balığı getiriyorlar, yiyoruz, mürekkebini döküyoruz. Şunu bir deneyim dedim. Mürekkep balığının adı batı dillerinde sepya. Sepya aynı zamanda çok koyu kahverenginin de adı. Ondan bir kağıda desen çizip bıraktım. Bir yıl sonra baktım bugün yapmışm gibi duruyor. Don Kişotların bir kısmının eskizlerini ondan yaptım, Türkiye’de bir sergi oldu öyle. Kullandığın başka, çok farklı malzeme türü var mı? Taş kullandım. Bodrum’da inşaat yaparken, duvarları hep taş yaptık. Onların içinde öyle taşlar vardı ki beni al diyen, onları aldım, üzerlerine boyalar sürdüm. Ben her taş alışımda ustalar, ne yapacaksın, ne görüyorsun ki orada diyordu. Ben görüyorum, sen anlamazsın diyordum. Şimdi orada Bodrum’daki evde bir cinler koridoru var. Bodrum’daki evi de mutlaka görmek gerek. Yoksa içimde ukde kalacak. Oraya bayılırsın. Sen orada oturmuyorsun artık. Hayır oturamıyorum. Bir tepenin üzerinde. Enerjim yok orada zaman geçirecek. Çok güzel bir söyleşi oldu. Çok teşekkürler Cemil Abi.
Yorumlarpinar ozkan
{ 05 Aralık 2013 12:40:49 }
Eline saglik...güzel bir söyleşi olmuş... Sevgili Cemil Eren'i özlüyoruz, özlem giderdik..
Diğer Sayfalar: 1.
|
| Tüm Yazarlar |
|