|
Bir düşünür aile babası olmalı mı?Kategori: Günün içinden notlar | 4 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 08 Kasım 2013 13:44:59 Düşünür olmak hoş bir şey. Bir paye veriyor insana. İlginiz sıradan şeylerin çok üstünde şeylere yönelik. Çözülecek dünya sorunları var. Düşünmek gerek. Akşam yemeğini hazırlamak mı? Daha önemli konular var aklınızda. Yemeği hazır etmeyi görev edinmiş birileri vardır nasılsa yakınınızda. Evren ve dünya sorunlarını dert etmeyen, felsefeye, dine, bilime fazla takılmayan biri.
Siz düşünüre öyle geliyordur ki, bu kişi yemeği severek isteyerek hazır ediyordur, eh ona düşen de bu hayatta. Gönül rahatlığıyla dünya sorunlarına kafa yorabilirsiniz. Bir önceki yazıda yazar Louisa May Alcott’dan söz etmiştim. Louisa’nın babası Bronson Alcott işte tam böyle biriymiş. Bana sorarsanız, karısı Abba Alcott, “Bu evin nasıl döndüğüyle, bu ailenin nasıl geçindiğiyle biraz ilgilen ya da başının çaresine bak Bronson,” demeliymiş ama asla dememiş ve kadınların geleneksel sessiz kabullenişiyle şikayet etmeden yaşamış. Düşünürlük insanı yaşama karşı güçlü kılmıyor. Onun sıradan bir yaşamın gereklerini karşılamak konusundaki acizliği yüzünden karısı iki kat çalışkan, iki kat güçlü olmak zorunda kalmış. Ekmek yapacak unu, birkaç patatesi, pancarı hangi parayla alacağını dert etmesi gerekmiş hayatı boyunca. Yalnız başına dert etmiş, yalnız başına çabalamış (kızları büyüyüp halden anlar olunca onlarla beraber). En az malzemeyle hazırlanacak yemekler bulmakta ustalaşmış. Geceleri yakmak için hayvan yağını kaynatarak mumlar yapmış. Çamaşır leğeninde kirlileri oğuşturmuş, durulamış, asmış, yeniden oğuşturmuş. Çatlak ve nasırlı elleri sudan kıpkırmızı olduğunda beş dakika dinlenmek için oturmuş. Otururken boş durmak olmaz, yama sepetini önüne çekip, sökükleri dikmiş. Bu arada düşünür kocası, evin bir köşesinde kitaplarıyla başbaşa oturuyor, okuyor ya da düşünüyormuş. Haksızlık etmeyeyim. Bronson Alcott iyi biriymiş, karısına kızlarına nazik ve sevecen. Tarihin gölgeli sayfaları içen, söven, döven, hiç biri olmazsa kaba davranan kocalarla, babalarla dolu.O hiç bir zaman kırıcı olmamış karısına, kızlarına. Bütün sorun bir ailenin sorumluluğunu almakta zorlanmasında, deneyüstücü (transandantal) bir düşünür olmasında. Bir karısı ve dört çocuğu olmasaydı bu da sorun olmayacaktı aslında. Düşünürler aile babası olmalı mı emin değilim. 1820 lerde Amerika Birleşik Devletlerinde, edebiyat, kültür, din ve felsefe alanında ortaya çıkan deneyüstücülük (transandantalizm) akımının öncülerinden olan Bronson Alcott, “Güzel şeyler bizi kendilerine tutsak ederler. Bizi tam anlamıyla mutlu kılacak olan gerçek özgürlük hiç bir şeye sahip olmamakla gelir.” diyor maddesel şeyleri kastederek. Buraya kadar iyi. Çok doğru. Ama öylesine aşırıya kaçıyor ki, güzel şeyler için değil, hayatı sürdürmek için gerekli sıradan şeyler için bile uğraşmıyor. Bir deneyüstücü olarak, toplumun ve onun kurumlarının, özellikle de kurumlaşmış dinin ve politik partilerin bireyin özünde olan saflığı yok ettiğine, onu yozlaştırdığına inanıyor. Bir ara bütün aileyi deneyüstücü düşüncelerin uygulamaya konulduğu bir yaşamı denemeye zorluyor. Zorlama denemez aslında, çünkü kimse karşı koymayı düşünmüyor bile. Aile zaten, babaları neye inanıyorsa ona inanıyor. Alcott’lar ve aynı inanca sahip başka birkaç aile kırsal bir yere yerleşip ortak bir yaşama başlıyorlar. Mal alım satımı yapmıyor, kendi gereksinimlerini kendileri sağlıyorlar. Hayvanlara acı verecek ya da onların tutsak edilmesini gerektirecek her şeyden uzak durdukları için süt, yumurta bile yemiyor, derisini kullanmıyorlar. Topraktaki solucanları ve diğer hayvanları rahatsız edip doğanın dengesini bozacakları endişesiyle havuç, kereviz, şalgam gibi kök sebzelerini ekmiyorlar. Nasıl bir yaşam olduğunu düşünebiliyor musunuz? Kış gelmiş. Dört çocuğunu nasıl tok tutacağını, nasıl ısıtacağını düşünmek anne Alcott’a kalmış her zamanki gibi. Üstelik bu sefer, her zamankinden de daha zor koşullarda. Çocuklar aç, üşümüş... Sonunda, yılbaşına doğru aşırı soğuklar başlayınca Bronson bu işin düşündüğü kadar kolay olmadığını anlayıp ailenin geri, eski evlerine taşınmasına karar vermiş. Aile rahat nefes almış. Ama dikkatinizi çekerim, karar yine ona ait. Bu bozgunla yıkılmış geri döndüğünde, bu kez de inandığı bir düşünce akımı olan ‘özgür aşk’ı nasıl uygulamaya geçirebileceğini tasarlamaya başlamış. Emeğini para karşılığı satmak yanlış geldiği için çalışmaktan kaçınan Bronson’a bir aileye sahip olmanın getirdiği yükümlülükler zaten dert oluyormuş. Kayınbiraderinin ve hayır kurumlarının yardımıyla, karısının ve büyük kızların yaptıkları ufak tefek işlerle ve arada bir de, Louisa yazdığı öykülerden para kazanırsa onun katkısıyla yaşıyorlarmış. Bronson karısını ve kızlarını çağırıp bir aile toplantısı yapmış ve ‘özgür aşk’ düşüncesinden söz etmiş, ailenin ayrılmasının iyi olup olmayacağını tartışmış onlarla. İşin tuhaf yanı, bunu yalnızca karısıyla konuşup tartışmayıp, tüm aileyle tartışması. Çünkü karısını sevmediği için ya da başka birine aşık olduğu için verilmiş bir karar değil bu. Felsefi bir karar ve bütün aileyi ilgilendiriyor. Neyse ki, toplantının sonunda, nasıl olduysa, artık bu düşünceyi yanlış bularak mı yoksa bulmadığı halde mi bilinmez ama dört kızıyla annelerini yazgılarıyla başbaşa bırakmaktan vaz geçip, aile kurumunun devamına karar vermiş. Aslına bakarsanız, düşünürler inançları uğruna böyle kökten değişiklikler yapmalılar, inandıkları gibi yaşamalılar değil mi? Onlar yapmazsa kim yapacak? Ama o zaman bir düşünür aile babası olmalı mı? Akşamları Alcott ailesi evlerinin oturma odasında toplandığında, Bronson gözlerini şömineye dikip otururmuş. Bazen açılıp ters çevrilmiş bir kitap dizlerinin üzerinde... Sessiz... Durgun... Hemen yanıbaşında konuşulanları duymuyor. Dinlemiyor. Orada değil gibi. Louisa küçük bir kızken bunu çok tuhaf buluyormuş. Çekinerek, fısıltıyla sormuş bir akşam. “Baba niye öyle gözlerini dikip ateşe bakıyorsun?” Bronson, hafifçe irkilerek kızını fark etmiş yanıbaşında. Gerçek dünyaya dönmüş. Yüzündeki anlam yumuşamış. “Çocuğum,” demiş, “Önemli şeyler düşünüyorum. Büyük ve önemli ... Aklımın çalışmasına izin vermeliyim.” “Ama çok sessizsin baba.” “Sessiz olan vücudum. Kafamın içi bir karnaval yeri gibi gürültülü.” Louisa büyümüş, bir genç kız olduğunda babası hala aynı. Pek çok geceler saatlerce şömineyi seyrederek oturuyor, sonra birden silkiniyor. “Neler oluyor anlatın bakalım,” diyor, saatlerdir yanıbaşında konuşulanlardan tek bir kelimeyi bile duymamış. Ne dersiniz? Düşünürlerin aile kurmaya hakları var mı?
YorumlarNilüfer Kayacan
{ 14 Aralık 2013 07:19:47 }
Derin düşünmek için Bay Alcott'a gerekli olan şömine, rahat koltuk ve zaman bende yok olduğundan, bu konuyu akşam yemeği için soğan kavururken düşündüm. Evet, düşündüm ki eğer düşünürler gerçekten düşünmüş olsalar, kendilerini yalnızca düşünmeye adamakla, başkalarının düşünme hak ve olanaklarını gasp ediyorlar. Ve benim düşünceme göre böyle kişilere artık düşünür değil düşünmez demeliyiz.
Kevser Dogan
{ 11 Kasım 2013 10:47:04 }
Bu kadar ucda dusunurler kesin evlenmeliler fakat kendileri gibi insanlarla degil.
afife ak
{ 09 Kasım 2013 20:59:04 }
Bence sanatçılar ve bilim adamları aile kurmamalı..
Mustafa alagöz
{ 09 Kasım 2013 00:50:03 }
İbni Arabi ile ilgili bir anı anlatılır: İ. Arabi kervanla yolculuk yaparken eşkiyalar yolu keserler; Yolcuların eşyalarını, değerli şeylerini talan ederken, İ. Arabi'nin eşeğini görürler, eşeğin heybesi iki tarafı da tıka basa yüklü. Soyguncular heyecanla heybeyi ele geçirip içini açarlar. Ama ne yazık ki sadece kitap vardır.
Diğer Sayfalar: 1. Eşkiyalar sorar; "Bu kitaplar ikimin" "Benim", der, İ. Arabi. -peki bu kitapların hepsinin okudun mu? -Evet, okudum -O halde daha niye taşıyorsun bunları yanında, at gitsin. İ. Arabi, eşkiyanın bu tutumunun kendini irşat ettiğini söyler. Burası yaşanmış olay olarak gerçek, buradan gerisi benim düşüncem. Eşkiyalar belki birazcıkta sempati hissettikleri için içlerinden geçen şu sözleri söylemek istememişlerdir. "O halde eşekler bu kitapları sırtlarında sende o bilgileri kafanda taşıyıp durun..." "Allahım lüzumsuz bilgiden sana sığınırım" kelamı önemli bir uyarı. Bazen insanlar bilgileri lüzumsuz hale getirir, bazende bilginin kendisi insanları lüzumsuz laf makinası haline getirir. Sevgili Saba, "Büyük, büyük sorunlar" hakkında ateşli ama hiçbir canlandırıcı, uyarıcı etkisi olmayan pek çok yazılar ne de çok ortalıkta. Ama hepsini toplasan senin şu yazının karşısında sadece kof bir köpük kalır. Aklına, gönlüne sağlık...
|
| Tüm Yazarlar |
|