Kütüphanede raslantıyla The Lost Summer of Louisa May Alcott adlı bir kitap buldum. Louisa May Alcott eski dostum Jo'nun yaratıcısı. Jo March. Küçük Kadınlar romanının March ailesinin dört kızından biri. Amy ile Beth'in ablaları, Meg'in kızkardeşi. Edebiyata düşkün, sürekli bir şeyler yazan ve okuyan Jo.
İçimizin dışımıza sığmadığı coşkulu çocukluk ya da ilk gençlik yıllarında okunan ve sevilen kitapların üzerimizde bıraktığı iz bambaşkadır, değil mi? Henüz yetişkinliğin tasalarından uzak olduğumuz o yıllarda sevilen bir kitabı okumak, kitabın içinde yitip gitmektir. Başka bir şey düşünmeden onunla bütünleşmektir. Küçük Kadınlar da çocukluk yıllarımın unutulmaz kitaplarından biri oldu.
Bir yaz tatili boyunca elimden düşmemiş, başucu kitabım olmuştu. Önce tamamını, ardından gidip gelip, o bölümünü, bu bölümünü defalarca okudum. Ah! O yaz sokağa her çıktığımda Jo’yla ya da sevgili arkadaşı Laurie’yle karşılaşıverecek gibiydim. Neden olmasındı? İkisini de çok seviyordum, üstelik kimileri için bedensel gerçeği aşıp, düşünce yoluyla yeni bir gerçek oluşturmak olasıydı. Louisa bunu sık sık yaptığını söylüyordu, benim için de olmayacak şey değildi, biliyordum.
İlk kez siyah beyaz olarak 1930’larda, daha sonra 1949’da ve 1994’de sinemaya uyarlanan, televizyon dizileri de yapılan Küçük Kadınlar’ı bilmeyen yok gibi. Filmi severek seyretmiştim ama ne film ne dizi, kitabı okurken hissedilen bütünleşme halini, ‘onların sizden ya da sizin onlardan biri olma’ halini yaşatamaz insana.
Küçük Kadınlar’ı okuyanların çoğu büyük olasılıkla benim hissettiklerimi hissetmişlerdir. Laurie’nin Jo’ya karşı duyguları değişip, ona aşık olmaya başladığında Jo’nun karşı çıkışı beni çok kızdırmıştı. (Amerika’daki fan kulüplerinin sormacalarına verilen yanıtlardan çok kişinin aynı şeyi hissettiği belli oluyor). Birlikte böylesine rahat ederlerken, her şeyi konuşur paylaşırlarken, birbirlerini böyle severlerken, nasıl oluyordu da Laurie’nin aşkını istemiyordu. Bazen insan roman kahramanına kızmak, onunla kavga etmek istiyor. Öfkeyle karşısına geçip, “Hayır Jo, sen aslında onu seviyorsun,” diyebilseydim. Ya da elimde olsaydı da, değiştiriverseydim hoşuma gitmeyen yerleri. Dilediğim gibi değiştirebiliyor olsaydım, Jo’yla konuşup tartışmama, onu ikna etmeye çalışmama da gerek yoktu. Yazgılarını ben belirleyebilseydim, Jo’yu Laurie’yi seviyor yapıverirdim, olur biterdi.
******
Elimdeki kitabın yazarı Kelly O’Connor’u çok iyi anlıyordum.
Kitap biyografi değildi, Louisa’nın yaşamına büyük ölçüde sadık kalarak, günlüklerinden ve mektuplarından yararlanılarak yazılmış bir romandı, ama evet bir romandı. Yazar Kelly, benim Jo’ya yapmak istediğimi, Jo’nun yazarına yapmış, onun yazgısıyla oynamıştı. Louisa’ya, kendi dilediği gibi, olmasını istediği gibi bir yaz ve bütün yaşamını etkileyen bir aşk armağan etmişti.
Louisa May Alcott’un yaşamı araştırıldığında, mektuplarında ve günlüklerinde duraklama olan birkaç yıl var. O sıralarda bir yazı ailesiyle birlikte küçük bir kasabada geçirdiği biliniyor ama o yaza ait günlük ya da mektup yok. İşte Kelly O’Connor bu yaza bir aşk hikayesi yakıştırmış. Çünkü öyle olmuş olmasını istiyor, öyle olduğunu umut ediyor.
Bu iyi hoş da, şimdi biz okuyucular Louisa’nın gerçekten bu yazı yaşamış olmasını istiyor, onun yaşamında böyle bir aşkın varlığını umuyoruz. Okuyucu ruhu tuhaf... Artık, Louisa tanıdık biri oldu ya, yirmi iki yirmi üç yaşlarındayken Walpole adlı kasabada bir yaz geçirdiğini biliyoruz ya, bu yaza yakıştırılan hikayenin hayal ürünü olmamasını, gerçekten yaşanmış olmasını istiyoruz. Aslında daha fazlasını da isterdik, bu aşkın yarım kalmamasını örneğin. Ama öyle olmadığı tarihi bir gerçek olarak biliniyor ve elbette Kelly O’Connor o kadarını yapamamış, Louisa’nın sevdiği adamla hayatını paylaşmasını sağlayamamış. Peki... Ona yapacak bir şey yok, bari şu yaz gerçek olsaydı... O zaman içimiz rahat ederdi...
Louisa May Alcott feminist ve köleliğe şiddetle karşı çıkışıyla tanınan bir yazar. Edebiyat dergilerine ve ciddi gazetelere yazdığı yazıların, öykülerin yanısıra, geçinebilmek için takma adla tutku dolu, ateşli aşk hikayeleri yazmış. Hiç evlenmemiş olan Louisa’nın, aile ziyaretleri ya da Avrupa gezileri sırasında yaşadığı birkaç platonik ilişki dışında bilinen hiç bir aşk hikayesi yok, yapılan söyleşilerde kendini yaşlı kız olarak tanımlamış. Bu heyecanlı, ateşli aşk hikayelerini nasıl olup da böylesine gerçekçi anlatabildiği merak konusu. Bir söyleşide dediği gibi, bedensel gerçekleri aşıp, düşünsel bir gerçek yaratabilmesinde mi saklı bu, yoksa Kelly O’Connor’ın hayal ettiği aşk ve tutku dolu yaz gerçek olabilir mi? Hiç bir zaman bilemeyeceğiz.