Asker sayısı mı? Polis sayısı mı? Yoksa İstihbarat birimlerinde çalışanların sayısı mı? Aslında hepsi ve hiç biri? Savaş alanlarında silahlardan çok daha etkili olabilecek olan, irade ya da adanmışlıksa ülkelerin gücünü belirleyen de yukarda sayılanların hepsi ama onların ötesinde yapılan işe olan ortak inançtır.
Eğer haşmetli ordunuzda birileri her gün istifa ediyorsa başka birileri “terörist” olmak suçlamasıyla dört duvar arasına atılıyorsa ve bundan haz duyan bir başka kısım varsa aslında ordunuz yoktur.
Polisinizin bir kısmı kendi yurttaşlarını vurduğu için, gencecik çocukları toprağa gömdüğü için mutluysa gerçekten destan yazdığına inanıyorsa ama başka bazıları bunun tam zıddını düşünüyorsa o zaman polis gücünüz de yoktur.
İstihbarat örgütünüzde birileri cemaate mensupsa, başka birileri hükümete bağlıysa ve bir başka azınlık kısım ikisine de karşıysa istihbarat örgütünüz de yoktur.
Dışarıdan bakıldığında devasa bir güç gibi görünseniz de aslında savunmasız, çaresiz ve her an yıkılmaya mahkûm bir ülkesinizdir.
Reklamla, propagandayla, medyanın yıkıcı etkisiyle olmadığınız kadar güçlü görünebilirsiniz ama “ortak inanç” yoksa herkesin birleşeceği, o zaman yok olur gidersiniz.
Örneğin, Haziran Direnişinde sokağa çıkan insanları marjinal diye görürseniz, onları muteber vatandaş değil de terörist olarak adlandırırsanız, milyonlarca insana küfrederseniz, aslında sonunuzun geldiğini de itiraf etmiş olursunuz.
Hiçbir ülke, ister ABD, ister İngiltere ya da Rusya olsun, kendi içinde bu kadar çok sayıda “düşman(!)” unsur olduğunu kabul etmez. Ettiği anda aslında devlet olarak var olamayacağını bilir. Türkiye de, eğer hükümetin anlattığı hikâye doğruysa, bu anlamda olmayan bir ülkedir. Her şey pamuk ipliğine bağlı, her şey göstermeliktir.
Ya hükümet yalan söylüyordur ya da sokaklar.
İkisinin arasında bir seçenek yoktur; olamaz.
Ama görünen o ki, yalan söyleyen hükümet.
Tüm halka yalan söyleyen, gerçekle arasına duvar ören bir hükümet var karşımızda. Ve o hükümete rağmen, hala geniş kalabalıklar düzenden, egemen söylemden umudunu kesmemişler.
Kesmiş olsalardı hiç kimse rahat yaşayamazdı. Sistemden kopmuş olsalardı hiç kimse rahat nefes alamazdı. Hatta evine sağ salim dönemezdi.
Yaşanan şey basit: Hükümet, kendini kurtarmak için düşmanlar yaratıyor. Ancak bu kolaycılık aslında hükümetin de sonunu getiriyor. Çünkü halk, gerçekten hükümetin anlattığı role bürünürse bu ülkede devlet, devlet olarak kalamaz.
Bugün değil ama böyle giderse çok yakında, hükümetin anlattığı şekle dönüşecek Türkiye. Gerçekten birileri yaşam hakkının olmadığına ikna olacak. Kendisini marjinal olarak görmeye başlayacak. Bu marjinalliği normalleştirmek için sistemi kendine uydurmaya, kendini, sistemi yeniden inşa ederek normalleştirmeye çalışacak.
Bu karar alındığı anda, av ile avcı yer değiştirecek. Marjinal olarak suçlayanlar, marjinallikle suçlanacak.
Böylesi bir gerilimi yatıştırmak ise mümkün olmayacak.
Tıpkı kurtuluş savaşlarında olduğu gibi; evinize giren hırsızla yüz yüze gelmek gibi bir durum ortaya çıkacak.
Ya savaşacaksınız ya da yok olacaksınız.
Hükümet bunu anlamak istemese de gidişat bu yönde.
Çünkü hiçbir ülke bu kadar kitlesel bir ötekileştirmeyi sırtında taşıyamaz.
Hiçbir hükümet vatandaşlarının bu kadar büyük bir kısmını düşman olarak ilan edemez.
Ederse ayakta kalamaz!
Gidişat budur.
Sonuç da çöküş olacaktır.
Hükümet içine düştüğü yalan çukurundan ve düşman yaratarak sağladığı gündelik konfordan vazgeçmediği sürece yol, çıkmaz yoldur.
Askeriniz yoktur! Polisiniz yoktur! İstihbarat birimleriniz yoktur!
Elinizde olan sadece “yandaşlarınızdır”.
Ama yandaş olmayan herkes sizin mezar kazıcınız olur.
Kendi rüyanızı inşa ederken, kâbusunuzu yaratırsınız.
Gün gelir tüm yalanlarla yüzleşmek zorunda kalırsınız.
Elinizde hiçbir şeyin olmadığını işte o zaman anlarsınız.