Geçmişte kalmış yılların göz alıcılığını taşıyan, büyük ve eski sinema salonunda Sidney Film Festivali filmlerinden birini, Kanadalı yönetmen Sarah Polley’nin “Stories We Tell” adlı filmini izledim. Süslü duvarların, eskimiş görkemiyle bir yandan nostaljik duygular çağrıştırdığı, bir yandan tuhaf bir sıkıntı yaydığı salonda birbirleriyle alçak sesle konuşarak, acele etmeden, nazik adımlarla ilerleyen, koltuklarda yerlerini alan sinema seyircilerine baktım.
Herkes aynı filmi izleyecek, seyrederken düşünceleri başka bir yere kaymamışsa herkes hemen hemen aynı şeyleri düşünecek fakat sonra, birbirine hem çok benzer, hem de çok değişik duygularla ayrılacaktı salondan. Çünkü yaşadığımız her şey, kişiliğimizin, değer yargılarımızın ve yaşam deneyimimizin bir araya gelerek oluşturduğu bir süzgeçten geçerek anlam bulur bizde.
Yönetmenin kendi yaşamından bir kesidi belgesel biçiminde anlattığı film, olayları yaşayan ya da onlara tanık olan kişilerle yapılan söyleşilerden oluşuyor. Hikayeyi bir çok kişiden dinlediğimizde varılan sonuç mu? Aynı olayları birlikte yaşayan kişilerin her birinin farklı şeyler hissettiği; herkesin hep kendini haklı bulduğu; başkasının duygularını kabul etmenin güçlüğü; çoğu kişinin kendini haklı çıkartma isteğiyle, gerçekleri bilinçsiz olarak saptırdığı, unuttuğu ya da başka türlü hatırladığı.
Filmi izlemiş olanlar vardır aranızda. Bu ne karamsarlık, çıkara çıkara bu sonucu mu çıkardın diyeceksiniz belki. Ama durun... Hiç de ümitsiz değilim. Belki de bir çare bulunabilir. Bazı işyerlerinde çalışanlardan biri tatile çıktığında ya da her hangi bir nedenle işe gelemediğinde, bir başkası onun işini üzerine alabilsin diye çalışanlara geçişmeli eğitim verilir. Yıllardır hep düşünürüm. Diyorum ki, hayatta da böyle bir şey olsa, zorunlu empati eğitimi verilse, insanlar başka hayatlara eğitim amaçlı kısa süreli geçişler yapsalar... Ne dersiniz?
Tek bir anlatıcı yerine birkaç anlatıcısı olan romanlar vardır ya, iyi yazılmışsa, onları okumak çok zevklidir benim için. Çünkü yaşananlar hiç bir zaman tek kişiye ait değil. Aynı şeyi herkes başka türlü yaşıyor ve olayları tek kişinin değil, değişik kişiliklerin bakış açısından okumak daha doyurucu.
William Faulkner’ın Ses ve Öfke’si, Döşeğimde Ölürken’i, Graham Swift’in Son İçkiler’i, Julian Barnes’in Seni Sevmiyorum’u ve onun devamı olan Aşk Vesaire adlı kitabı, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’i bu şekilde yazılmış romanlar arasında şu anda aklıma gelenler. Bir de roman kişilerinin birbirlerine duygu ve düşüncelerini samimiyetle anlattıkları, içlerini döktükleri mektup biçiminde yazılmış romanlar var.
Bırakın gerçek yaşamı, bu romanları okurken bile insan taraf tutuyor. Evet ben, bazen tuttuğumu fark ediyorum. Diyelim ki yazar, iki karakterin yaşadıklarını, hissettiklerini ikisinin ağzından ayrı ayrı, tarafsızca anlatmış. Her birinin gerekçelerinin kendilerince geçerli olduğunu anlıyoruz. Başka türlü davranabilmeleri mümkün değil. Yine de taraf tutuyoruz. Hak veremiyoruz, versek de gönlümüz başka türlü olmasını istiyor. Çünkü her şeyi ancak kendi yaşadıklarımızın ışığı altında değerlendirilebiliyoruz.
Başkalarının yerine kendimizi koyabilmek, hissettiklerini tam olarak bilebilmek güzel olurdu. Onların bakışıyla da görebilmek dünyayı... Kalbimizi açarak dinlesek birbirimizi ve bizi dinleyenlere de kalbimizi açabilsek... Kulağa hoş ama aynı zamanda boş geliyor belki de bu sözlerim. Sevgi, anlayış, kabullenme gibi söylemleri kimimiz idealistik, kimimiz romantik, kimimiz uçuk bulup, silip atıyoruz. Kimimiz düşünce olarak benimsiyor, hayata uygulayamıyoruz. Yaşamak için çabalarken, evde ayrı, işte ayrı bir dolu sorunla uğraşırken, geçim derdi, uykusuzluk, yorgunluk boğuşup giderken, günün sonunda bitkin düştüğümüzde bırakın başkalarını anlamayı, kendimizi anlamaya bile kimin hali var?
Bütün bunları bilsek de...
Baştan başlasak... Birini gerçekten dinlesek.... Onun da bizim gibi hayalleri, umutları, dilekleri olduğunu, onun da bizim gibi kimi zaman yürekli kimi zaman kırılgan olduğunu, bir insan olduğunu hissetsek. Dünyayı güzel yapacak olan o bağlantı kurulmaz mı?
Filmin sonunda perdede isimler akıp gidiyordu. Birazdan kendi aralarında filmi yorumlamaya başlayacak olan seyirciler yerlerinde kıpırdanıyorlar, çıkmaya hazırlanıyorlardı. Ve ben bunları düşündüm.
sevgili saba öymen, düşündüğün şeyeler çok güzel. eline sağlık. tazelik içeren görüşlerin çok ilginç. kutlarım