Sabah erken çıktım bugün. Sokaklarda yaşam yeni başlıyor. Smiling Bakery'den taze ekmek kokuları karışıyor havaya. Fırıncı sürekli gülümseyen Vietnam göçmeni bir kadın. Hep gülümsediği için mi fırının adı Smiling Bakery, yoksa fırının adı Smiling Bakery olduğu için mi hep gülümsüyor? Hayat sorularla dolu değil mi, işte sabah sabah bir soru... Ama bu sorunun yanıtı açık. Keşke hayattaki her sorunun yanıtı böyle kolay bulunsa.
Kafeler açık, pub kapalı. Gazeteci açık, pizzacı kapalı. Başka... Dondurmacı açık, Thai lokantası kapalı. Bu saatte kim dondurma yer ki?
Yaşlılar için gösterişsiz, alçak gönüllü giysiler satan dükkanın önünde, erkenci iki yaşlı hanım askıdaki giysileri inceliyorlar.
Kafelerden birinde, masalar, sandalyeler dışarıya taşınıyor.
Sokaklarda hayatın yeni başladığı saatler ne güzeldir.
Bir de kasapla manav dükkanlarının önündeki kaldırımı suluyor olsalardı...
Eski bir defterimi buldum.
Şöyle yazmışım yıllar önce. 1970 lerin ilk yarısında.
Caddedeki dükkan sahipleri dükkanlarını açıyorlar. Çoğu açmış bile. Manav marulları suluyor. Sonra yere çeviriyor hortumu, kaldırımı suluyor. Kasabın çırağı kapının önünde durmuş, ustasının gelmesini bekliyor. Güneş biraz daha yükseliyor. Genç bir delikanlı motosikletle hızlı, gürültülü, tozlu bir şekilde geçiyor.
Evet, eski bir defterimi buldum. Buldum dememeliyim aslında, varlığını biliyordum. Başka birkaç şeyle birlikte paketleyip bir kutuya koyup, kendim kaldırmıştım dolaba. Çok yıllar önce. O denli uzun zamandır elime almamıştım ki, varlığını neredeyse unutmuşum. Üzerine kız resimleri çizdiğim, nilüfer baskılı siyah gri kapağıyla karşıma çıkıverdi. El yazısı öykülerle dolu sayfalar... Kimisi yazı makinesinde yazılmış. Sonradan babamın bürosuna giderek daktiloya çekmişim, kağıtları defterin arasına sıkıştırıvermişim. Belli ki defter yanımda olmadığında yazılmış bazı notlar, öykü başlangıçları karışmış yapraklar arasına; şişmanlamış, büyümüş de büyümüş defter. 1973 yazı, diyor öykülerden birinin sağ üst köşesinde, ötekinin 1974 yaz. Yaz tatillerinde yazardım en çok...
Bu sabah erken çıktım evden. Cadde, sabahı karşılarken yürüyorum. Ciddi, gri şık takım elbiseli bir genç adam, elinde kağıt bardakta kahveyle çıkıyor kafelerin birinden, şehir merkezine giden otobüslerin durağına doğru yürüyor.
Buralarda kasapla manav kaldırımı sulamıyorlar.
Defterimi açtığımda, 70’lerden kalma öykü kişileri fırladılar sayfalardan. Bu kadar zamandır arayıp sormadığım, yüzlerine bakmadığım için sitemli değillerdi de, yalnızca hareketsizlikten bunalmış gibiydier. Hoplayıp zıplamak, gözlerimin önünde dolaşıp durup, beni kendilerine çekmek istiyorlardı sanki. İlgilen bizle, hadi oku bizi, yeniden yaz bizi diyorlardı. Ya da ben öyle demelerini istedim.
Sabah erken çıktım evden bugün. Kasapla manavın olduğu, kaldırımların olmadığı küçük alışveriş merkezi yeni uyanmış. Eski kitaplar satan kitapçı, dışarıya bir kara tahta taşıyor. Kara tahtada bir yazı: Üç kitap ve bir kahve. 5 dolar. Kelepir... Pre-loved yazıyor bir de kara tahtada. Eskiden sevilmiş kitaplar... Sevilmiş ve sahip olunmuş... Şimdi sevilmeyen (mi?) ve sahafa satılan... Sahip olmakla sevmek aynı şey değil, birbirinin tamamlayıcısı bile değil ama kabul edilmesi zor bir gerçek bu.
Birkaç hafta önce, kütüphanenin yılda bir iki kez yaptığı kitap toplama gününde büyükçe bir plastik torba dolusu kitap ayırdım verilmek üzere. Sevmediğimden mi? Hayır... Okunsun, başkaları da okusun diye ve evdeki kitaplıklar yetersiz gelmeye başladığından. Ama çok sevdiğim, kitaplığımda bulunmasını istediklerimi vermedim yine de. Veremedim. Görüyorsunuz işte... Bu sevmek ve sahip olmak konusu öyle basit bir konu değil.
Sahafın raflarından birinden rastgele çekip elime aldığım eskimiş romanın sayfalarını gelişigüzel karıştırdığımda Joyce Carol Oats’un karakterleri de ansızın gelen özgürlüğün tadıyla kıpır kıpır oldular gibi geldi bana.
Alışveriş merkezinden çıktım. Sabah serinliğinin henüz terketmediği sokaklar telaşsızca yeni bir güne başlıyorlar. Ve ben eski defterdeki bir öyküyü, manavının kaldırımı suladığı bir öyküyü düşünüyorum.
1970 ler çoktan geçti. Manavlarda marullar yukarıdan püskürtülen sularla yıkanıyorlar artık. Olsun... Yine de, keşke manavın bir kaldırımı olsaydı, yaz sabahlarında kaldırımı sulasaydı...
Günün içinden notlar – Eski bir defterle buluşma (2)
çok renkli, samimi. elyazılı bölüm de bir tanıklık olarak heyecanlandıryor. kutlarım.