Verandada oturmuş Türkiye'de yayınlanan edebiyat dergilerinden birini okuyordum, cd çalarda Azerbaycan şarkıları çalıyordu. Gülebilmez bahar sensiz, Yüreğim od tutup yanar sensiz... Karanlık yüzlü basık hava, dergide okuduğum öykünün ruhuyla da birleşerek etkiledi beni. Ilık, hatta sıcak ama yaz değil, her nasılsa belli ediyor yaz olmadığını. Kokusuyla belki...
Hava sıcaklığı hemen hemen aynı bile olsa ilkbaharın kokusu başka, sonbaharın başka. Sonra, belki sesiyle... Dinliyorum... Müziğin durduğu anlarda ayrımına ilk varılan şey sessizlik. Kesin bir sessizlik. Bir boşlukta olduğunuzu düşündüren. Çevrenizdeki her şeyin, tüm evrenin ululuğunu duyuran. Ardından kuşlar, kuşların sesleri. Ağaçların belli belirsiz hışırtısı. Biraz daha uzaktan araba sesleri. Arada bir geçen uçağın boğuk gürültüsü. Yan sokakta bir evin bahçesinde çocuklar. Hayır, burada bu anda, ses zamanın ayrımcılarından pek değil. Türkiye’de bir sokakta olsa yaz sesleriyle kış sesleri çok farklıdır.
Nisan bir sonbahar ayı Güney yarımkürede. Kuzey yarımkürede büyümüş birinin kendini buna inandırabilmesi neredeyse olanak dışı. Elbette bir gerçek olarak bunu biliyorum. Demek istediğim, insanın kalbinin buna inanması kolay olmuyor. Bir ilkbahar sabahında doğmuşum, benimle aynı gün doğan Avustralyalı arkadaşımsa bir sonbahar gününde. Onun annesinin anıları bir sonbahar gününe ait, belki serin yağmurlu, belki güneşli bir sonbahar gününde ilk kez kucağına almış onu. Annemin anılarında ise ağaçların çiçeklerle dolu olduğu bir ilkbahar günü var. Güney yarımküreye hiç gelmemiş, burada yaşamamış olsaydım, doğduğum günün bir sonbahar günü de olabileceğini belki aklıma bile getirmeyecektim. Bu düşünce bana, hemen her şeyin bulunduğumuz mekan ve zamana göre değişik bir biçim aldığını yeniden hatırlattı. Çok az şey kesin ve değişmez. Mekan ve zaman (doğduğumuz yer ve zaman anlamında), elimde olmayan, ben seçmeden kendimi içine bulduğum bir şeyse, başlangıç noktamdır, beni tanımlayanlardandır. Ait olduğum ve bana ait olandır. Bu nedenle korurum onu, bu nedenle sürekliliğini isterim. Bir yandan da, yine tam da bu nedenle, benim gibi düşünen başkalarını anlamaya çalışmanın gerekliliğini düşündürür bana. Ve onların da beni anlamalarının, birbirimizi anlamanın esas olan olduğunu.
Her neyse, sözünü etmek istediğim şey, çocukluğumuzun geçtiği yerlerdeki mevsimlerin, aynı o yerlerin kendisi gibi içimize işlemiş olması idi. Bir temmuz ayı örneğin, ne olursa olsun, kış ayı gibi gelmiyor bana. Hava soğuksa, şiddetli bir rüzgar, yağmur varsa, kış havası gibiyse, aylardan temmuz olamaz, olmamalı gibi geliyor. Şubat olmalı örneğin... Hani insan bazen sorar ya kendi kendine, bugün günlerden ne, hangi aydayız diye, işte öyle sorsam, bir an düşünerek temmuz derim. Bu biraz da, haftanın günlerinin alışılmışlığına benziyor. Bayram tatili Pazartesi gününe rastlar da, Salı işe başlarız ya, o gün bütün gün Pazartesi gibi gelmez mi...
Doğduğumuz mevsim, ailemizin daha büyük üyelerinden işiterek sahiplendiğimiz, artık bizim olan anılarımızın arasında kalmıyor, başka işlere de bulaşıyor, sağlığımızı etkiliyormuş. Örneğin diğer mevsimlerde doğanlarla karşılaştırıldığında, sonbahar bebeklerinde astım, ilkbahar bebeklerinde ise anoreksi riski daha fazlaymış. Mevsim depresyonu türünden hastalıklarsa kış aylarında doğanlarda daha fazla görülüyormuş. Ama bu, dikkatinizi çekerim, astrolojiden farklı bir şey. İnsan grupları arasında doğum tarihinin ve hastalıkların soruşturulmasıyla yapılan araştırmalarla ulaşılmış bu sonuçlara. Bazı bulgular fareler üzerinde yapılan deneylerle de kanıtlanmış. Hepsinin ötesinde doğduğumuz mevsim kişiliğimizi de etkiliyormuş araştırmaya göre. Dergimi bıraktım, daha önceden bir yerlerde okuduğumu hatırladığım bu bilgileri google’a onaylattım. Böylece bu durumun, beni sabırsız, düşünmeden hareket eden biri yaparken, aynı günde Güney yarımkürede doğan arkadaşımı çekici, sportmen ve özellikle futbolda (futbol oynamıyor olmasını boşverin gitsin) başarılı yaptığını öğrendim. Demek ki, kişilik özelliklerimizi beğenmezsek, kabahati doğduğumuz mevsime atabiliriz.
Sonra dergime döndüm. Bir başka hoş öykü ve Ramin Farhangniya’nın son türküsü havadaki ılık sıkıntıyı dağıtıp gitti.
Bu dağda maral gezer, telini darar gezer,men yarime neyledim, yarim mennen kenar gezer
Dağlarda çiçek ay Gülebatın, hamıdan göyçek ay Gülebatın, doldur ver içek ay Gülebatın...
SEVGİLİ SABA YAZINI ZEVKLE OKUDUM...EMEĞİNE SAĞLIK....BENDE NEDENSE İKİ KİTAP ÇAĞRIŞIMI YAPTI ! EYLÜL VE İKLİMLER....RUH HALLERİ İLE İKLİMLER ARASINDAKİ PARALELLİĞİ DÜŞÜNDÜM.....ÖZELLİKLE EYLÜL AĞIR BASTI ....HERŞEY DEĞİŞİYOR SENİN DEDİĞİN GİBİ ...AMA " DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİM " BUNU DA UNUTMAMAK GEREKİYOR...BAŞARI DİLEKLERİMLE ÖPÜYORUM..
harikasın saba,eline yüreğine sağlık arkadaşım....yazındakine benzer duyguları yolculuk dönüşü bende hissettim hayat ve biz insanlar zamanın üzerinde kayıyoruz,uygun frekansı tutturursak zamanda yolculuk mümkün bence.....öpüyorum seni,kucak dolusu sevgiler....bu arada nisan türkiyede de soğuk geçiyor,ama bahar kokusu var kesinlikle.....