|
|
The Guardian Türkiye muhabiri Constanze Letsch: "Buradaki yaşam Avrupa'da çoktan bitti!"Kategori: HES | 0 Yorum | 27 Mayıs 2012 09:04:51 Antalya ve Isparta sınırlarını kapsayan St. Paul Yolu'nu yürüyen İngiliz The Guardian Gazetesinin Türkiye muhabiri Constanze Letsch ile baraj ve HES'lerin tehdidi altındaki Yukarı Köprüçay Havzası ve bölgeyle ilgili izlenimlerini konuştuk. Selge antik kentinden başlayıp Barla'ya kadar uzanan yolculuğu boyunca çok sayıda köyde konaklayan Letsch, "burada çok büyük bir hata yapılıyor, bu bölge yok edilmemeli" diyor. Letsch'e göre kırsaldan göç edip TOKİ evlerine yerleştirilen insanları işsizlik ve sosyal sorunlar bekliyor.
Antalya’nın Köprülü Kanyon yakınlarındaki Selge’den yola çıkarak Isparta'nın Eğirdir ilçesine bağlı Barla beldesine kadar St. Paul Yolu boyunca yürüyen The Guardian Türkiye muhabiri Constanze Letsch, ilk kez gördüğü bu bölgeden çok etkilendiğini söylüyor. Fotoğrafçı Jonathan Lewis ile birlikte katettiği bu uzun rota boyunca, Çaltepe, Değirmenözü, Yeşilbağ, Kesme, Kasımlar, Darıbükü ve Eğirdir üzerinden Barla'ya kadar yürüyen Letsch, Yukarı Köprüçay Havzasını 'zamanın durduğu yer' olarak tanımlıyor. Kültürel antropoloji eğitimi alan ve Türkiye’deki kentleşme konusunda Frankfurt Üniversitesi’nde doktora yapan Leitz, yöre insanının kendi kendine yeten üretim biçiminden övgüyle söz ediyor. Daha önce Likya Yolu ve Kaçkar dağlarında yürüdüğünü anlatan Letsch, St. Paul Yolunun çok etkileyici olduğunu söylüyor. Bölgenin doğasının daha vahşi ve her adımda farklı bir manzara sunduğunu dile getiren Letsch, “Biz ilk gün Selge-Çaltepe arasındaki parkurda yürüdük. Bu bir gün içinde bile manzaranın değişikliğine tanık oluyorsunuz. Benim için gerçekten bu bölge mükemmel bir deneyimdi” diyor. İşte yedi yıldır Türkiye’de yaşayan Guardian muhabiri Constanze Letsch’in Yukarı Köprüçay ve Türkiye’deki kentsel dönüşüm izlenimleri… KENDİ BUĞDAYININ UNUYLA KENDİ EKMEĞİNİ YAPMAK ÇOK DEĞERLİ “Bu bölgedeki köylerde sanki zaman durmuş gibi. Yıllardır her şey aynı kalmış sanki. Bizim kaldığımız köylerde herkes kendi kendine yeten bir hayat sürüyordu. Bir Alman olarak bizim ülkemizde böyle bir yaşamın kalmadığını söyleyebilirim. Kendi yetiştirdiğin buğdaydan un elde edip, kendi ekmeğini pişirmek, kendi yetiştirdiğin fasulyeden yemek yapmak, kendi patlamış mısırını yapmak… Bütün bunlar bence çok etkileyici. Özellikle şu günlerde bu tarz bir sürdürülebilirlik çok değerli. Bağımlı kalmadan sürdürülebilen bir yaşam… Tabii diğer yandan da çok zor bir yaşam. Ben bunu romantize etmek istemem kesinlikle. Çünkü ben İstanbul'dan gidiyorum o bölgeye. Burada çok konforlu bir yaşamın içindeyim. Her şey elimin altında. Doktorlar, okullar, tiyatrolar, konserler ve kütüphaneler... Ancak oradaki bazı köylerde doktora gitmek için iki üç saatlik yolu kat etmek zorundalar. Ayrıca biz Mayıs'ta gittik o bölgeye. Sanırım kış ayları da çok zor geçiyor olmalı. BU YAŞAM AVRUPA’DA ÇOKTAN BİTTİ Dediğim gibi bütün bunları da düşünerek romantize etmek istemem ama şu da var; bölgedeki insanların birçoğu da “burada yaşamımı sürdürebilsem buraları terk etmem" diyor. Bütün dünyada köyler yavaş yavaş terk ediliyor. Ama buradaki insanlar yaşadıkları yerleri kolay kolay terk etmek istemiyorlar. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde bu tarz bir yaşam biçimi çoktan bitti. Böyle bir yaşam biçimi artık Avrupa'da kalmadı. Ancak Almanya ve İngiltere'de köylere geri dönüş başladı diyebilirim. Hem Almanya hem de İngiltere'de seksen milyon insan küçük bir coğrafyada yaşıyor. Türkiye'deki kadar geniş bir coğrafya yok her iki ülkede. Almanya'da bütün köylere ulaşmak Türkiye'den daha kolay ama buradaki gibi orijinal bir kırsal yaşam yok maalesef. GÖÇ EDENLER KENTTE İŞSİZLİKLE BOĞUŞUYOR Ancak ben Türkiye'deki kentleşme konusu üzerine bir doktora çalışması yapıyorum ve bu çalışmam sırasında edindiğim izlenime göre köylerden kente gelen insanlar gecekondularda çok kötü koşullarda yaşıyorlar ve işsizlikle boğuşmak zorunda kalıyorlar. Köyünde yaşamını kolayca sürdürebilen bir insan kentte çok zorlanabiliyor. Mesela İstanbul'da yeterince ağaç yok. Fazla açıklık alanlar yok. Havası kötü. Göç eden insanlar bütün bu sorunlara katlanmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca iş bulmak da çok zor. Özellikle köydeki işler burada gerekli olmuyor. Köydeki tecrübeler kentte işe yaramıyor. TÜRKİYE’DE KÖYLÜLERE YUKARIDAN BAKILIYOR Kate Clow çok güzle bir şey söyledi. Bu beni çok etkiledi. Kate, "Türkiye'deki insanlar köylülere çok yukarıdan bakıyorlar. Buna çok üzülüyorum" diyor. Evet, gerçekten doğru bu. Ben de katılıyorum. Mesela gittiğimiz köylerden birinde bahçesinde çalışan bir kadın bizi görünce yanımıza geldi ve "kusura bakmayın biz böyle çalışıyoruz işte" dedi. Ben bunu duyunca üzüldüm, çünkü “gerçekten böyle mi düşünüyorlar” dedim kendi kendime. Yani bizim onlara tepeden bakacağımızı mı düşünüyorlar. Aslında biz o kadar egzotik sayılmayız artık çünkü yavaş yavaş bölgeye yabancılar gelmeye başlamış. TÜRK HÜKÜMETİ BU DEĞERİN HİÇ FARKINDA DEĞİL Düşünün orada ne kadar değerli bir şey var. Her şeylerini kendileri üretiyorlar ama bundan utanıyorlar. Buna çok üzülüyorum. Kendileri de bunun pek farkında sayılmazlar ama Türk hükümeti kesinlikle hiç farkında değil. Yani hem oradaki doğanın güzelliği hem sürdürülebilir tarımsal üretim ve buna bağlı yaşamın farkında değil hükümet. Tabii ki buradaki köylüler ticari bir üretim yapmıyorlar, sadece kendi ihtiyaçlarına yönelik bir üretim yapıyorlar. Bu tabii ki çok zor. Bir yerde de gelirlerinin olması gerekiyor. Ancak bu bölgede Kate'in yaptığı projeler ve St. Paul yolu bir katkı sağlayabilir. Mesela İsviçre, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'da benzer yollarda yürüdük. Eko turizm bu tür bölgeler için iyi bir seçenek olabilir. Yalnızca pansiyon işletenler değil, bakkalı, ulaşımı, rehberlik hizmeti gibi pek çok alanda gelir olanağı sağlanabilir. Bu da genç insanlara olanaklar sağlayabilir. TÜRKİYE’NİN ENERJİ POLİTİKASI İYİ PLANLANMAMIŞ Mesela keçileri ormana sokmuyorlar. Ben buna anlam veremiyorum. Yıllardır bir sorun olmayıp şimdi neden yasak olduğunu anlamıyorum. Bu tür durumlar bölge insanının çok üstüne geliyor ve buradaki değerin görmezden gelinmesine neden oluyor. Ayrıca baraj ve taş ocakları da bölgeye zarar veriyor. HES ve barajlar hakkında çok fazla bilgi sahibi değilim ama gittiğim yerlerde edindiğim izlenime göre Türkiye'nin enerji politikasının iyi planlanmamış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bölgelerarasındaki üretim dengesizliğinden söz ediliyor. Evet, Türkiye'nin enerjiye ihtiyacı var ama bu şekilde plansızlıkla üretim yapılması gerekiyor mu, bunun çok düşünülmesi gerekir bana göre. ‘İYİ Mİ KÖTÜ MÜ OLACAK BİLMİYORUZ ABLA!’ Beni en çok kızdıran şey, Yukarı Köprüçay Havzası'ndaki baraj projesi hakkında hiç kimsenin bir bilgiye sahip olmamasıydı. Köylüler, çalışanlar, muhtarlar; hemen hemen konuştuğumuz hiç kimse baraj projesi hakkında bilgi sahibi değillerdi. Değirmenözü köyünde bir kaç kişiyle konuştum, hepsi de "iyi mi olacak yoksa kötü mü bilmiyoruz abla. Bize kimse bir şey söylemiyor" diyorlardı. Bu nasıl olabilir anlamıyorum. Kasımlar'dan bir köylü ile Darıbükü köyüne gittik, yolda bir kaç iş makinesi gördük ve köylü "demek ki başlamışlar, bizim haberimiz yok. Bize bir şey söylemediler" dedi. Bu mümkün değil, nasıl olabilir?! Bu orada yaşayan insanlara çok büyük bir saygısızlık ve bana göre çok büyük bir hata. Benim en çok zoruma giden durum bu. Doğa katledilecek bu tabii ki çok kötü ama en önemlisi yıllardır orada yaşayan insanlara olan biten hakkında bilgi verilmemesi inanılır gibi değil. ‘HÜKÜMET BÖYLE UYGUN GÖRMÜŞ, NE YAPALIM’ İnsanlar korkuyor bir yandan da. "Aman bizim adımızı yazmayın" diyorlar. Bir kısmı da konuşmaktan çekiniyor. Bazıları da "hükümet böyle uygun görmüş ne yapabiliriz" diyorlar. Bu da beni üzüyor. Çünkü Türkiye kendisine demokratik bir devlet olduğunu söylüyor ama bu durum bana göre hatalı. Ortada bir problem var. Bir insanın yaşamında köklü bir değişiklik olacak ama onun bundan haberi yok. Burada bu sorunla ilgili açıktan bir tartışma yapılamıyor. Genel bir bilgi eksikliği var. Çünkü bir şeyi tartışabilmesi için neyi isteyip neyi istemediğini bilmesi için durum hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Ancak ortada somut bir şey olmayınca da bir şey olacağına da inanmıyor. Bu durum Tarlabaşında da var. İş makinelerini görmeden kimse evlerinin yıkılacağına inanmıyor. Ancak ilk ev yıkılınca tepkilerini gösteriyorlar. BU BÖLGE ÇOK ETKİLEYİCİ, YOK EDİLMEMELİ Yukarı Köprüçay'a tekrar gitmek istiyorum. Çok etkileyiciydi benim için. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Barajlar bütün dünyada bir problem yaratıyor. Barajların bir ömrü var ve bu süre bitince geriye çok kötü bir iz kalıyor. Bütün bunların çok iyi düşünülmesi gerekiyor bana göre. Bu bölgenin avantajları çok fazla. Eko turizm ve organik tarım gelecek için bir fırsat yaratabilir. Eğer işin ekonomik yanına bakarsak da şimdi değil belki ama gelecekte burada uygulanacak olan baraj projesinin yarattığı ekonomik değerden daha fazlası kazanılabilir. Enerji üretimine ilişkin teknik ayrıntıları bilemem ama burada çok büyük bir hata yapılıyor diye düşünüyorum. Ben dışarıdan bakan bir yürüyüşçü olarak bu bölgenin yok edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. TOKİ BÖLGELERİ FRANSA’DAKİ GİBİ SORUNLAR YARATACAK Kırsaldan kente göç eden insanlar özellikle TOKİ evlerine sokuluyorlar. Örneğin İstanbul Tarlabaşı'nda yaşayan insanlar kentin oldukça dışında kalan yeni yaşam alanlarına gönderiliyorlar. İnsanları ruhsuz bir ortama sokuyorlar. Bütün bir mahalle yaşamı yok ediliyor, sosyal yapı bitiyor. İnsanlar sadece evlerini değil, çoğu zaman işlerini de kaybediyor. Çünkü buralarda yaşayan insanlar çok kırılgan işlerle uğraşıyorlar. Ayrıca otobüslerle işlerine gidip gelmeleri çok zor. Bu nedenle sistem kendi kendine problem yaratacak bölgeler inşa ediyor. TOKİ bölgelerinde bana göre bir kaç yıl sonra Fransa'daki banliyölerde yaşananlara benzer sorunlar ortaya çıkacak. Herkesi bir gökdelene yerleştiremezsiniz. Türkiye diğer ülkelerin yaptığı benzer hatalardan ders almalı bence ama bunu yapmıyorlar ne yazık ki. Bu da beni çok büyük hayal kırıklığına uğratıyor, üzüyor. Çünkü bir dokuyu yıktığınız zaman bir daha inşa edemezsiniz. Sadece Tarlabaşı’ndaki evlerden söz etmiyorum. Bu en son sırada gelir ama yok edilen mahalle yaşamı, sosyal iletişim ve insanların kendi kendilerini rehabilite etmelerinin yerine bir şey koyulamaz. Tabi Tarlabaşı'nda da yaşam çok zor olabilir bir yanıyla, bunu da romantize etmek istemem ama insanların mahalle kültürü içinde birbirilerine yardımcı olmaları ve gündelik işleyişi olan bir yaşam var. Sulukule’de benzer bir durum var. Bence bütün bunların yarattığı sorunları ileride göreceğiz. Daha heterojen bir yaşam olmalı. Tarlabaşı'nda seyyar satıcılık yapan, Beyoğlu'nda lokantalarda çalışan, müzik yapan insanlar kentin 40 kilometre uzağındaki TOKİ evlerine taşınınca burada bir şey yapamıyorlar. Yıkılan mahallerin yerine ruhsuz bir yaşam kuruluyor.” Fotoğraflar: Jonathan Lewis- Yusuf Yavuz
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|