|
|
Libya'da ne oldu Suriye'de ne oluyor?Kategori: Söyleşi | 0 Yorum | 11 Mayıs 2012 09:36:56 Aijaz Ahmad'ın Samir Amin ile 'Arap Baharı' üzerine yaptığı röportaj Monthlyreview'de yayımlandı. Samir Amin, bölgede yaşanan gelişmeler sonrasında ön plana çıkan Müslüman Kardeşler'in İslam'ı bayrak olarak kullanan gerici bir parti olduğunun altını çiziyor.
- Körfez Konseyi ülkelerinin Arap Dünyasında müdahaleci bir güç olarak ortaya çıktığını ve sahip oldukları büyük miktarda parayla yeni Arap devlet sistemine egemen olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu ülkelerin NATO ile giderek güçlenen ittifakına, fiili entegrasyonuna tanık oluyoruz. Arap ayaklanmalarından önce Türkiye’de de bir dönüşüm yaşandı ve NATO’nun kendi İslamcıları orada bir anlamda yönetimi ele geçirdi. Şimdi Arap halkı hareketlilik gösterirken, Türkiye onları bir anlamda Erdoğan ve çevresinin sahip olduğu İslamcı yönelime doğru dönüştürmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da ve genel anlamda bölgedeki tüm bu çelişkiler, ABD’nin önderliğindeki -ve elbette bölgede kendi çıkarlarını gözeten İngilizlerin, Fransızların da başını çektiği- NATO’ya, Arap Dünyasına müdahale etme şansı veriyor. Şu ana kadar üstü kapalı bir şekilde sürdürülen Suriye’deki müdahale ya da daha dolaylı olan ama en az onun kadar kapsamlı olan Mısır’daki müdahale gibi. Bize bu gerici bloğun bölgesel düzeydeki yeniden örgütlenmesiyle ve özellikle de Libya ve Suriye’deki müdahaleleriyle ilgili neler söylersiniz? ABD ve onun ardından giden ittifakları -Avrupa devletleri ve bir NATO üyesi olarak Türkiye- Tunus’ta ve Mısır’da bir sürprizle karşılaşmış olmalarından kendilerine ders çıkarttılar: Diğer Arap ülkelerinde benzer hareketlerin ortaya çıkmasını engellemek ve hareketleri başlatma üstünlüğünü ellerinde tutarak bu hareketleri önceden ele geçirmek. Bu deneyimi, Libya’da başarılı bir şekilde sınadılar. Libya’da başlangıçta, Kaddafi’ye karşı geniş, sivil bir halk ayaklanmasının varlığından söz edemeyiz. Yalnızca küçük silahlı gruplar vardı. Bu noktada derhal sorgulanması gereken bu silahların nereden geldiğidir. Bu silahların en başından beri ABD ve Batı güçlerinin desteğiyle Körfez’den geldiğini biliyoruz. Bu gruplar, orduya, polise ve benzeri yerlere saldırılar düzenliyordu. Ertesi gün bile değil, aynı gün içinde kendilerini “Demokratik Kurtuluş Güçleri” olarak nitelendiren bu insanlar, Fransızlara ve NATO’ya kendilerini kurtarmaları çağrısında bulundular. Bu çağrı da, müdahaleye olanak tanıdı. Bu müdahale Kaddafi rejimini yıkması açısından başarılıydı. Peki, bu başarının sonucu neydi? Demokratik bir Libya mı? Yeni rejimin cumhurbaşkanının, Bulgar hemşireleri ölüm cezasına çarptıran kişiden başkası olmadığını bilen herhangi bir kimse bu soruyu gülünç bulacaktır. Ne acayip bir demokrasi! Ancak bu müdahale, aynı zamanda ülkenin Somali’nin yoluna girmesine de neden oldu. Yerel güçler -sözde “İslam” adına hareket eden savaş ağaları- ülkeyi yıkıma uğrattı. Bu noktada bu müdahalenin amacının bu mu olduğu, yani ülkenin yıkıma uğratılması mı olduğu sorusu sorulmalıdır. Bu ana soruya tekrar geleceğim, çünkü aynı stratejiyi, yani daha en başından itibaren silahlı grupların ülkeye sokulması stratejisini, hemen ardından Suriye’de de uygulamaya çalıştılar. Silahlı gruplar ülkenin kuzeyinden, Türkiye üzerinden, özellikle de Hatay’dan geliyordu. Hatay’da sözde “mülteci kampı” denilen yerler aslında mülteci kampı değil. Orada çok az mülteci var ve bu kamplar Suriye’ye müdahale edecek askeri birliklerin eğitim yeri olarak kullanılıyor. Bu durum, Türk dostlarımız tarafından belgelendi. Bir NATO gücü olarak Türkiye de bu komplonun bir parçası. Benzer bir biçimde güneyden de Ürdün, İsrail’in tarafsızlığıyla değil aktif desteğiyle, Deraa’dan bu silahlı grupların Suriye’ye girmesini sağladı. Suriye’de nesnel olarak Mısır’dakine benzeyen bir durumla karşı karşıyayız. Çok uzun yıllar önce ulusal halkçı bir rejimken meşruiyetini Mısır’daki aynı nedenlere dayandıran bu rejim, bu meşruiyeti Hafız el-Esad döneminde neoliberalizme ve özelleştirmelere uyum sağlamasıyla yitirmiş ve Mısır’daki aynı toplumsal felaketi yaşamıştı. Dolayısıyla yaygın, popüler, demokratik ve toplumsal bir ayaklanmanın zemini vardı. Ancak Batılı emperyalist güçler bu hareketi, silahlı grupların askeri müdahalesiyle önleyerek demokratik halk hareketini çekimser bir konuma soktu. Halk hareketi ne Beşar el Esad’a karşı sözde “direnişe” katılmak istiyor, ne de Esad rejimini destekliyor. Bu durum, Beşar el Esad’ın Humus’taki ve kuzeyde Türkiye sınırındaki dış müdahaleyi sınırlamasını, sonlandırmasını mümkün hale getirdi. Fakat dış güçler tarafından desteklenen silahlı grupların gerçek terörünün karşısında devlet terörüne karşı çıkmak sorunun yanıtı değil. Sorunun asıl yanıtı, gerçek demokratik halk hareketiyle müzakereler yoluyla sistemde halk yararına köklü bir değişiklik yapılmasıdır. Esas zorluk buradadır ve esas sorulması gereken de budur. Gelişmelerin nasıl seyredeceğini bilmiyoruz, en azından ben bilmiyorum ve kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Rejim veya rejimin içerisindeki insanlar, demokratik halk hareketiyle yapılacak müzakerelerden daha fazlasına, iktidar sisteminin yeniden bölüşümüne olanak tanıyarak gerçek reforma doğru yol alacak mı yoksa patlamaları bugüne kadar yapmış oldukları gibi gaddarca karşılamaya devam mı edecekler? Eğer böyle giderlerse sonunda yenilgiye uğrayacaklar ve bu yenilgi emperyalist güçlerin çıkarına olacak. Peki, emperyalizmin Suriye’deki ve bölgedeki gerçek hedefi ne? Bu hedef kesinlikle bölgeye demokrasi getirmek değil. Amaçları tıpkı Libya’da olduğu gibi, Irak’ta olduğu gibi toplumları parçalamaktır. Irak örneğini ele alalım, Irak’ta ne yaptılar? Saddam Hüseyin’in gerçek diktatörlüğünün yerine, daha kötü üç diktatörlük getirdiler: İkisi din adına Şii ve Sünni, diğeri de sözde “etnisite” adına Kürtler. Ülkeyi sistematik cinayetlerle parçaladılar. Binlerce insanın “insani” amaçlarla bombalanmasının yanında rejim kadrosu, ülkenin elit kesimini oluşturan biliminsanları, doktorlar, mühendisler, üniversite profesörleri ve hatta şairler, sistematik bir şekilde katledildiler. Bu ülkeyi yıkıma uğratmaktır. Suriye için de hedef budur. Kendini “Özgür Suriye Ordusu” olarak adlandıranların programında ne var? Alevilerin, Dürzülerin, Hıristiyanların ve Şiilerin kökünü kazımalıyız diye bakıyorlar. O dört azınlığı topladığınızda, Suriye nüfusunun yüzde kırk beşi ediyor. Bu ne anlama geliyor? Bu demokrasi mi? Bu ülkenin parçalanması ve olası en kötü diktatörlüktür. Peki, bunda kimin çıkarı var? Bu durum üç yakın ittifakın ortak çıkarına: ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri. Neden ABD? Çünkü bölgedeki toplumları parçalamak ikinci aşamayı hazırlamanın, İran’ı parçalamanın en iyi yolu. Böylelikle, başlıca “yükselen ülkelerin” yani Çin ve Rusya’nın -ve eğer çıkıntılık yaparsa potansiyel olarak Hindistan’ın- kuşatılmasına ve geriletilmesine ortam hazırlanacak. Hedef budur ve bu hedef, en başta İran olmak üzere Ortadoğu toplumlarının parçalanması anlamına geliyor. Bu lümpen bir kalkınmanın da eşlik ettiği toplumları parçalama projesi aynı zamanda İsrail’in de hedefi. Çünkü eğer Suriye dört, beş tane önemsiz, küçük din devletine bölünürse, İsrail’in bölgeyi sömürgeleştirme süreci kolaylaşacak. Ve bu hedefe Körfez ülkeleri de sahip. Katar Emiri’nin ve Suudi Arabistan Kralı’nın, Batılı Obama, Sarkozy ve Cameron ile yan yana demokrasi mücadelesinin önderleri rolüne soyunması maskaralıktan başka bir şey değil. Ancak bölgede İslam adına -adına diyorum çünkü farklı İslam anlayışları olabilir- hegemonya kurmaları, Mısır gibi ülkelerin yıkımı anlamına geliyor. Çünkü Nasır döneminden de bildiğimiz gibi, Mısır gibi ülkeler kendi ayaklarının üzerinde durduğunda Körfez ülkelerinin hegemonya kurması zorlaşır. Dolayısıyla bu üç gücün ortak hedefi budur. Bu hedef toplumlar içerisinde Müslüman Kardeşler tarafından desteklenmektedir. Müslüman Kardeşler’e İslamcı bir parti gözüyle bakmamalıyız. Örgütlenmeleri, partileri niteleme ve yargılama ölçütümüz, onların İslamcı veya laik olduklarına değil, gerici mi yoksa ilerici mi olduklarına dayanmalı. Müslüman Kardeşler’e baktığımızda, bütün sahici konularda gerici bir tutuma sahip olduklarını görüyoruz. İşçi sınıfının grevlerine, yoksul köylülerin direnişine karşı olduklarını, özelleştirmeden yana, kamu hizmetlerinin tasfiyesinden yana bir tutum sergilediklerini görüyoruz ve bu da en gerici güçlerle aynı çizgide oldukları anlamına geliyor. Müslüman kardeşler İslam’ı bayrak olarak kullanan gerici bir partidir. Ve bana göre emperyalizmin ve onun Ortadoğu toplumları içerisindeki gerici müttefiklerinin stratejik hedeflerinin ne olduğu ile ilgili genel resim budur. Kaynak : 7.5.2012 |Çeviren: Olgu Kundakçı |Birgün
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|