|
|
Çin: Yeni Bir "Süper Güç" mü?Kategori: Dünya | 0 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Korkut Boratav | 18 Mart 2012 06:50:36 Kapitalist dünya sisteminin "ağababası" değişiyor mu? Bu işlevi altmış küsur yıl boyunca üstlenmiş bulunan ABD, hegemonyayı en azından paylaşacak mı? Kimlerle? "Sistemin ağababası" nasıl tanımlanır? İşlevleri nedir? Nasıl değişmiştir? İkinci Dünya Savaşı sonrasına ve ABD'ye odaklanarak kısaca tartışalım. Sistemin dayanaklarından biri, doların dünya parası olmasıydı. Bu durum, ABD'ye hem yükümlülükler, hem de ayrıcalıklar getiriyordu.
ABD dünyanın üretim merkezi olarak dış ticaret fazlaları verecek; dış açık veren ekonomilerin finansmanını da dolar likiditesi sağlayarak (sermaye ihraç ederek) karşılayacaktı. “Ağababalığın ana yükümlülüğü” buydu. Öte yandan, bu zorunlu likidite gereksiniminin çok daha üzerinde dolar bastığında “dünyayı satın alabiliyordu”. Veya emperyalist yayılmacılığın finansmanını rahatça sağlayabiliyordu. Hegemonya konumunun sağladığı ayrıcalık da buydu. Bu özellik bir zamanlar De Gaulle’ün itirazlarına yol açmıştı; zira, diğer emperyalist ekonomiler (Batı Avrupa ve Japonya) bu “ağalık hakkı”ndan yoksundular. Çeyrek yüzyıl boyunca ABD, “ağababalığın bu iki boyutunu” birlikte sağladı. Bir yandan kesintisiz dış fazla verdi; öte yandan çok daha fazla dolar basarak emperyalizmin jandarmalığını üstlendi; “dünyayı satın almayı” sürdürdü. 1980 sonrasında ABD, ağababalığını sadece ayrıcalıklardan yararlanma biçiminde kullanır oldu. Ülke içi üretim gücü göreli olarak geriledi; bu nedenle ekonomi kronik dış açıklara sürüklendi. Dış dünya giderek ABD’ye kesintisiz net kaynak pompalamaya başladı. İpin ucu kaçmadıkça (1990’lı yılların sonlarına kadar) bu durum sineye çekilebiliyordu. Zira, ağalık görevlerini (yani dış açık veren tüm ekonomilerin finansmanını sağlamayı) emperyalist metropollerin diğer temsilcileri (Almanya, Japonya) karşılıyordu. Yeni yüzyıla doğru ABD, ağalık hakkını kötü kullanmaya başlamıştı: Dış dünyadan her yıl milli gelirin yüzde 5-6’sı civarında net kaynak aktarımıyla ayakta duran bir ekonomi; tasarruf etmeyi unutmuş, ücretleriyle, gelirleriyle bağdaşmayan abartılı tüketim tutkunu bir halk; astronomik açık veren bir devlet; içte-dışta sınırsız borçlanma; üretimlerini ülke dışına taşıyan şirketler; kâğıttan varlıkların çılgınca balonlaşmasıyla yaşayan bir finansal sistem… 2007 sonunda balon patladı; ABD ağır bir uluslararası krizi tetikledi. Dünya ekonomisinin diğer bloklarına bağımlılığı yoğunlaştıkça, Amerika’nın ağababalık konumu esasen tartışmalı hale gelmekteydi. Kriz bu zayıflığı iyice açığa vurdu. Emperyalizmin jandarmalığını sürdürecek askerî gücü vardır; ancak, bu gücü hayata geçirmek dış kaynaklara bağlıdır. Krize rağmen ortadan kalkmayan dış ticaret açıklarının da kesintisiz finansmanı gerekmektedir. Bu kaynak akımlarını üstlenen ülkeler, dünya sisteminin hegemonyasını ABD ile paylaşmaya elbette aday olacaklardı. *** Bu adaylar kimlerdir? Basit göstergelerden hareket edelim ve (IMF kaynaklarını kullanarak) 2011’de dünya ekonomisinin en büyük dört ekonomisinin cari işlem dengelerine bakalım: ABD 468 milyar dolar dış açık vermektedir. Bu açık, 2006’daki rekor (804 milyar dolarlık) düzeyin bir hayli altındadır; fakat ekonominin dış kaynak gereksiniminin yüksek düzeyde kronikleşmiş olduğu da ortadadır. Diğer üç ülke ise, cari işlem fazlaları vermekte; ABD’nin ve dış açık veren (Türkiye gibi) diğer ekonomilerin dış kaynak gereksinimlerini karşılamaktadır: Japonya +147, Almanya +183 ve Çin +361 milyar dolar… Yirmi yıldan bu yana kronik durgunluğa saplanmış Japonya için ağababalık iddiası söz konusu değildir. Almanya’nın ise hegemonya arayışı vardır; ancak bu, şimdilik Avrupa ile sınırlıdır. Yüksek üretkenliğe dayalı dış fazlaları ve sermaye ihracı, Avro Bölgesi’nin zayıf halkalarını bağımlı kılmak amacıyla kullanılmaktadır. Cari işlem fazlası, diğer iki büyük ülkenin toplamını aşan Çin ise, sistemin ağababalığını en azından paylaşmaya kesinlikle adaydır. Bazı ek bilgilere de başvuralım. Uluslararası rezerv düzeyleri bakımından Çin ilk sıradadır; bunların toplamı 3.2 trilyon (3200 milyar) dolara ulaşmaktadır ve bunların (en az) 1.2 trilyon doları ABD hazine bonolarından (borçlarından) oluşmaktadır. Bu rezervler Çin devletine olağandışı bir potansiyel güç sağlamaktadır. Örneğin (“hini hacette”) çok etkili bir ekonomik savaş aracı olarak kullanılabilir. Çin yöneticileri, bu gücü artırmanın, kullanmanın yöntemlerini geliştirmektedirler. Yüzde 2’lik getiri sağlayan ABD hazine bonolarının rezervlerdeki payını azaltmak bunlardan biridir. Geçmişte New York borsasına plasman yapılmış; son iki yılda ise Avrupa’nın daha yüksek getirili devlet tahvilleri alımlarına aynı nedenle gidilmiştir. 2007’de rezervleri yatırımlara dönüştürmek için Chinese Investment Corporation (CIC) kurulmuştur. Rezervlerden CIC’e her yıl aktarılan kaynakların yarısı ülke içinde devlet işletmelerine; diğer yarısı ülke dışında yatırımlara yönelmektedir. 2010’da bu sonunculardan yüzde 12 civarında bir getiri sağlandığı söylenmektedir. CIC dışında, devlet bankaları, kamu şirketleri de dış kredilere, yatırımlara yönelmektedir. Son altı yılda Latin Amerika ülkelerine 75 milyar dolar kredi açılmış; Afrika’da, Avustralya’da, hatta ABD ve Kanada’da hammadde, petrol sektörlerine (bazen azınlık hissesi olarak) doğrudan yatırım yapılmıştır. Görülüyor ki, Çin’in dış fazlalardan kaynaklanan rezervleri, bir emperyalist ülke gibi doğrudan yatırımlara, kredilere ve plasmanlara dönüşmektedir. Önemli bir farkla: Bunlar Çin devletine ait yatırımlardır. Bu nedenle, çokuluslu şirketlerin, dev bankaların, ayrıca “kupon keserek yaşayan” rantiyelerin sürüklediği emperyalizme özgü sermaye ihracı burada söz konusu değildir. Rezervlerin değerlendirilmesi amacı bir yana, Çin devletinin stratejik, “ulusal” çıkarları izlenmektedir. Dış politika öncelikleri de söz konusudur; ancak bunlarda (en azından ilke olarak) siyasi hegemonya arayışı reddedilmektedir. Evet, Çin, adım adım dünya sisteminin bir “süper gücü” konumuna yaklaşmaktadır. Ancak, bu süreç, geleneksel emperyalist ilişkiler aranarak, korunarak gelişmemektedir. Başka sorular da gündemdedir: Yuan (renminbi) doların koltuğuna göz dikmiş midir? Bir dünya parası olabilir mi? Sermaye hareketlerinde serbestleşme sağlanmadan bu gerçekleşebilir mi? Hangi adımlar atılıyor? Bunlar, Çin toplumunun geleceğini hangi doğrultuda etkiler? İleride tartışmak üzere…
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|