|
|
Bu darbe 12 Eylül'den daha tehlikeli!Kategori: Söyleşi | 0 Yorum | Yazan: Hatice Deniz | 16 Mart 2012 05:52:16 Sanatçılar sisteme tepkili, sanatçılar Erdoğan'a karşı çıkıyor, sanatçılar sanata ve topluma zulmü reddediyor... Reddeden şairlerimizden biriyle, Ataol Behramoğlu'yla, bu süreci hazırlayan 12 Eylül'den başlayarak günümüze geldik ve siyasetten sanata pek çok konuda konuştuk. Ataol Behramoğlu, neye, neden muhalif olduğunu anlattı, Erdoğan'ın sanatçılara yönelik söylemlerini değerlendirdi, saptamalarda bulundu. Bugün söz Behramoğlu'nda...
12 Eylül’ün kendinizden başlayarak hem siyasiler hem de sanatçılar üzerindeki etkilerini anlatır mısınız? 12 Eylül askeri darbesinin nasıl ortaya çıktığı bugün daha iyi biliniyor. Aslında işin esası Türkiye’de yükselmekte olan siyasal muhalefeti, özellikle de emekçi muhalefetini durdurmak, işçi sınıfının kazanımlarını yok etmek, toplumsal muhalefete son vermek, sonraki süreçlerde ortaya çıkan kapitalist diktatörlüğün yolunu açmaktır diye özetlenebilir. Tabii 12 Eylül öncesi kargaşa ortamının kendi iç dinamikleri var ve bugünden bakıldığı zaman nasıl bir kışkırtmalar sonucunda oluştuğu rahatlıkla görüşüyor. Haklı olarak denebilir ki, bir günde nasıl sona erdi bu kargaşa ve kıyım… Demek ki bunlar bir elden yönetilmiş kışkırtılmış. Ama öte yandan toplumsal iç dinamiklerin de yadsınamayacak bir yolu olduğu kuşkusuz. Şunun da altını çizmek gerekir ki, sivil siyaset iyi sınav vermemiştir. Tıpkı 28 Şubat sonrasında da iyi sınav veremediği gibi. Bugün eleştiriliyor ama 28 Şubat kesintisiz 8 sene eğitim hakkını kazandırmıştı bu topluma. Ne yazık ki sivil siyaset ona da sahip çıkamadı onu da koruyamadı. Bugün 4+4+4 olayına geldik. 12 Eylül, ülkenin yaşamını değiştirdiği gibi, artık siyasal örgütlenmeler ve sivil toplum örgütleri kendini toparlayamayacak hale geldiler. Sarsıldılar, yok edildiler. Barış Derneği Davasından da TİP Davasından da TKP Davasında da yargılandım. Beraatle sonuçlansalar bile yaşamımda derin izleri oldu. Bir yıl kadar cezaevinde yattım, siyasi nedenlerle yurtdışına çıkmak zorunda kaldım, sürgün yaşadım. Bunlar insanın yaşamını derin etkileyen dönüşümlerdir. 12 Eylül toplumun yaşamını değiştirdiği gibi kişisel yaşamlarımızı da değiştirmiştir. Bugün 12 Eylül’le yüzleşmek, 12 Eylül’le hesaplaşmak gibi sözler bana göre bir aldatmacadan ibaret. Bugünkü siyasetin 12 Eylül’den hiçbir alıp vereceği olamaz. Kendisi esasında sivil darbedir ve başka darbelere eleştiri yöneltebilecek bir hakka ve duruşa sahip değildir. 12 Eylül’de kurduğunuz Barış Derneği sebebiyle cezaevinde yattığınız süreci anlatır mısınız? 12 Eylül sonrasındaki yargılamalarla ilişkili olarak, Barış derneği davasıyla ilgili yargılanırken duruşmalar açık olarak yapılırdı ve izleyicilerimiz istisnasız Türkiye toplumunun bütün muhalif kişilikleri ve örgütleri; o örgütlerin temsilcileriydi. Silivri’deki davalar bugün bin kat daha kötü görünüm almıştır. Davaların ancak basına yansıyan bölümünü görüyoruz ve oralarda neler olup bittiğini bilmiyoruz. Türkiye’de hiçbir zaman görülmemiş ölçüde, bir baskı ve hukuk dışılık söz konusu. Kitaplarınızın yasaklandığı, yayından kaldırıldığı bir dönem yaşadınız. Şimdi çok mu özgürsünüz? 1980 başlarında bir şiir kitabım “Ne yağmur, ne şiirler” sivil mahkeme tarafından toplatıldı. İmhasına karar verildi. Selimiye’de bir hafta kadar tutuklu kaldıktan sonra kitap oranın mahkemesince aklandı. Bugün de AKP’de bir süreç içinde işi götürüyor. 12 Eylül de böyle oldu. Önce bir darbe oldu sonra zamana yayıldı. Bu süreçte ne hissettiniz? Kitapları yasaklanan yazarlar ne hissederler? Kitap yasağı düşünceye ket vurulmasıdır, iyi kötü bir ekmeğe emeğe engel olmaktır. Bir yazarın hissedebileceği en olumsuz, en can sıkıcı, en kötü şeydir kitabının yasaklanması. Ülke için de utanç verici. Son derece aşağılayıcı bir şey, yazarlarının kitaplarının toplatılması ve yasaklanması. Bugün gelinen noktada yayınlanmamış kitaplar toplanıyor. Hani 28 Şubat için post-modern darbe deniyor ya, asıl bugün; sivil darbe, post-modern faşizm olarak nitelenebilir. Çünkü dijital çağda yaşıyoruz, dolayısıyla bir kitap henüz yayınlanmadan toplatılabiliyor. Uzun yıllar siyasi nedenlerle Fransa’da ikamet ettiniz, eserleriniz bir çok dile çevrildi. Size bakış yurtdışında ve Türkiye’de nasıl, kıyaslar mısınız? Türkiye’de çok tanınmış ve sevilen bir şairim. Sadece şairliğim değil aydın duruşum da taktir edilir. Yurtsever kimliğimle de, sosyalist kimliğimle de, sevilen saygı duyulan bir insanım ,bu da haliyle beni mutlu ediyor. Yurtdışında tabii ki şiirlerim çevrildikçe insanların etkilendiğini görüyorum. Hem şairler, hem dinletilerde şiirlerim okunduğu zaman Türkçe’nin müziğini seviyorlar. Hem de şiirlerin anlamının şiirsevere etkileyici biçimde ulaştığını, onları etkilediğini görüyorum. Bugün bir parçası olduğunuz akım “Toplumcu Gerçekçilik”, yani literatürde Toplumcu Gerçekçi olarak geçiyorsunuz. Türkiye’de Toplumcu Gerçekçilik ne durumda? Bu akımın temsilcilerinin sistemdeki yeri neresi, konumu nasıl? Bütün tanımlar ekol adları tek tek sanatçı kimliklerini daraltır. Belli sanat akımları vardır ve o çerçeve içinde sanatçılar yer alırlar. Ama ne olursa olsun, sanatçının kendine özgü özellikleri vardır ve sanatçıyı sanatçı kılan o özelliklerdir. Ben kendimden söz edilirken “organik şiir” kavramı üzerinde durulmasını tercih ederim. Yani şiir hayatın içinden, yaşamın organikliğinden, konuşma dilinden doğmalıdır. Yaşamın canlılığını, hareketliliğini içermelidir şiir. Toplumcu gerçekçilik önemli bir akım, 19 yüzyıl sonunda “Eleştirel Gerçekçilik” doğmuş, Natüralizm’den ve Romantizm’den farklıdır ve amacı toplumsal olayları eleştirel bir bakışla irdelemekti. 20. yüzyılda bu akım Toplumsal Gerçekçilik biçimini alır. Sadece eleştiri yetmez, toplumu bir hedefe de yönlendirmek lazımdır. Gerçekçi ve toplumcu bir kimlik taşıdığımı tabii ki söyleyebilirim. Ama bununla da kendimi sınırlamam. Bu arayışın içinde kuşkusuz sembolik ve romantik öğeler de vardır. Yoldaşlarınızdan yazar-çizer dostlarınızdan bugün hayatta olmayan kimleri özlüyorsunuz? Onlar o kadar çok ki, Ahmet Arif, A. Kadir, Bekir Yıldız, Vasıf Öngören, Aziz Çalışlar ilk aklıma gelen isimler, hepsinin gönlümde yerleri var. Hepsi de çok özlediğim arkadaşlarım. Kimileri yaşça büyük kimileri yaşıtım… Onların yokluğunu bugünkü gündemde hissediyor musunuz? Elbette… Bu konuşmayı yaptığımızın ertesi günü Sivas Davası zamanaşımına uğrayacak. Orada yitirdiğim dostlarımdan Metin Altıok, Behçet Aysan… Onlar da toplumcu arkadaşlar ve değerli şairlerdir. Özlememek mümkün mü? Özellikle bu davaya ilişkin, bir vurgu yapmak ister misiniz? Zamanaşımı böyle bir davada olmaz. Olay; toplu katliam, insanlık suçu kavramına uyuyor. Etnisite ve fikirsel ayrımlar sebebiyle bir topluluğu ortadan kaldırmaya yönelik saldırıdır. Bir bakıma toplu kıyım. “Vay efendim bu madde yasaya sonradan eklendi, 93’ü kapsamıyor” anlayışı bana göre, vicdanla da, hukukla da, adaletle de ters düşer. Zamanaşımına uğraması söz konusu olmamalı. Bazı suçlarda zamanaşımı olamaz. Olmamalı… Aziz Nesin’e gelelim, bugün yaşasaydı bu manzaraya nasıl bakardı? Kaç yaşında olurdu? Aziz Nesin yaşasaydı oldukça yaşlı olurdu bugün. O yaşlarda kolay değil bir muhalefet yürütmek ama bizim bildiğimiz Aziz Nesin olarak; bugün, bu sanatçılar girişiminde yaptığımız şeyleri yapar ve mücadele ederdi. Bizim yaptıklarımızı yapardı. 12 Eylül ile bugünü, “apolitizm, popülizm, sansür ve otosansür” açısından kıyaslar mısınız? 12 Eylül askeri bir faşist darbedir, bugünkü hükümet de sivil bir faşist darbedir. Bugünkü sivil darbenin 12 Eylül’den daha tehlikeli bir yanı var. O günkü askeri darbe ekonomi ve siyaset alanındaydı. Bugünkü ise Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün temellerini, aydınlanma devriminin bütün yapıtaşlarını yıkmaya yöneliktir. Dolayısıyla bugünkü AKP oluşumları insanın kimyasını, organizmasını değiştirmeye yönelik faşist bir darbedir. Nitekim 12 Eylül geçti, sivil toplum düzenine girildi, sözde darbecilerden hesap da soruluyor ama bugünkü darbe çok daha tehlikeli. Aydınlanma düşmanı ve karşı devrimci bir hareket çünkü. Bugünkü oluşumu anlatmak için darbe sözcüğünü yetersiz görüyor, “ihanet” olarak değerlendiriyorum. Yeni neslin siyaset ve sanat anlayışını nasıl gözlemliyorsunuz? Genellemeler her zaman yanıltıcıdır. Olumlu bir yandan baktığımızda bir gençlik yükselişi yine söz konusu. Şu anda Türkiye Gençlik Birliği var, TKP’nin bir gençlik hareketi var. Gençliği eylemsiz, tepkisiz bir sürü olarak nitelemek yanlış olur. Üniversitelerde ve toplumda korkunç bir baskıya rağmen istikrarlı bir tepki var. Bütünüyle baktığımız zaman toplumlun bir apolitizme sürüklendiği aldatıldığı, ortada. İşin en olumsuz yanı; bu toplumun örgütsüz olması. Var olan örgütler de 80 sonrası süreçlerde dağıtıldı, yok edildi. Onların yeniden oluşması da oldukça zor. Yine de umutlu olmak ve var olan örgütleri desteklemek, onlardan yana tavır koymak gerekiyor. Erdoğan’ın “Dindar Gençlik” söylemiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Temelinde, aydınlanma değerleri olan, insan aklı ve düşünce özgürlüğü olan, laik bir cumhuriyetin; siyaset yönetiminde olan bir şahsın “Dindar nesiller yetiştireceğiz” demesi, bu aydınlanma değerlerine baştan sona bir ihanettir. Bunun başka bir adı yok! Çünkü dindarlık dediğimiz şey kişisel bir olgudur ve vicdan meselesidir. Siyasetin böyle bir amacı olamaz. Siyasetin hedefi çizilmiş olan temel doğruları içinde , -dünyada da aydınlanma devriminin aşamalarından geçmiş ülkeler için de geçerlidir- bilimsel düşünceye açık, özgür, araştırıcı bir gençlik amaçlamalıdır. Bu zihniyet özgür yurttaş değil de “kul” yetiştiren bir sistemin anlayışı olabilir. Bunu amaçlayanlar, aydınlanmaya düşmanca bir tutumun yönünde de ilerlemekteler. 28 Şubat’ı savunan oldukça tepki aldığınız söylemleriniz oldu, buna açıklık getirebilir misiniz? Geçen yıl, evvelki yıl, bu konu bugünkü kadar gündeme gelmeden geçtiğimiz 28 Şubat’ta bu kadar üzerinde tartışılan süreç neden bu kadar gürültü yapıyor düşünmek gerek. Bunun gündeme gelmesinin zamanlaması önemli. 28 Şubat, MGK’ın sahip olduğu yetkileri kullanmasıdır. Dönemin başbakanının bu baskılar karşısında görevinden istifa etmesidir. Yani yasal bir hakkın esasında kullanılmasıdır. Eğer bir ülkede gerçekten demokrasi yoksa, toplum örgütlü değilse, -demokrasilerde toplumlar örgütlüdür. Bütün sınıflar örgütlüdür ve onlar arasında çıkan çatışmalar aslında demokrasiyi oluşturur- eğer böyle bir toplumsal yapı oluşmamışsa… O zaman çeşitli etki odakları etkilerler toplumu. Askerler de buna yönelik birer etki odağıdır. Kanun da onlara bu hakkı vermiş. Bu 28 Şubat’ın yanında olmak ya da karşı olmak meselesi değildir. 8 yıllık kesintisiz eğitim çok önemli bir kazanımdır ama ne yazık ki sivil siyaset buna sahip çıkamadı. “Asker kötüdür, sivil iyidir” gibi bir düşünce de son derece yanlış. Örnek 27 Mayıs 1960. Bir devrimdir. 1961 Anayasası bu ülkenin görüp görebileceği en nitelikli, en özgürlükçü, en ilerici anayasadır. Portekiz’de Karanfil Devrimi , Salazar iktidarını ve faşizmi devirdi yerine demokratik bir sistemi getirdi. Bunlar sekter ve cahilce, içeriksiz, derinlikten yoksun düşüncelerdir. Gelmiş geçmiş en büyük, en kanlı faşistler sivillerdir. İnsanlık tarihine bakınız. Faşizmin askeri sivili yok. Erdoğan’ın size açtığı davayla ilgili ne söyleyeceksiniz? Açtığı davayı yargı reddetti. Bir televizyon programında “Yeterli oy alamasalar bile gitmezler” söylemim arkasından “Gitmemek için yasadışı davranışlarda mı bulunurlar” sorusunu getirdi. “Bulunabilirler” cevabım Erdoğan’ın hakaret kabul etmesine sebep oldu ama yargı kabul etmedi. Nitekim bu bir hakaret değil, tespitti. Azeri kökenlisiniz, Hocalı Katliamıyla ilgili ülkemizdeki protestoları ve Erdoğan’ın bu konuya ilişkin söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan’ın her söylemini izliyor değilim, onun söylemleri beni her zaman ilgilendirmez. Hocalı Katilamına gelince faşizmin her türlüsü kötüdür. Kim yaparsa yapsın, ister Ermeni, ister Azeri, ister Türk, ister Kürt… Kim yaparsa yapsın, karşısında demokratik ve uygarca tepkilerle durmak gerek. Şu anki medyada bir sansür ve otosansür sorunu var, bu sizi ve sizin cenahınızdaki yazar-çizerlerimizi nasıl etkiliyor? Otosansürü kendi üzerimde asla kabul etmedim. Sadece yazılarımda kelimeleri kullanırken dikkat ediyorum. Gereklidir, bunu otosansür olarak görmüyorum. Bunu abartanlar ve uygulayanlar olabilir. Gazete patronları kesinlikle bunu uyguluyor. Yazarları kontrol ediyorlar. Kendi hayatımda otosansür gibi bir şey olmadı, diyebilirim. “Çocuklarımızın geleceğinden elinizi çekin” sözünüz ses getirdi. Bu sözün sebeplerini maddelemek gerekirse neler söylersiniz? 4+4+4 bir kıyımdır. 6 yaşında okula başlayan kız 12 yaşında eve kapatılabilir demektir bu. İmam Hatip’in orta kısmına girebilirler. Demek ki çocuklarımızın geleceğini o noktada yönlendirmeye başlamışlar. Yani uygar bir eğitim bağlamından onları kopararak böyle bir kul biçimine sokmanın bir adımıdır. Bu işin sonu nereye varır sizce? Vardığı yer yavaş yavaş belli oluyor. Mecliste kavga gürültü, artık yumruklar konuşuyor. Daha büyük toplumsal çatışmalara doğru gider. Kehanette bulunamayız, ama içinde olduğum düşünce ve çevre bakımından söylüyorum: biz bir milim bile geri adım atmayız. Sanatçılar arasında da bir muhalefet sorunu var mı? “Reddediyoruz” platformu bu sorunun ürünü mü? O yandaş sanatçıların bir kısmı apolitik ve dünyadan habersizdir, çıkarları dolayısıyla hareket ederler. Bir kısmı da omurgasız diye tabir ettiğim entelektüel ama kimliksiz kişiliklerdir. Yani bireyci ve ülkesi için çok fazla değer gözetmeyen tipler var. Bana göre çoğunluk oluşturan grup duygusuna ait sanatçılar da var. Bütün mesele son bahsettiğim grubu ortak bir çevrede buluşturmaktır. Bu “Reddediyoruz” girişimi de bu amaçla oluşturuldu. Hiçbir hiyerarşik yapısı olmadan dalga dalga yayılan bir sanatçı, aydın hareketidir “Reddediyoruz” platformu. Erdoğan’ın Oğuz Atay gafını değerlendirir misiniz? Yeteneksiz siyasetçilerin arka planına baktığınız zaman bunların geçmişinde yeteneksiz ve başarısız sanatçı taslakları vardır. Mesela Erdoğan’ın gençliğinde şiirler yazmaya yeltendiğini ve başarısız olduğunu tahmin ediyorum. Bu yüzden de sanatçılara atıfta bulunuyor. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar der hesabı… Bunların hep arka planında ukteler vardır. Kompleks olarak değerlendiriyorum.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|