|
|
İzel Rozental ile 'aynı kalemler, farklı çizgiler' üzerineKategori: Söyleşi | 0 Yorum | Yazan: Hatice Deniz | 11 Şubat 2012 04:34:20 Türkiye'de editoryel çizerliğin sınırlı sayıdaki temsilcilerinden biri. Dünya Karikatürcü Kuruluşları Federasyonu (FECO) ikinci genel başkanı. Scriks'in hissedarı. Aynı zamanda Schneidertempel Sanat Merkezi'nin kurucularından... İzel Rozental'dan bahsediyoruz. Kendisiyle Schneidertempel Sanat Merkezi'nin kendine has atmosferinde yaptığımız sohbette, Rozental'ın içinde bulunduğu hemen hemen her alana değindik.
Schneidertempel Kültür Merkezi'nin 1999’dan beri kuruluşuna öncülük ettiniz. O günden bu güne Schneidertempel maceranızı biraz özetler misiniz? O günün öncesinden başlamak gerekirse, mekânın mevcudiyetinden bihaberdim. Böyle bir mekânın varlığından haberim bile yoktu. Alt kat öbür sokaktan görülüyor. Öncesinde burada cemaat toplantıları falan oluyordu. Birkaç kez bu toplantılara dahil oldum. Orada toplantıların birinde “biz bu binayı ne yapacağız, kiraya mı verelim, yıkılacak…” gibi söylentiler var. Merakımı cezbetti, gezmek istedim. Beni alıp buraya çıkardılar. Donakaldım. Büyük bir yer değil fakat görkemli. Yüksek tavan, iki bina arasına sıkışmış, daracık bir yapı fakat; insanı büyüleyici bir yalınlığı var. Sade, basit, aynı zamanda görkemli… Yalvardım yakardım: Ne olur bana müsaade edin birkaç mimar arkadaşıma göstereyim, biz burayı bir sanat galerisi yapalım. Önce “olmaz” dediler. Ama sunduğum alternatif sonradan galip çıktı. Burası, pek gelen gideni olmayan bilinmeyen bir sokak. Buranın profili çok farklı bir kesim. Mimar bir iki dostumla, Tan Oral ve Aykut Köksal ile çalıştık. Kolları sıvadık, “biz burayı adam edeceğiz” diye. Restorasyon değil onarım istedik, restorasyon öldürmektir çünkü… O zaman ki Aşkenaz Vakfı Başkanı’nın çok yardımı oldu. Eksik olmasın onun önderliğinde burası onarıldı ve 1999 Mayısında bir büyük sergi açtık: Konusu “inançlar” olan uluslararası bir karikatür sergisi. İlk defa eski bir sinagog kapılarını halka açıyor. Bu mekanda belki bir “nü” sergisi yapsak, belki bu kadar tepki çekmezdi. Ama bir karikatür sergisi ve konusu da inançlar. “Yeni Bin Yılın Eşiğinde İnançlar” Sergisini açtık. Önde gelen yüz yirmi kadar karikatürist çağırdık. Hemen hemen hepsi katıldılar, ve müthiş bir açılış gerçekleşti. İnanıyorduk ki yüz yirmi karikatürcü, inançlar hakkındaki düşüncelerini, bakış açılarını, kendilerine has mizahi üslup ve grafik anlayışları içerisinde saygılı bir şekilde dile getirebilecekti, nitekim öyle de oldu. 2005’de Danimarka’da patlayan “Muhammed olayları” yaşanmamıştı henüz. Fakat çizerlerden Janusz Kapusta, Muhammed’in yüzünü çizmiş. Bir uyarı üzerine kendisini durumu anlatmak için aradık. karikatürü kaldırmamız gerektiğini söylediğimizde aldığımız cevap bizi şaşırttı. “Karikatürü rötuşlayın, size nasıl yapılabileceğini anlatayım, siz yapın” dediğinde “Aman efendim. Haddimiz mi bizim” diye karşı çıktık Aykut Köksal ile. Karikatürü sergiden çıkarmak daha makuldür diye düşündük. “Sakın çıkarmayın ben size yetki veriyorum, “dedi. Biz Aykut’la elimize beyaz daksili aldık. Orijinale dokunmadan fotokopisi üzerinden daksilledik. Bu aslında toleransı gösterir. Sanatçının inançlara olan saygısını da... Nitekim o sergide; gerçekten inananlarla, gerçek inançlarla saygısızlık eden, dalga geçen, küçümseyen hiçbir yaklaşım yoktu. Buna karşın çok sert, çok eleştirel, çuvaldız kıvamında çok sayıda karikatür sergide yer aldı. Sinagog’u sanat merkezine çevirmek, Musevi Cemaatinden bir tepki almanıza sebep oldu mu? Bu sinagog 1894 yılında belli bir zümrenin ibadet etmesi için yapıldı. Pekiyi, niye sinagogda ve ya camide ya da kilisede insanlar ibadet ediyor? Bir kere yol gösterici bir kişi var başında, ikincisi cemaat bir araya geliyor, birbirini tanıyor, barışık oluyor. Sinagogdaki “Ago” kelimesi “agora”dan geliyor; “sin” ise “birlikte ve topluluk” demek. Yani bir bütünlük anlamı var. Cami de “cemaat”ten geliyor. İnsanların bir araya gelmeleriyle bir takım ilişkiler kurulurdu. Buranın tek amacı “Tanrım, görevimi yaptım” duası değildir. Burası aynı zamanda bir cemaatin toplanma yeri. Burada bir cemaat kalmazsa buranın bir kutsallığı da kalmaz. Mekânın bir tarihiliği vardır, bir nostaljiliği vardır, o mekanın güzelliği vardır. Onu yaşatmak onu ayakta tutmak için, artık eski fonksiyonu yoksa, başka bir şeye dönüştürmek gerek. Bir sanat merkezi, o cemaati, o binayı yaşatabilecek belki de en iyi girişimdir. Çok ilginç bir tesadüf oldu. Bir gün halam vefat etti. Halamın eski eşyalarının içinde, dedemin babaannemle evlendikleri Yidişçe yazan belgeleri buldum. O belgelerde burasının tarihi vardı. Yani ne kadar enteresan, hiç bilmiyordum bunu. Meğer benim dedemle babaannem burada evlenmişler. Düğün törenleri burada olmuş. Ve ben bu mekânı 90 yıl sonra yeniden keşfedip, buranın yaşamasına ön ayak olmuşum. Yani burayla duygusal bağlarınız da var? Tabii sonradan oluşan bağlar daha da güçlendi. 11 yılda 93 sergi açtık. Her birinin hazırlanması, alt yapısı, ticari hiçbir zaman olmadık, hem sanatçımız hem de bizim için bu çok önemli. Biz sanatçıyı desteklemek adına bu yola çıktık. Değirmenin suyu nereden geliyor dersen; Aşkenaz Vakfı bize arka çıkıyor. Zaten bina onların, biz de üç personel olarak burayı idare etmeye çalışıyoruz. Telefon, su, internet, elektrik gibi giderleri de; bağışlarla, birtakım yayınlarla burayı ayakta tutmaya çalışıyoruz. Açılışlarda ve turlarda mekân dolar. Cumartesileri kapalıyız. Aslında Pazartesi kapalıydık. Burası madem ki eski bir sinagogdur, madem hala bir takım simgeler, semboller var sağda solda, Cumartesileri saygı adına kapatın dediler. Bunun olmaması için, buranın dinsel bir referansı olmaması için çok mücadele ettim ama cemaat de bu konuda ısrarcı davrandı. Hahambaşı ve Musevi Cemaati, bu konuda dediler ki; “bizim dini kurallarımıza uymanızı istiyoruz. Çünkü ne de olsa cemaatin bir mülküdür. Bir takım kurallara uymanızı istiyoruz.” Burası karikatür sergilerinin kalesiymiş gibi geliyor? Şüphesiz öyle, burada iki kişi çalışıyoruz. Tan Oral ve ben… İkimiz de karikatüristiz ve haddimizi biliyoruz. Sanat uzmanı değiliz. Özendirici fotoğraf sergileri açtık, bu noktada dikkat ettiğimiz şey bir konsept olması. Bir ana tema olsun ki bir mesaj verebilelim. Bunlara dikkat ediyoruz. İki karikatür anlayışı var. Bir tanesi popüler olan, hani şu gençlik dergilerindekiler… Bu yeni değil, eskiden Gırgır vardı. Bugün Uykusuz, Penguen, Leman var. Bir de; daha derine inen biraz daha fazla siyasi, daha az belden aşağı vuran, daha fazla düşünmeyi gerektiren karikatür türü var ki o da Kamil Masaracı’nın, Ercan Akyol’un, Tan’ın, -tabii kendimi de hesaba katıyorum- dahil olduğu anlayış. Biz Tan’la karikatüristiz dolayısıyla karikatürden anlıyoruz. Seçtiğimiz, beğendiğimiz karikatürcüleri davet ederek “gelin burada bir sergi açalım” diyoruz. İki karikatür sergisinin üst üste olmamasına dikkat ettik. “Karikatür sergilerinin kalesi” ismi yapmış olabiliriz ama biz buyuz… Hepsi yer alabilir. Resim sergisi açmaktan çoğu kez kaçındık. Çünkü resim sergileri ticari oluyor. Ben demiyorum ki resim sanatına duyarsızız. Ama benim bu anlamda bir birikimim de yok. Fakat adam gelip bir resim sergisi açmak istiyor, üstelik de bir konsept belirlemiş. Böyle çalışmalarımız da oldu. O adam bu sergiyi burada açtı. Belki bir tane satmadı o resimler. Ama inanın o sergi buraya yakıştı. O sergi burayla bütünleşti. Sergiyi açan sanatçı da, gezenler de tatmin oldu, ayrıca biz de tatmin olduk. Bunlar başımıza geldi. Burada önemli olan sanatçının ve eserlerinin mekânla ilişkiye girmesidir. Mekân sanat eserini, sanat eseri de mekânı bir yerden kavrayabiliyorsa, bir bütünlük içerisindeyse biz bunu tabi ki değerlendiririz. Türkiye’deki karikatürle ilgili de biraz konuşalım isterseniz. Bu konudaki kaynak sıkıntısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Orhan Koloğlu’yla bir söyleşiniz olmuş bu konuda… Orhan Hoca bir kitap yayınlamıştı. Türk Karikatür Tarihi. Aslında bu konuda ilginç çalışmalar var. Turgut Çeviker’i hiç göz ardı etmiyorum. 9 ciltlik bir Tanzimat ve Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine ilişkin bir eseri var. Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi diye bir çalışması da var. Atatürk Karikatürleri diye bir çalışması var. Kaynak var, çalışma var, ama yeteri kadar var mı, bu tartışılır. Batıya gittiğinizde durum farklı. Karikatür çizmeyip, karikatürle alakası olan insanların daha fazla araştırma yapmaları daha fazla akademik kaynak üzerine gitmeleri gerekir. Orhan Koloğlu bir tarihçidir, karikatürden çok yararlanmıştır. Keşke onun gibilerden çok daha fazla olsa… Uluslararası pek çok karikatür kuruluşunda konuşma yapmışsınız. Akademik anlamda katkıda bulunmuşsunuz. Türkiye’nin bu konudaki kısırlığı nedir? Bunlar burada da oluyor mu? Türkiye’deki faaliyetler yurtdışına göre ne kadar revaçta? Türkiye’de oluyor ama ilgi olmuyor. Türkiye’de bu konuda çok emek sarf etmiş bir kişi var, o da Nezih Danyal. Yetişkinlere yönelik uluslararası festival düzenliyor. Bu çerçevede yurtdışından tanınmış 8-10 tane karikatürcüyü davet ediyor ve ağırlıyor. Gelenler, hem ülkelerini tanıtıyorlar hem kültürlerini. Konuşmacı olarak dahil olduğum panellerde gördüğüm, bu çalışmaları biz bize yaptığımızdı. Sempozyumdan geriye sadece, içinde çok değerli yazılar olan bir katalog kalıyordu. Maalesef çoğu aramızdan ayrılmış akademisyenler, yazarlar, çizerler çok güzel bildirilere imza atmışlar. Fakat ilgi yok denecek kadar az. Böyle etkinliklerin büyük kentlerde kitleler üzerinde çok fazla etkisi olamıyor. İstanbul’da birkaç sempozyuma konuşmacı olarak katıldım ve gelenler iki elin parmakları kadar. Yurtdışında da aynı sorun var. Mesela Paris’te düzenlerseniz katılımcı az oluyor, ama siz Fransa’da bir banliyöye çıkarsanız, küçük bir şehre… Oradaki salonda oturacak yer bulamazsınız. Kocaeli’nde, Adana’da, Sakarya’da yaptıklarımız tıklım tıklım… Yani Anadolu daha duyarlı diyorsunuz… Tabii ki. Milas’ta Turan Selçuk için bir sergi açtım, inanamadım gelen kalabalığa. Bunun gibi daha pek çok örnek sayabilirim. İstanbul bambaşka bir kent. İstanbul’da her saat, her dakika başka bir etkinlik var ve şehir bunlara doymuş vaziyette. Şaşırıyorlar, nereye gideceklerini bilemiyorlar artık. Basın karikatürü, kitleleri yayınlandıkları mecraya göre etkileyebilecek gücü olan bir alan. Ama sınırları bilmek lazım. Bu bağlamda karikatürcüler, karşısındakini hunharca eleştirebilir ama insanların kutsal gördükleri düşünceleri aşağılamama ve bu hassasiyette kendisini sorgulayabilecek kıvama gelmiş çizerler olmalıdırlar. Türkiye’de olan sorun yurtdışında da var. Türkiye’de derinlikli ve incelikli bir mizah var. Ama çok da serttir ve gaddardır. Doğu Bloğu ülkelerindeki sanatçıların en verimli oldukları yıllar, demir perdenin ve ciddi baskıların olduğu yıllardır. Yani ne kadar baskı varsa karikatür de o kadar katılaşır. O adamlara sansür uygulanıyordu ama müthiş güçlüydüler. Demir perde indi, Doğu Bloğu çöktü, sansür kalktı yavaş yavaş. Ardından liberal sisteme geçildi ve bir baktık Doğu Bloğu denen bir şey kalmadı. Türkiye’ye de baktığınız zaman; 12 Eylül döneminde çok başarılı olan “50 Kuşağı” dediğimiz bir çizerler dönemi kendini gösterdi. Turan Selçuk, Semih Balcıoğlu, Ferruh Doğan, Yalçın Çetin... Onlar biraz Batı etkisiyle de olsa, o dönemde çıktılar. Ve o karikatürleri okumak gerek. Bunlar bugün de çizilir belki ama o dönem için daha cesurdur, daha serttir, ve daha çok şey anlatır. Fransa’yı ele alalım, çok serbest, laik şu bu… Ama François Mitterrand gelene kadar, baskı var. Mitterrand geliyor ve bir anda her şey serbest. Çizerler bu kez başka tabulara yöneliyorlar, nerede tabu varsa oraya saldırıyorlar. O ülkenin, o coğrafyanın kültüründe çizgi ile mizah ön planda olduğu için çok sayıda yayın mevcut. Her ülkeyi kendi kompleksleriyle değerlendirmek lazım. Ortaya çıkma ve çıkmama sebepleri baskıdır çünkü… Her alanda mı bu böyle? Ama sanat bu değil midir? Sanatın tarifinde kendini ifade etmek de vardır. İçe dönük bir çaba aynı zamanda. Bir bakıma iç dünyanı ortaya çıkarma çabası… Konuşamazsan çizersin, çizemezsen fotoğraf çekersin. Çekemezsen yazarsın... FECO’yla bağınızdan bahseder misiniz? Çeşitli dernekler vardır. Karikatürcüler bir araya gelirler, dernek kurarlar, FECO da bu dernekleri tek bir çatı altında toplar. Burada amaç yarışmalarda kuralları belirlemek, standart uygulamak, kopyacılığı önlemek, jürilerin standart olmasını sağlamak, karikatürcülerin istismar edilmesini önlemektir. Bütün bunların önüne geçmek için dernekler, derneklerin de başına bir federasyon getirildi. Bende buna yönelik bir kaç avantaj var: Birincisi karikatüre meraklıyım, ikincisi birkaç yabancı dil biliyorum. Editoryel çizerlik konusunda bizi aydınlatır mısınız? Editoryel çizer: Bir gazetede çizen karikatürcü, basında çizerken günceli takip eden, yakalayandır. Ben olaylara Türkiye’den, İstanbul’dan bakmamaya çalışıyorum. Günceli takip ederken, kendimi alıp, dünyanın dışına koyup uzaktan bakıyorum. Çizdiğiniz kalem size ne ifade ediyor? Kalem fetişim yok. Hep karikatür çizerdim ama ilk editoryel karikatürümü 1991 yılında çizdim. Atölyelerine gidip ziyaret ettiğim karikatürcüler, Tan Oral’dı, Semih Balcıoğlu’ydu, Behiç Ak’tı, Ali Ulvi’ydi ve hepsinin ortak noktası “her birinin aynı kalemle farklı çiziyor olmasıydı.” O zamanlar bu dört karikatürcü de aynı kalemi kullanıyorlardı. Çini mürekkebi, hokka, divit uç ve tarama uç. Bugün karikatürcüler roller da kullanıyor. Ben divit ve hokkayı onlardan gördüm ve öğrendim. Bu da bana müthiş bir keyif verdi. Yıllarca zevkle kullandım divit ucu kullanmak. Homojen olmayan bir çizgi veriyor. İçimden geleni dışa vurmamda yardımcı oluyor. Artık bulunmuyor ki zaten çizerler bilgisayarla çiziyorlar. Ben kalemciyim. Ekmeğimi karikatürden değil kalemden kazanıyorum. Ben ticaretini yaptığım kalemlere birer meta olarak bakıyorum ve ikisini birbirinden kati suretle ayırıyorum. Çünkü birisi ekmek teknem, öbürü yaşama tutunma alanım. İlk karikatürlerimi 1971’de yayınlandı. O zaman askerliğim yeni bitmişti, yeni evliydim. İlk portfolyomu aldım gittim Gırgır’a. Günaydın Gazetesi, Cağaloğlu’na… Bir baktım benden önce sırada bekleyen bir sürü tıfıl genç var. Oğuz Aral bir yerde oturuyor. Hiç unutmam o sahneyi… O kadar kazındı ki beynime. Bir köşede de Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap editörü Turhan Günay var. “Bırak dosyanı, üç gün sonra yine gel” dediğinde “peki” deyip bıraktım. Üç gün heyecanla bekleyip tekrar gittiğimde, Turhan tanıdı hemen ama Oğuz Aral sanki üç gün hiç kıpırdamamış sanki yerinden, orada öylece oturuyor. Hiç kafasını kaldırmadı. Turhan dosyayı verdi, “iki tanesine baktık, bir takım düzeltmeler yaptık, vezneye uğra makbuzunu ver, paranı al” dedi. Çıkınca hemen dosyaya baktım. İki karikatürün üstünde Oğuz Aral’ın kurşun kalemle düzeltmeleri var. O zaman için 150 liralık bir makbuz elimde. Doğum anında bir kaza olunca ve sütten kesilmişti eşim. Tanesi 100 lira olan kutu mamalarla besliyorduk oğlum Cem’i. Cem 3 günde bir kutu tüketiyor. Nedense ağzımda kekremsi bir tat kaldı. Benim için bitmiş bir iştir. O gün gazetenin katlarını çok ağır adımlarla indim. Düşündüm, kurguladım, rahatsızım, tatsızım. Vezneye baktım ve arkamı döndüm gittim. Ve inanır mısınız bir daha 20 yıl çizmedim… Toplantılarda ancak sıkılıp, dalga geçmek için karalıyordum. Çok tatsız bir etkisi oldu. O makbuzu da hatıra olarak saklıyorum hala. Aradan onca zaman geçmesi heyecanınızı yitirmenize sebep olmuyor. O kadar zaman sonra aralarına döndüm. Evet 20 yıl uzun bir süre, ama baktığınızda aslında o süre hayat kavgasıyla geçiyor. Yaşam mücadelesi… Cem’den sonra kızım Melis doğdu. Eşim çalışmadı hiçbir zaman. Onların mücadelesi. Ama bir bakıyorsun arkana, “vay be” diyorsun, “geçmiş…” 1991’de artık kırk yaşındaydım ve “geçti” dedim, sadece “geçti…”
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|