|
|
Fahri Petek Üzerine M. Şehmus Güzel ile SöyleşiKategori: Söyleşi | 0 Yorum | 08 Ağustos 2011 03:38:37 24 Aralık 2010'da Paris'te yitirdiğimiz Fahrettin Petek siyasi düşünceleri nedeniyle yurtdışında yaşamak zorunda kalan çok değerli bir bilim insanıydı. 1 Mart 1922'de İstanbul'da doğan Fahri ağabeyimiz yalnızca Fransa'daki duayenimiz değil, aynı zamanda ortalamanın çok üstünde insani erdemlere sahip bir kişilikti. Fahri Petek : Bir Hayat, Üç Can isimli 357 sayfalık bir kitap yayınlayan (TÜSTAV, "Sarı Defter" dizisi, İstanbul, 2009) M. Şehmus Güzel ile Petek'i konuştuk. Buyurun söyleşimize :
Uğur Hüküm - Bu benzersiz insanı nasıl tanıdınız, dostluğunuz nasıl başladı? M. Şehmus Güzel – Fahri Abi’yi Abidin ve Güzin Dino’ları ziyarete gittiğim bir akşam üzeri tanıdım. Ajandama not etmişim, 1984’te tanıştık. O gün benden önce Abidin’leri ziyarete gelen Fahri Abi tam çıkmak üzereyken ben vardım. Abidin’ler açısından bu aslında alışılmamış bir şeydi, çünkü Güzin ve Abidin ilişkilerini kompartimanlara ayırır ve ev-atölyelerine gelenlerin birbirleriyle karşılaşmasını istemezlerdi. Ama o gün anlaşılan Fahri Abi biraz geç kalkınca karşılaştık ve tanıştık. Ama ancak beş dakika kadar ve ayakta konuşabildik. Adresini ve telefon numarasını verdi ve « Bize de bekleriz » dedi. Ama sağda solda daha çok solda karşılaşmalarımıza rağmen şöyle oturup birkaç saatlik bir sohbet bağlayamadık. Bu zevke aradan yıllar geçtikten sonra Haziran 2004’te ancak varabildik. Abidin Dino vesile oldu yine. Abidin üzerine yaşam törpüsü üç ciltlik çalışmamı hazırlarken Abidin’i tanıyan yakın dostlarından birçoğu ile söyleşiler yaptım. Bunlardan biri de Fahri Petek’ti. Fahri Abi ile bu söyleşiler sırasında sıkı ve hakiki dost olduk. Söyleşilerimiz ilerledikçe Fahri Petek’in yaşadıklarının da mutlaka anlatılması gerektiğini farkettim. Elbette herkesin hayatı roman ama Fahri Abi’ninki daha başka bir romandı ve bunun yazılması gerekiyordu. Bu işe böyle başladık. Yıllar sürdü söyleşilerimiz. UH - Fahri Petek hakkında kitap yazma fikri nasıl ve nereden doğdu? Hangi nedenle söyleşi-anlatı yaklaşımını tercih ettiniz? MŞG – Petek hakkında kitap yazmak fikri biraz önce değindiğim gibi Abidin üzerine çalışmam sırasında doğdu ve gittikçe genişledi. Söyleşilerde anlattıklarını teybe alıyor, sonra teypten kağıda çekiyordum ve bir sonraki görüşmemizde yeni sorularıma yanıt verirken, daha önce anlattıklarından derinleştirmesini, ayrıntılar vermesini arzuladığım meseleler üzerine yeniden ve yeniden konuşuyorduk. Bu defalarca yineleniyordu. Kitabın hazırlığının son aşamasına kadar da düzeltme, ekleme, derinleştirme çalışmamız sürdü. Böyle bir çaba gerekliydi. Çünkü akan zaman duran zaman içinde hafızamızın toparlanması için aynı konuları değişik açılardan yeniden ve yeniden ve asla usanmadan konuşmak gerekiyor(du). Bu sayede çocukluğunun ilk anlarına kadar indik ve zaman içinde çocukluğunun kendisinin bile unuttuğu kimi an(ı)larını anımsadı. « Pamuk » isimli köpeği, serçelerle « kanlı » ilişkisi, futbol merakı, değişik okullardaki arkadaşları, çocukluk serüvenleri, evleri, akrabaları, çocukluk ve mahalle arkadaşları ve daha bir dizi konu... Burada elbette dönemin önemli tarihi olaylarının peşinde iz sürmenin yararını da gördüm. Örneğn İspanya Cumhuriyeti’nde Franko belasının hükümet darbesi ve sonrasında Cumhuriyet’i yıkmak için başlattığı barbarlık ve bunun Bergama’da iki çocuk üzerindeki etkisi elbette ilk aşamada akla gelmez ama karşımızda Fahri Petek gibi daha çocukken Avrupa ve Fransa ile ilişkisini ihmal etmemiş son deece zeki bir çocuk olunca işin rengi de değişir. Ve elbette bu çocuk mahalle arkadaşı ve can kardeşi Mahe ile ilk vapura atlayıp İspanya’ya kadar gitmek ve Franko katilini burnundan tutup yere çalmak ister. Gidebildi mi ? Gidemedi mi ? Kitapta anlatıyorum. Kitapta birinci kaynağım elbette kahramanım oldu. Onun anlattıklarına öncelikle yer verdim. Ama onu konuşturabilmek için epey zorlandım da. O nedenle aynı konuya birkaç gün sonra yeniden ve yeniden dönüyor ve yeni sorularımla meseleyi daha derinlemesine öğrenmeye çabalıyordum. Kitapta okuduğunuz veya okuyacağınız hiç bir anı bir defada anlatılmış değil. Onlar Petek’e defalarca anlattırdığım ve teypten kağıda döktükten sonra yeni eklerle tekrar yazdığım, düzelttiğim ve yeniden yazdığım anılardır. Fahri Abi ile aramızda sınırsız bir dostluk ve karşılıklı güven olduğu için benimle ve benim aracılığımla okuyucularla paylaşmayacağı hiç bir şey olmayacağına inandı ve böylece en özgür ve en rahat biçimde anlattı. Kitabın ilki biçimini bitirdikten sonra metni kendisine verdim. Bir örneğini de sevgili kızı Gaye Petek’e teslim ettim. Fahri Abi ve eşi Neriman Hanım ve Gaye kitabın bu ilk biçimini okuduktan sonra, dördümüz 15 Şubat 2009’da Petek’lerde bir araya geldik. Metinde yapılması gerekli ufak tefek değişiklikleri yaptık, kimi noktaları tartıştığımız da oldu ve sonuçta kitap Fahri Abi’nin istediği haliyle yayınlandı. Bu açıdan son derece memnunum. İşin en ilginç tarafı imece yöntemiyle yaptığımız bu son okuma faslında bile isimlerde ve kimi anılarda düzeltmeler yapmanın gerekmesiydi. Kimi ismi yanlış anımsamıştı Fahri Abi, kimini ben yanlış yazmıştım ve benzeri ufak tefek ama değiştirilmesi gerekli kadı kızındaki kusurlardan... Kitabın yazımı için sadece Fahri Abi’ye yaptığım söyleşilerle yetinemezdim. Onu öteden beri tanıyan birçok dostuyla da söyleşiler yaptım. Böylece anlattıklarını zenginleştirmek olanağı buldum. Kimlerle hangi tarihlerde konuştuğumu kitabın kaynakçasında belirtiyorum. Öte yandan Fahri Petek’in ve dostlarının anlattıklarına ilişkin yayınları tek tek yeniden ve yeniden okudum. Tarihi bilgilerimi tazeledim. Dönemin dergi ve gazetelerinde bulabildiklerimi taradım. Kimi dergi ve gazeteyi Neriman Hanım evde değişik kutularda, bavullarda, raflarda buldu ve ödünç verdi. Fahri Abi birçok kitabını ödünç verdi. Amaçım anlatılanların tarihi, toplumsal ve siyasi çerçevesine oturtulmasıydı. Bir örnek olarak Tan gazetesine yapılan saldırıyı anmak isterim. Hepimizin bildiği bu cehalet ve barbarlık gösterisini Fahri Abi İstanbul’da Eczacılık Mektebi öğrencisi olarak yaşadı, gördüklerini ve bildiklerini ona anlattırdım ama bu konudaki bütün kitapları da okudum. Böylece bu meseleyi ve diğerlerini derinleştirmek olanağını elde ettim. Bu kitapların ve diğer kaynakların ayrıntılı dökümünü kitabın kaynakçasında sunuyorum. Türkiye’de sol ve işçi hareketi tarihi konularında daha önce gerçekleştirdiğim çalışmaların ve araştırmaların da bu konuda yararını gördüm : 1940’lardaki siyasi ve toplumsal oluşumlar, 1946’da iki sosyalist partinin kurulması, sendikacılık hareketinin o zamana dek görülmemiş bir boyut kazanması, bu gelişmelerden ürken Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının Aralık 1946’da iki sosyalist partiyi ve sendikalarını kapatması, gazete ve dergilerini yasaklaması, yüzlerce kişiyi tutuklatması, Şubat 1947’de ilk Sendikalar Kanununu çıkarıp sendikaları güdüm ve denetim altına alması, sol üzerinde akıl almaz bir baskı kurması daha önce yaptığım bilimsel araştırmalar ve yayınladığım kitaplar sayesinde iyi bildiğim konular olduğu için Petek’in anlattıklarını daha iyi anlamak ve siyasi çevrçevesine yerleştirmek olanağı bulabildim. Fahri Petek 1940’ların hemen başında Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) üyesi olarak bu olayların içindeydi ve bunları bilmediğimiz ve o ana kadar kimsenin incelemediği ölçülerde anlattı. Sorduğum sorularla meseleyi daha da derinleştirmek olanağı bulduk. Böylece Petek Türkiye sosyalist hareketi ve onun işçi hareketiyle bütünleşmesinin en önemli dönemlerinden birine o yılların önemli aktörlerinden biri sıfatıyla ışık tuttu. Bu Fahri Petek’in toplumsal tarihimize çok önemli bir katkısıdır. Bu açıdan da hayatı anlatılmalı ve yayınlanmalıydı. Kitabın en orijinal bölümlerinden biri de bu yılların ve bu olayların anlatıldğı sayfalardır. UH – Kitabın bu açıdan TÜSTAV gibi bir kurum tarafından yayınlanması son derece ilginç. TÜSTAV’ı nasıl seçtiniz? MŞG – Bu son derece doğal bir biçimde oldu. TÜSTAV ve yöneticileriyle öteden beri tanışıyorum ve onlarla birlikte çalışmaktan son derece mutluyum. Özverili, sevimli, cömert, alçakgönüllü insanlarla çalışmak, birlikte üretmek kendi içinde coşku ve arzu taşıyor, varolan coşku ve arzuyu birkaç derece çoğaltıyor. Türkiye’de komünist hareket, ilerici hareket, işçi hareketi ve sosyalizmin tarihi konularında ciddi yayınlar yapmasıyla tanınan TÜSTAV’da gerçekten son derece yetenekli ve sempatik insanlar çalışıyor. Çoğu, belki de tümü, bu işe imece yöntemiyle katılıyor. Yayınladıkları kitaplarımdan telif ücreti almıyorum. Kitaplarımdan belli bir miktarını bana gönderiyorlar. Bu da bana yetiyor. Önemli olan bu alandaki kitapların yayınlanması, bilinmesi, meraklılarına ulaştırılmasıdır. Bu açıdan onlarla yüzde yüz anlaşıyorum. Yayınladıkları kitapları abonelerine gönderiyorlar. Kimi yayınevinde de okuyucuların ilgisine sunuyorlar. Benim hoşuma giden bir çalışma yöntemi. Kafa dengiyiz diyebileceğim insanlar. Nitekim Fahri Petek üzerine çalıştığımı öğrendiklerinde kitabımı yayınlama önerimi kabul ettiler. Fahri Abi’ye de haber verdim o da peki dedi. Yani yazar, kahramanı ve yayınevi, hepimiz aynı dalga üzerinden yayın yapıyorduk, dolayısıyla birlikte üretmemiz, birlikte paylaşmamız doğaldı. Kitabın yayına hazırlığı aşamasında tartıştığımız konular olmadı değil, ama bunlar ikincil konulara ilişkindi ve son derece doğaldı. Örneğin dipnot konulması konusunda epey tartıştık. Bu tür kitaplarda dipnot konulmasına taraftar değilim. Kaynakları metinde ve parantez içinde sunmanın daha yerinde olacağını sanıyorum. Öyle de yaptık. Yayına hazırlık ta epey zaman aldı. Fotoğraflar başta birçok görsel malzemenin ilgili sayfalara yerleştirilmesi de kolay iş değildi. Ama TÜSTAV’ın yetenekli beyinleri bu işi de en iyi biçimde çözdüler. Hepsine teşekkür borçluyum. UH – Kitabı nasıl bir süreçte hazırladınız? MŞG – Kitabın hazırlanması beş-altı yılımı aldı. Notlarım arasında « Hikaye-i Kitap » yazılı kocaman bir zarf var. Şimdi onu açıp kitabın hazırlığını, geçtiğimiz süreçi anlatmaya kalksam bu söyleşi bitmez. En iyisi birkaç yılımı aldı ama bu birkaç yıl içindeki en güzel anlarımdan bazılarını da Fahri, Neriman ve Gaye Petek’le paylaştım demek. Evet çok eğlenceli, çok sık güldüğümüz, saatler süren ama zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamadığımız söyleşiler yaptık ve yaşadık. Genel olarak öğlen yemeğinden önce başlayan, yemekte ve bütün öğleden sonra, kimi kez gece de süren nehir söyleşilerdi bunlar. Neriman Hanım’ın harika ekşili bamyalarını, değişik ve ağzınıza layık dolmalarını, tas kebablarını, pilavlarını burada anlatmayayım. Bayılırsınız. Ama kitabın girişinde bu konuya yer vermemezlik edemezdim, o nedenle orada anlattım. Neriman Hanım çünkü o uzun söyleşi günlerimizde ve gecelerimizde yemekleri, kahveleri, çayları ve arada bir bulup getirdiği belgelerle Fahri Abi’yi de beni de uyanık tuttu. Neriman Hanım’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Gaye de elinden gelen yardımı yaptı. Ona da teşekkür borçluyum. Paris’te en iyi kuru fasulyeyi Gaye’nin yaptığını da geçerken yazmış olayım. Hazırlık süreçi bu üçlü ile ve onların sayesinde pek şirin, mizahı epey yüksek ve kimi zaman duygusal açıdan hakikaten yoğun bir serüven biçimini aldı. Çok hoş anlardı. Arada bir pencereden dalgın dalgın girip bir merhaba çakan güneşi de unutmayayım. Duvarlar ise « Abidinlerle » donatılıydı Petek’lerde. UH – Şimdi tam sırası gelmişken sormak istiyorum : Niçin “Bir Hayat, Üç Can”? Fahri Petek’in 61 yıllık göçmen hayatında eşi Neriman hanım ve kızı Gaye’nin yerleri nedir? MŞG – Bu üçlüyü birbirinden ayırmak mümkün değil. Birbiriyle bu kadar bütünleşmiş bir aile bulmak ta çok zor olmalı. Bunda elbette 1940’ların başından itibaren çekilen bütün ızdırapları, baskıları, zulmü ortaklaşa gögüslemenin rolü belirleyicidir. Fahri Petek’in siyasi tavır alışları nedeniyle değişik türden, devletten ve sivil takımlardan, gördüğü baskıların tarihi 1940’ların başına iniyor : İstanbul’da Eczacılık Mektebi’nde solcu olduğu nedeniyle birkaç ayı tarafından okulda düvülmek isteniyor örneğin. Ama İhsan isimli mangal yürekli bir arkadaşının yardımıyla ve kendisinin sıkı durması sonucu bunu savuşturuyor. Bu koşullarda kendisine arka çıkan arkadaşıyla dostluğu çelikleşiyor. Harbi, sıkı ve ayrılmaz arkadaşlıklar ancak bu tür koşullarda kurulur. Petek ailesinin gördüğü baskıların tümünü, örneğin Bergama’da Orduevi’nin karşısındaki eczanesinden ilaç alınmasının bizzat tutucu subaylarca yasaklanmasını, küfürleri vesaireyi burada anlatmacağım, kitapta yer veriyorum. Ancak Paris günlerinin başında Fahri Petek’in kimi zaman bir gününü sadece bir sandviçle geçirdiğini, kimi gün onu bile bulamadığını anmalıyım. Kaldığı yerler öyle bir yıldızlı oteller bile değildi. Eşine ve bebek yaşındaki kızına kavuştuktan sonra da yaşam koşullları uzun zaman çok zordu. Bu koşullarda ve o günkü Paris’te birbirine destek olan üç varlık, üç can birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturur. Öylesine bir bütün ki her zulme karşı, her türlü baskıya karşı durmasını bilen. Çoğu zaman meseleye mizahi açıdan bakmayı da ihmal etmeyen. Petek’lerin en önemli savunma araçı mizahdı desem abartmış olmam sanıyorum. Fahri Abi’nin ne kadar can, ne kadar güleç ve cömert olduğunu bir daha anımsatmak isterim. Neriman Hanım bütün yaşamını bu adama adadı desem yine abartmış olmam. Bütün hayatını sevdiği adama sunan bu tür kadınları bugün bulmak artık mümkün değil. Enazından bizim yaşadığımız « dünyalarda ». Ailesinin zor zamanlarında terzilik yapan Neriman Hanım bebek yaşında Türkiye’ye tatil için dönen ama orada rehin tutulan Gaye’nin Paris’e, ana ve babasına dönebilmesi için de canını dişine taktı. Bu kadın kardeşim herşeyini eşine ve kızına adadı. O nedenle kızı da anasını ve babasını asla unutmadı, unutmaz da. Bu açıdan bu kitabın adı « Bir Hayat, Üç Can » olmalıydı. Bu başlığı bulmak kolay olmadı ama bulunca tamam dedim. Petek’ler de peki deyince kitabın kapağına böyle yazıldı. İyi de oldu. Üç canın paylaştığı bir hayat için. UH – Fahri Petek’in bir biyokimya profesörü olarak yaptığı akademik kariyerinin yanı sıra siyasi angajmanını sürdürmesini, ancak ilk 2-3 yılından sonra, hiç bir örgüte üye olmadan tamamen bağımsız olarak mücadeleye katkıda bulunmasını nasıl açıklıyorsunuz? MŞG – Bu mesele çok derin bir mesele. Türkiye’de ve başka coğrafyalarda aydınların siyasi partilerle ilişkileri hiç bir zaman kolay olmamıştır. Fahri Petek’in siyasi angajmanını bu açıdan değerlendirmemiz gerekiyor. Fahri Petek tam ve gerçek anlamıyla demokrattı. Partili oldu ama partizan ve sekter olmadı. Bu iki özellik bizde ve başka ülkelerde, hangi partide olursa olsun, yeterince takdir edilmeyen özelliklerdir. Hatta aydınların dışlanmaları için bahanelere yol açan özelliklerdir. Hem aydın yani özgür, demokrat, bağımsız ve adil olmak, eleştirici niteliğinizi korumak hem de partili olmak öyle kolay iş te değildir. Partili olan aydınların bir süre sonra bu işten yaka silkmeleri de bununla ilgilidir. Petek te benzer bir süreçten geçti. Hele Fahri Petek’in o tarihlerde sıkı sıkıya emirlere uyulmasını, tam ve kesin itaat isteyen türden partilere üye olması işi daha da zorlaştırdı. O yıllarda farklı en basit bir öneri bile «titistlikle » (Tito taraftarı olmakla) suçlanırken Petek özgür, demokrat ve ilerici bir militan olarak en iyisini önerdi, ama karşısında hep kariyerini partinin emirlerine uymakta, « lidere » itaatte arayan insanları buldu. Bu tür « heriflerle » baş etmesi mümkün değildi. Burada özellikle Paris günlerinde gerek TKP içinde, gerekse İleri Jön Türkler Birliği’nde (İJTB) bir de kuşak çatışmasının yaşandığını vurgulamak lazım. Petek 1949, 1950 ve hemen sonrasında Paris’e gelen veya gönderilen TKP militanlarına göre bir parça yaşlıydı ve kendisine saygı gösterilmesini de haklı olarak bekliyordu. Sevim Belli’nin (Boşuna mı Çiğnedik, Cadde Yayınları, İstanbul, 2006), Gün Benderli’nin anılarını (Su Başında Durmuşuz, Belge Yayınları, İstanbul, 2003) okuduğumuzda bu noktalar pek açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Petek’e gereken saygıda kusur edildi, Fransız Komünist Partisi ile ilişkilerde o es bile geçildi. Hatta Paris’e gönderilen miltanların kimine « Fahri Petek’ten uzak durun » türünden şeyler bile söylendi. Bugün artık en ayrıntısına kadar bildiğimiz ve bizi altüst eden sol takımların baş belası dedikoduculuk aldı başını gitti. Paris’teki on kadar TKP’li arasında birkaç hizip baş gösterdi. Pes ! Bir aydın, yetenekli ve efendi bir bilge olarak Petek’ten yararlanılmak istendi ama ona yaşı ve yaptıklarına uygun ilgi ve saygıda kusur edildi. Eh böylesine de belli bir süreden sonra tahammül mümkün değildi. Fahri Petek TKP’nin İJTB’yi de hegemonyasına almak istemesi üzerine o takımlarla ilişkisini kesti. Ancak gerek toplumsal, gerekse siyasi çevresi yine TKP’li veya ona yakın dostlarından oluşuyordu. Partiden koptu ama partili dostlarıyla ilişkilerini sürdürdü. Bu da son derece insancıldı. Çünkü Petek derinden insandı. Kıymet bilirdi. Sevdiği birini de ayrıldığı partinin adamı diye kolay kolay defterinden silmezdi. Böyle bildi, böyle yaptı, böyle yaşadı. Öte yandan çocukluğundan beri kendisini toplumcu, ilerici, komünist olarak gören, marksizmi kitaplardan değil gördüklerinden, halkının yaşadığı koşulları yakından değerlendirerek öğrenen bir insanın kendi ütopyalarından kopması da olanaksızdı. Petek çocukluk ve gençlik ütopyalarına ihanet etmedi ve hayatının sonuna kadar komünist olarak yaşadı. Ona da bu yakışıyordu. Komünizme aşkı platonik aşamada da kalmadı. Türkiye’deki siyasi gelişmeleri günü gününe izledi, yapması gerekenleri yaptı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ilerici olamayacağını hemen başından itibaren ileri sürenlerden biri oldu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra cuntalara karşı bütün mücadelelerde yerini aldı. Fransa’ya sığınmak zorunda kalan devrimcilerle dayanışmadan kaçınmadı. Bu konuda birçok örnek arasında 12 Mart 1971 sonrasında Doğan Özgüden ile 12 Eylül 1980 sonrasında Yılmaz Güney’le dayanışması ve birlikte yürüttükleri mücadeleleri anımsatmak isterim. Bu ugraşlarında eşi Neriman Hanım ve kızı Gaye de onu yalnız bırakmadılar. Aile burada da bütünlüğünü ve sağlamlığını gösterdi. UH – Aktif hayatının yüzde doksanını Fransa’da geçiren Fahri Petek, sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi Türk, Akdenizli veya Doğulu insanlarına has diyebileceğimiz birtakım hassalarını ömrünün sonuna kadar korumasına rağmen, ömrünün sonuna kadar çağından, ortamından sorumlu bir Fransız yurttaşı gibi yaşamasını bildi. Bu davranış özelliklerini nasıl sağladı ve sürdürdü? MŞG – Fahri Petek çocukluğundan itibaren kültürü geniş, çeşitli, çok sesli ve dünyaya bakışı zengin bir ortamda büyüdü. Babası eczacı, « Mehmet Amcası » Paris’i görmüş iyi bir doktor, annesi gerçek bir Cumhuriyet kadınıydı. Bu açılardan bakınca Fahri Petek daha çocukken avrupaiydi demek mümkün. Baba tarafının Trakya’dan zorunlu olarak göçenlerden olduğunu da unutmamalıyız. Tiyatroya sinemaya gitmek, okumak, eğlenmek onlara yabancı değildi. Gülmeyi, bir sanat eylemi olarak gülmeyi, biliyorlardı. Çocukken okumaya, çevresinde olup-bitenlere özel ilgi göstermesiyle zeki bir insan olduğu da açık. Bunun değişik örneklerini kitapta aktarıyorum. Çocukken sinemayı, Şarlo’yu ve benzerlerini, fransız sinemasını keşfetmesi, görselin önemini fark etmesi, klasik müzikle tanışması ve bütün bunların « Bolşevik » Cavit Bey ve sineması aracılığıyla Bergama’da yaşanması da önemli. Çocukluğunun ve ilkgençliğinin 1930’lara ve kültürel birçok eylemi bünyesinde barındıran Halkevi aracılığıyla kültüre ve sanata önem verildiği bir zaman dilimine rastladığını da es geçmemeliyiz. O yıllar umut yıllarıdır aynı zamanda. Ortaokul yıllarında sosyalizmle tanışıyor, lise yılllarında kültürüne yeni şeyler ekliyor. Çok okul değiştirmesi, birbirinden çok farklı öğrenci çevrelerini tanıması, değişik kent ve mahallelerde yaşaması da kültürünü artırıyor, dünyaya bakışını zenginleştiriyor. Bütün bunlar bir çocuğu bilge, efendi, kendini bilen bir insan yapar. Bu hamurdan böyle bir bilge çıkar. O yıllarda ve daha sonra İstanbul’da Eczacılık okumaya gittiğinde çekilen fotoğraflarında belli oluyor, giyinmesini bilen, şık ve yakışıklı bir delikanlıydı Fahri Petek. O günlerdeki arkadaşları da kendisi gibi iyi giyimli, efendi, sportif gençlerdi. Nitekim Petek 1949’da Paris’e geldiğinde Fransa başkentine yabancı kalmadı. Paris’i ve yaşamını asla yadırgamadı. Hatta kimi açılardan sıradan bir Parisliden daha kültürlü, daha bilge ve daha avrupaiydi. İlk geldiği günlerde Paris’te çektirdiği ve ailesine gönderdiği fotoğrafta da görüyoruz etrafındakiler kadar belki onlardan daha iyi giyimli sevimli bir delikanlıdır Petek. Paris’te bu kadar uzun zaman kalmasını kendisi istemedi. Koşullar zorladı. Kendisine yapılanlar ve yapılması muhtemel olanların dışında küçücük kızı da zulme tabi tutuldu : 1950’lerin başında Gaye daha minik bir çocukken ülkeye tatil için gittiğinde rehin alındı. Zar zor onu kurtardılar bu defa 1965’te Fahri Petek « yurttaşlıktan çıkarıldı ». Paris’e « öğretmen » olarak « bilgi ve görgülerini artırmak için » gönderilen ama asıl işleri buradaki sanatçı ve aydınları jurnallemek olanların yarattığı havayı da unutmayalım. Petek’in ülkeye dönmemesi ülkesine veya ülkesinin canı gibi sevdiği insanlarına küsmekten filan değil, bunlardan. Kaç kişi o koşullarda cesaret edip ülkesine dönebilirdi ? Dönemedi ülkesine. 1949’dan 1989’a tam kırk yıl canı kadar sevdiği Bergama’yı, İstanbul’u, İzmir’i göremedi. Bütün bunlara tahammül etmesini bildi. Bilgeliğine birkaç derece daha bilgelik kattı. Söyleşilermizde bana zaman zaman « Şehmus bu devlet böyle bir devlet işte » demesi boşuna değildi. Bu devlet böyle bir devletti ve Petek böyle bir devletin yönettiği kendi ülkesinden kırk yıl ayrı yaşamak zorunda kaldı. Dile kolay tam kırk yıl kardeşim. Kendi ülkesinde baskı ve zulmle karşılaşmamak için sürgünü bütün zorluklarıyla tercih etmek durumunda kaldı. Özgür yaşamak arzusunun bedeli bu oldu. Fransa’da elbette herşeyi sevdiği için yaşamadı ama kendi ülkesini yönetenlerle ve nasıl yönettikleriyle kıyaslanınca Fransa birkaç kat daha iyiydi. Burada kimse komünist olduğu için hapse atılmıyordu. Dahası daha ilk geldiği anlarda Bir Mayıs gösterilerinde en önde ve Fransız Komünist Partisi flamaları altında yürüyen polisleri ve subayları görünce çok beğendi bu toprakları. Burada özgürce yaşadı. İstediğini söyledi. İstediğini eleştirdi. Dik durdu. « Başın öne eğilmesin » diyen Sabahattin Ali’nin sesini duydu, biliyordu ve hiç bir zaman başını önüne eğmedi. Fahri Petek için önemli olan da buydu. Aç kaldığı oldu ama utanç duyacağı hiç bir şey yapmadı. İnsanı insan yapan erdemlerden biri de budur. Bize örnek olacak birçok mirasından biri de budur. Fahri Petek devlet gibi bir kız çocuğu yetiştirdi. Bu da hani öyle az şey sayılmamalı. Bu kız çocuğunun yaptıklarını da bir gün anlatmak lazım. Gaye’nin bana anlattıklarının tümünü bu kitaba alamazdım. Ama bana anlattıklarını teypten çözdüm ve onun kendi hayatını yazması için kendisine vermeyi de önerdim. Umarım artık zamanı olur ve Gaye de hayatını yazar. Çünkü onun yaşamından da çıkarılacak dünya kadar deneyim ve hayat dersleri var. Elbette insanlık sınavında bütünlemeye kalmak istemeyenler için. Not : Almanya merkezli Avrupa'da yayınlanan üç aylık Kültür dergisinin Nisan 2011 tarihli, 3. sayısından alınmıştır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|