|
2 Temmuz 1993 - 2 Temmuz 2011Kategori: Güneşten Damlalar | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 26 Haziran 2011 10:05:28 Sivas'da, binlerce insan tarafından topluca sahneye konulan akıl almaz, vicdanlara sığmaz bir vahşetin aramızdan çekip aldığı 33 canın ardından ne acılar ne tartışmalar dindi. Nasıl dinebilir ki! Zalimin yaptığı yanına kalırsa, bir devlet tüm yurttaşlarını aynı özenle kucaklamaz, onların seslerini dikkate almazken suçluları kayırırsa, üstelik bir de inanç farklılıklarını iktidarlarının üzerinde yükseleceği siyasi malzeme haline getirirse acılar diner mi?
Alevi-Bektaşi toplumunu, dini, mezhebi, izlediği öğreti ne olursa olsun Türkiye’nin bütün aydınlık, barışçı insanlarını inandırabilir misiniz, gözünü kan bürümüş, kışkırtılmış cahil insan sürülerinin bir daha başka vahşetlere imza atmayacağına? Öğretilerinden dolayı yüzyıllar boyunca nice katliamların acısını çekmiş, Alevi-Bektaşi ya da en özgün adıyla Kızılbaş toplumu. Öteki olmuş hep. İktidarlar, Alevi-Bektaşi öğretisini özüyle tanımak, anlamak, saygı duyarak kabul etmek yerine, devletin tüm olanaklarını, kurumlarını da kullanarak onları ortadan kaldırmaya soyunmuş. İktidarların Alevi-Bektaşi toplumunu yok etme çabası çok basit bir dizge izliyor. Tanıma, yok say. Kendi hallerine de bırakma, ez, korkut, sindir... Elbette kadim bir yolun mirasçılığını yapmış 25 milyon insanı öyle kolayca sindiremezsin. Öyleyse yanına çekmeye çalış. Destekliyormuş gibi görün, satın almaya çalış. Bir yandan da öğretilerinin motiflerini kullanarak özlerini bozmak için elinden geleni yap. Kongreler seminerler düzenle, onlara onları anlatarak iyilik yapıyormuş gibi görün. Bu yaparken bir başka mezhebe yamamaya, başka bir mezhebin altında sokmaya çalış. Oysa, insanın aydınlanma tarihi kadar köklü Alevilik-Bektaşilik dediğimiz Hak yolu öğretisi. Bu öğretinin Anadolu’lu mirasçıları ise, büyük bir insanlık hizmeti yapmışlar yolu koruyup bugünlere kadar getirerek. Çağdaş dünyada, günlük yaşamlamızın çılgın koşturmacası, tüm kalabalığı içinde sürüklendiğimiz yalnızlığın ortasında çırpınırken onlara gönülden bir yer açmak, onların seslerine kulak vermek, öğretilerini akılla anlayıp yürekle duyumsamaya çalışmak aslında insan olarak her şeyden önce kendimize bir borcumuz. Sizlerle “Güneşten Damlalar” adlı oyunun metnini paylaşmak istiyorum önümüzdeki bir hafta boyunca. 1993 yılında Sivas şehrinde Madımak otelinde, gündüz gözüyle, devletin ve tüm dünyanın gözü önünde kabarmış bir cehalet dalgasıyla yakılmış 33 güzel canı anmak için yazıldı “Güneşten Damlalar”. Oyuna, adını 18 yaşında Sivas’da yakılan Nurcan Şahin’in küçük bir çocukken yazdığı bir öykü verdi. Öyküsünde demiş ki küçük Nurcan: “Ben güneşten bir damlayım. Annem güneş benim. Yıllar önce bana özgürlüğümü verdi, dünyaya saldı. Beni yolculuğum sırasında rüzgarlar sürükledi. Bir okyanusa düştüm. Okyanus beni kucakladı. Küçük bir balık oldum. Bu okyanusta dolaştım durdum yıllarca. Gün oldu doldum, gün oldu mutsuzluğu içtim kana kana. Güneş annem bana sevgiyi tadayım diye bir damla aşk gönderdi. O da bir balık oldu. Okyanusta o kocaman sular içinde bulduk birbirimizi. Dalgalar vardı kocamandılar. O kadar büyüktüler ki birlikte aştık onları. Artık o kocaman okyanusta iki balık tek başınaydı. İki küçük balık. Küçük balık sev beni olur mu? Ben seni seviyorum.” Elbette, oyunun nasıl ortaya çıktığını da anlatmalıyım: Melbourne Alevi Toplumu, aydınlanmaya öğretilerine de uygun olarak büyük değer veren, Avustralya’ya uyum sağlarken özlerinden kopmamaya özen gösteren, değerlerini, sazları, türküleri, cemleri ile yaşatan barışçı, çalışkan, sevgi dolu bir toplum. 2010 yılında Avustralya Alevi Toplum Konseyi’nden sevgili Sultan Çınar, yitirdiğimiz canlarımızı tüm insanlıkları, sıcaklıkları ile sevenlerinin gözünden, yaşamın içinden anmak istediklerini belirtti. Konuşmalarımız sonucu bu istemlerinin belgesel bir oyunla en güzel şekilde yerine geleceğini gördük. Ellerinde bulunan Serdar Doğan’ın Yaşamak Martı Kanadında Rüzgar Taşımaktır, Edebiyatçılar Derneği’nin Bir Topluöldürümün Öyküsü adlı kitaplar belgesel bir oyun sahneleyebilmemiz için gerekli olan bilgileri önemli ölçüde içeriyordu. Kalanı da oyunun yazılma sürecinde, internet üzerindeki kaynaklardan sağladım. Bir yandan Sultan Çınar, düşünceleri, görüşleri ile önemli katkılarda bulundu. Yaklaşık bir buçuk ay süren, göz yaşları ile daha da ağırlaşmış yoğun bir çalışmanın ardından ilk oyun metni ortaya çıktı. Melbourne’da yaşayan, Türk, Kürt, Sünni, Alevi, Ateist kökenlerden, çocuklardan nenelere dedelere, pek çok toplum üyemiz belgesel oyunumuzu 2 Temmuz’da sahneleyebilmek için oluşturduğumuz ekibe katıldı. Tam bir uyum içinde iki ay boyunca canla başla çalıştık. Provalar sırasında gözyaşları eksik olmadı. Öte yandan bir değer üreten, bunu güzellik, iyilik, barış adına yapan insanlar sevgi ile birlikte sevinci de çoğaltıyorlar. Gönül rahatlığı ile belirtmek isterim ki... Tüm çalışmalar sırasında kederi paylaştık ama asıl sevgiyi, insana saygıyı çoğalttık. İşte sizlerle bu oyunun özgün metnini paylaşacağım. Ama önce belirtmem gerek: Oyunu yazarken, yararlandığım Serdar Doğan’ın Yaşamak Martı Kanadında Rüzgar Taşımaktır adlı kitabı çok değerli bir çalışma çünkü 33 canı kendi gözlerinden, onlarla yaşadıklarından bizlere aktarıyor Serdar Doğan. Oyun için, kitabından yaptığım alıntılarda küçük sadeleştirmeler dışında anlamı etkileyebilecek hiç bir değişiklikte bulunmadım. Kendisine gönülden teşekkür ederim. Yararlandığım bir diğer kitap olan, Bir Topluöldürümün Öyküsü adlı kitabı hazırlayan Edebiyatçılar Derneği’ne ve bu kitaba katkı sağlayan tüm yazarlara, çok zamansız aramızdan ayrılan aydınlarımız, çocuklarımız adına, onları hep yüreklerinde özlem ve sevgiyle anacak yakınları, barışa, kardeşliğe, hakka inanan tüm halkımız ve kendi adıma sonsuz teşekkür ederim. İnternet’te ne yazık ki adlarını veremeyeceğim sayısız siteden bilgi aldım. Her birine teşekkür edebilmek isterdim. Oyunun açılışında ve kapanışında Pir Sultan’ın konuşmalarını yazarken Erdoğan Çınar’ın Kayıp Bir Anadolu Efsanesi adlı kitabından esinlendim. Kendisine teşekkür ederim. Melbourne’lu aşık Hidayet Ceylan, Pir Sultan’ın bölümlerini geliştirdi. Güzel yüreğinden öperim. Oyunun yazılması ve sahnelenmesi sürecinde elinden gelen her türlü katkıyı gönülden sağlayan Sultan Çınar’a, ekibimizde yer alan tüm toplum üyelerimize minnet duyuyorum. Evet, bu oyun neden mi yazıldı? Yitirdiğimiz çocuklarımızı, canlarımızı anmak için yazıldı. Onların kısacık bir ömre sığdırdıklarını iki saate nasıl sığdırabiliriz? Her birini paylaştıkları sevgiler, kitaplar, dostluklar, bıraktıkları izler ile hakkıyla anmak için bir ömür gerek. Her biri yürekleri insan sevgisiyle, yaşama coşkusu ile iyilikle güzellikle dopdolu çocuklardı. Onlar için ne söylesek bir şeyler az kalır. Onlar için neler söylesek, geri gelmeyecekler, bıraktıkları yerden başlamayacaklar. Onlar şimdi kırlarda açan çiçekler... Bu gece sahnemizde onlardan bir demet derdik, koklamak için. Onlar gökyüzünde özgürce uçuşan kuşlar... Gönlümüzün kafesini açtık bugün, bir kanat çırpımı konuğumuz olsunlar diye. Onlar.. Denizin derinliklerine saçılmış inciler... Soluğumuz yettiğince varacağız yanlarına hayran olmak için parıltılarına... Onlar... Evrenimizin her yanında aşkla yanan yıldızlar... Bugün ışıklarımızı söndürüp perdelerimizi açacağız... Işıltıları bize ulaşsın, gerçeğin yolunda yüreklerimiz aşkla dolsun diye.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|