|
Çok kültürlü, çok dilli, çok ulusluKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 04 Haziran 2011 15:25:09 Almanya'da bir Anadolu olduğumuz gerçeğini Orhon Murat Arıburnu çok önceden yazmıştı Fatmaların, Ayşelerin , Ahmetlerin, Mehmetlerin... yığınsal gelişiyle. Brecht'in her zaman gittiği kahvenin pek uzağına düşmüyor döner, lahmacun kokuları. Dünya bir garip olmadı, olması gereken yere gelip yerleşti.
16 – 22 Mayıs 2011 16 Mayıs, Pazartesi Serhan Ada’nın “Berlin – İskender Meydanı” şiirinin son üç dizesi unutulur gibi değil: “Brecht’in oralardan çıkılıp bugün Siirt Lahmacuncusu’na ulaşıldığında Işıklar aynı ışıklar” Evet, ışıklar aynı ama zaman farklı. Çok kültürlü, çok dilli, çok uluslu... bir Berlin’de hiçbir şey beni şaşırtmıyor artık. Türk nikah memurunun nikah kıydığını gördükten yaşadıktan sonra, şaşıracağım başka ne kaldı ki! Almanya’da bir Anadolu olduğumuz gerçeğini Orhon Murat Arıburnu çok önceden yazmıştı Fatmaların, Ayşelerin , Ahmetlerin, Mehmetlerin... yığınsal gelişiyle. Brecht’in her zaman gittiği kahvenin pek uzağına düşmüyor döner, lahmacun kokuları. Dünya bir garip olmadı, olması gereken yere gelip yerleşti. 17 Mayıs, Salı BEN’İMİN BEN’İ En zor olanı da o, kendinden söz etmek. Boy bos olsa anlatılacak olan kolay ama yazdığım şiirler üzerine söz söylemeye gelince iş, orda durup uzun uzun düşünmem gerekiyor elbette. Neyi nasıl yazdığımın dökümünü yapmak hiç de kolay değil ama açıklanmaz da değil; işe yarayacak bir şeyler söylenebilir. Ben de bunu deneyeceğim işte, şimdi: Babamı çok küçük yaşlarda kaybettiğim için baba imgesi hiç peşimi bırakmadı. Babasız büyümenin boynu büküklüğünü şiirlerime hissettirmeme olanağım yoktu. Şiirlerim yüreğimden geçen her şeyi bildiler bugüne dek ve ne düşündüğümü de hep hissettiler. Babasızlığımı yüzüme vurmak değildi bu ama yoksul bir ailenin dar olanakları içinde sıkıntıları aşmamda bana ne çok yardımı dokundu annemin sıcacık yüreğinin, babasızlığımı gizleme değil de hissettirmemek için didinip durmasıydı bu. Pazarların ucuzladığı saatte pazara giden annem, tüm geleceğini en küçük oğluna bağlamasın da ne yapsındı; öğrenciliğin geçtiği yıllardaki dehşet ve kaos ortamını düşününce hâlâ tüylerim diken diken oluyor! Oğlu bir faşist kurşunuyla vurulmadan, hapislere düşmeden devlet bursuyla okuyacak ve anneyi de kendini de kurtaracak, düze çıkaracaktı çünkü; düş buydu. Bakalım gerçek olacak mıydı bu umut! Anne, hep sıkıntılardan kurtulacakları günler için dua etti durdu. Dualarının kabul olup olmadığı bilinmez ama oğlu anneyi ve kendisini düzlüğe çıkardı; anne bundan mutlu oldu. Yalnızlığını, bunalımlarını, umutsuz aşklarını ise oğul, şiirlerde gidermeye çalıştı. Şiirle, imgelerle dünyaya, hayata bakmaya alıştırdı kendini. Yazma onun için kendini ayakta tutmanın bir merkezi oldu. Yazmadığı, yazamadığı günler delirmedi ama çok sıkıldı. Başkaları gibi olmadan, kendi olmaya çalışarak baktı çevresine, dünyaya, ülkesine. Lirik dizelerinin arasına ülkesinin bitmeyen her türü sorunlarına göndermeler girdi; kopmadı ülkesinin sorunları üstüne düşünmekten, yazmaktan. “Kanun Hükmünde Şiir” gelip dayandı dizelerinin arasına. Şiirin kendi yasasının olduğunu bilecek yaşta ve deneydeydi artık. Şiirinin üstüne düşen görev neyse, bir görev duygusundan öte, neyi şiirle verebilecekse onu imgelerine, dizelerine geçirdi, oğul. Deneyler de yapmaktan kaçınmadı şiirinde, sürekli yeni söylemler, olanaklar aramaya çalıştı. Küçük bir deniz oluşturduğunu gördü sonra. Yazdıklarının şiir şiir çoğalmasıydı bu Merkezkaç’tan uzakta. Oğlun ömrünün yarısından fazlası gurbette geçti ülkesini, dostlarını özleyerek... diline sımsıkı sarılarak. Şiirim, 33 yaşına bastı. Bu şiir yaşı olarak hiç de azımsanmayacak bir yaş. Gelişerek, yayılarak, derinleşerek, kendi yolunu sürdürüyor kendince Ben’imin Ben’i. 18 Mayıs, Çarşamba Emekliliğim resmen onaylandı. Yaşasın! Özgürüm artık, hem de nasıl özgür! Şiirle doldum ki, ne dolma! BEN Sorma benim nerede olduğumu Bulutları bilirim de kanım alıp başını başka yere dökülür Yüreğime hangi çiviler mıhlanır, gölgen konuk olur akşamıma Önümde uzun bir koridor, içimde ne çok tel örgü Uzağın yakınlığı çölde bulduğum zümrüt, ver elini öpeyim Tarihin söyleyeceği ne çok şey var bir yağmur yağsa Tanısam dedim seni rüyamın rüyasında, seni tanıdım Ben bu sensiz akşamları bilirim, alıp başımı sana gelirim Senin sabahına sokulsun bu gurbet, bu yangın Önümde yepyeni bir uçurtma, uçurum senin gözlerin Ben nerdeyim bunu sorma, yolum sana çıkacak sonunda Ben bu ömrü kimin için taşıdım sırtımda 19 Mayıs, Perşembe Dün gece uykusuz kalmama değdi sanıyorum. Bu ara şiir kaynıyorum içim dışım. Seller, çağlayanlar, kar suları... gibi coşku doluyum. Bendine dar geen ve kapılarını zorlayan barajlar gibiyim. SEN Herkes biraz denizse sen daha fazlasısın Dağ uzak değil içimde sana yakın olayım diye Doğduğum yeri getir bana gelirken Sen de oralı ol benimle, yolumsun sen Bir köprü var kıldan ince suyu sıla Bakır bir tepsinin içine doğar güneş Kışı düşündüğümden değil, sen yazımsın Duruşun, bakışın bir fotoğrafa sığmış Bakarım sana serçe sürüsü akşamlarımda Gültepelerine yerleşirsin gözlerimin Günlerim uzak bir destanı yakına işlemekle geçer Kıyıyı öpen dalgaların dili misin sen Kahveler demli çay, gürültülü barlar votka, cin Evin kırmızı şarap, sakal bırakmış gecelerin Elim ayağım buz değil pür telaş seni düşününce Kopkoyu bir kucaklaşmaya beni koşar adım Götüren İzmir’in ne imbatı, ne Kadifekale’si Sen olmasan benim ne işim var Pasaport’ta Uykusunu alamamış bir yaz akşamında Her kadın biraz çiçekse sen daha fazlasısın Uzak değil köpüren nehirle sana gelmek İçimdeki yanardağın özlemini dindirmek 20 Mayıs, Cuma Okula gidip 30 yıllık anahtarlarımı teslim ettim. Emeklilik başvuruma yanıt geldiğini, kabul edildiğini de söyledim müdüre. İçimde bir eziklik yoktu, bir rahatlama vardı ki, bunu benden başkası zor anlar. Kabuslarım, sıkıntılarım, rüyamda öğrenci görmeler... dönemi bitti. Evet, hayatımda bir dönem kapandı. Yepyeni bir yaşama adım atıyorum şimdi. Yarım yamalak yaşadığım yazarlık yaşamıma dolu dizgin dalacağım ömrüm oldukça, sağlığım elverdikçe. Yani daha çok ve daha yoğun yazmak istediğin konulara, yarım dosyalarıma eğileceğim. Daha iyi, daha kalıcı şeyler yazacağımı umuyorum. Emeklilik, günlerimin bomboş öldürülmesi olmayacak benim için, tersine dopdolu geçmesi olacak. 21 Mayıs, Cumartesi Ayfer Tunç’un son romanı Yeşil Peri Gecesi (2010) konuyu bütünleyen etkileyici dizelerle bezeli. Roman kahramanı kadın eline “ne geçerse” okur. Aslında eline “hep iyi şeyler geçmiş” okunacak. Şiiri daha çok okur. Şiiri özler. “Ama şiir okuduktan sonra bir süre” kendisini “çok kötü” hisseder. Kendini kötü hissettikçe roman okur. “Trajik romanlar şiirin acısını” temizliyordur çünkü. “Ama iyi romanlar” onu” “gene şiire” iter. Şiir ona dokunur. “Daha doğrusu” hayatını “sabitliyor”muş ve “acıyı daha derinden hissetme”sine neden oluyormuş. Romanda geçen dizelere bakınca çağdaş şairlerimizin enfes bir resmi geçit yaptığını görüyoruz. İşte romanın çatısının çatılmasına, konunun can alıcılığına, kahramanlarının iç dünyalarına girip çıkmamıza neden olan dizeler: “Bir dedikodu gibi gelişti kış Dondu belleklerde bir daha unutulmadı” (E. Cansever, “İki Ada”), “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk Hiçbir yere gitmiyor” (E. Cansever, “Manastırlı Hilmi Beye İkinci Mektup”), “Neler almalıyım yanıma” (E. Cansever,” Neler Almalıyım Yanıma”), “Öyle ya, kim sevişirdi acıları olmasa Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsan Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum Yeniden doğmak için çıkardığım yangından” (E. Cansever, “Phoenix”), “Benim dengemi bozmayın” (T. Uyar, “Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiiridir”), “İyidir beraber olmamız” (B. Necatigil, “Donmuş Dallarda Çiçek”), “Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak” (E. Cansever, “İnfilak”), “Biliyorsun ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır” (C. Süreya, “Göçebe”), “Hepimiz yaşadık, nedir ki zaman!” (M. C. Anday, “İsa’dan Önce”), “Bir kurban gibi yeniden başlamak gerekiyor işe” (Z. Karakoç, “Batı Korosu”), “Doğduğum çöller ardımdan gelecektir” (E. Batur, “Vurgun IV”), “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” (C. Yücel, “Sevgi Duvarı”, “Sonra işte yaşlandım” (G. Akın, “Kısa Şiir / Bir”), “Yorgun gözümün halkalarında güller gibi fecroldu nümayan” (A. Haşim, “Bir Günün Sonunda Arzu”), “Gecenin dürüstlüğünden herkes kuşkulanır” (İ. Özel, “Bir Ağrı Yakıldıkça Sevilmeli”), “Çünkü bir yıkılmakta açsanız radyoları Sokaklar, köpekler, tanrının bütün eşyaları” (E. Cansever, “Koro”), “Hadi kalk İzmirlere filan gidelim” (T. Uyar, “Hadi İzmir’e”), “Ne yazık! Vakit de yok kurtarmak için geleceği” (E. Cansever, “Umutsuzlar Parkı X”), “Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bülbül öter” (Y. Kemal, “Rindlerin Ölümü”), “Lunapark beğenisiyle döşenmiştir yatak odaları Kadındırlar, nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler” (C. Süreya, “Onlar İçin Minibüs Şarkıları”), “Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa Yalnız aşkı vardır aşkı olanın Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan” (C. Süreya, “Ülke”), “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç” (Y. Kemal, Rindlerin Akşamı”), “Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında” (A. H. Tanpınar), “Bütün yapraklarım açarsa Kork Çünkü yalnızlığım ben” (O. Rifat, “Yaprak”), “Korkuyorum yaşamaktan ki çok güzel” (Dağlarca, “Korku”), “Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden” (C. S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden”), “Kustum öz ağzımdan kafatasımı” (N. F. Kısakürek, “Çile”), “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak” (İ. Özel, “Amentü”): 22 Mayıs, Pazar Son Simav depreminin dehşetini düşünürken 1509’daki İstanbul depremi “Küçük Kıyamet” olarak tarihe geçtiği aklıma geldi. Bundan tam 257 yıl sonra 22 Mayıs 1766’da (Perşembe sabahı)- günümüzden 245 yıl önce- İstanbul’u yıkan ve 4000 – 5000 insanın yok olmasına neden olan depremin de başka bir kıyamet olduğunu düşünmeden yapamadım. Her deprem yarattığı dehşet görüntülerle, yıkımla, yaşattığı acılarla kendince bir kıyamet oluşturur aslında. Zarasız ziyansız depreme yakalanmalar benim de (yani bizim de) başımıza geldi Ayvalık’ta. Deprem, korkutur, uykularımı kaçırır havalar fazla sıcak olmaya başlayınca. Nereden aklımda kaldıysa havalar iyice sıcak olursa, köpekler uzun uzun havlarsa deprem olacak duygusu gelip yerleşiyor yüreğime. Depremlerin neden olduğu ağıtlar, türküler, destanlar... dönüp bakılası değil. Cahit Öztelli’nin Uyan Padişahım (1976) kitabında depremlere ilişkin destanlar yer alıyor. 1766 depreminin yıkımının, acısının destanını Petro ya da Bedros adlı Kütahyalı bir Ermeni yazmış: “Destan-ı İstambol Üzre Zalim Titreem İçin”. “titreme” zelzele / deprem karşılığı olarak kullanılıyor. (Deprem, “tebretmek” yani sarsılmak, kımıldamak, sallanmak anlamına geliyor.) “Ölüler türabe girmeden çürüdü öyle Nice yerli, nice garip zay oldu böyle İnsan gamla doldu, döndü bir yane”. Aynı depremi bir de Ozan Ceryanoğlu yazmış: “Çok binalar temelinden söküldü Neçe kimselerin beli büküldü Cümlenin gözünden kan yaş döküldü Haşâ ki günahın bildi İsdambol” Kentin kalbini bir kez daha yerinden oynatan 1894 depremi için de Ozan Halit şunları yazmış: “Her devletten iane geldi Takdir böyle imiş, yerini buldu Nice canlar gül gibi soldu Kara haber gitti bunca cihana” İstanbul için deprem senaryolarının ardı arkası kesilmiyor. Korkulan ya da öngörülen depremi Türkiye yaşamaz umarım.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|