|
İyi ŞairKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 20 Mayıs 2011 14:19:48 Hem sonra iyi şiir yazmakla iyi şair olunmayacağını da biliyorum artık. İmgeden görünmez olan şiire iyi şiir demeyeceğimi de biliyorum artık. İyi bir şairin amacı egosunu doyurmak olmayacak, egosu şişkin olmayacak. İyi şair paylaşmasını bilecek, karşısındakini küçümsemeyecek. 'emek' için mücadele etmiş olup da karşısındakinin emeğine saygısızlık etmeyecek, iyi şair karşısındakine emek vermekten korkmayacak.
25 Nisan – 1 Mayıs 25 Nisan, Pazartesi PANEL NOTLARI Dönemim Alman Cumhurbaşkanı Theodor Heuss Mayıs 1957’da Ankara’yı ziyareti sırasında öyle bir cümle kurdu ki, ilkin kimse anlamadı cümlenin içeriğini: Anlaşılmadığı gibi şaşkınlıkla karşılanan o cümlenin içeriği şöyleydi: “2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın yükselen, gelişen ekonomik kalkınmasına artık biz tek başımıza yetemiyoruz. Bize yabancı işçiler gerekiyor.” İşte o yabancı işçilere, hepimizin bildiği gibi “konuk işçi”, göçmen işçi”, “yabancı hemşehrilerimiz”... dendi. Yıllar sonra “Türk –Alman”a dönüştü “konuk işçiler”in çocukları. Ne Türkiye’den bizimkileri buraya davet edenler, ve ne bizimkileri severek buraya yollayanlar göçün elli yaşına basacağını bilemezlerdi elbette, bilemediler. Kısa süreliğine gelme, bu sürede geleceklerin kurtarılması düşleri yatıyordu pasaportlar çıkarılırken, İş ve İşçi Bulma Kurumlarının önünde uzun kuyruklar oluşturulurken, sağlık kontrollerinden bir bir geçerken, trenlerle sınırları bir bir aşarlarken.... Ama göç ellinci yaşına bastı bu yıl. O zaman Max Frisch’in sözü de gerçek oldu: “Makine beklenirken insanların gelmesiyle gelenekler, yaşam biçimleri, kültür ve dil de taşındı gurbete. Acılar, ölümler, iş kazaları, aşklar, namus cinayetleri, kültür şokları, yabancılaşma... da yaşandı içinde yaşadığımız toplumda. Yeni bir dile ve topluma alışamamanın tedirginlikleri hep sürdü, sürüyor. Yabaneldeki yaşamlar, sorunlar, yabancılık, burukluk, ölüm, vatan özlemi... edebiyata da yansımaya başladı. Bekir Yıldı, ta en baştan başı çeken bir lokomotif oldu. 1966’da yazdığı “Türkler Almanya’da” anı-anlatısıyla başı çekti. Böylece göçün edebiyata yansımasının ilk ürünü ortaya çıktı, Almanya’daki bizimkilere de dikkat çekti. 1974’de yayımlanan “Alman Ekmeği”ndeki öyküler Almanya’ya bakışı daha da derinleştirdi. Yahya Kemal’in “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor; / Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor” saptaması yavaş yavaş başka yazarların yapıtlarına da yansıdı. Göç sürecinin öncü yazarlarını bir bir anımsayacak olursak Adnan Binyazar, Yüksel Pazarkaya, Habib Bektaş, Aras Ören, Güney Dal, Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Yusuf Ziya Bahadınlı, Fethi Savaşçı, Oya Baydar, Emine Sevgi Özdamar, Zafer Şenocak, Menekşe Toprak... ve başkaları Almanya’dan, Necati Tosuner, Adalet Ağaoğlu, Nevzat Üstün, Tarık Dursun K... ve başkaları Türkiye’den bir yaşamda iki dünyayı yapıtlarında ele aldılar. Orhon Murat Arıburnu, “Bir vücutta iki post” diyordu buradaki yaşama. Ve sonrada Almanya’da bir Anadolu oluştuğu saptamasını yapıyordu. Bugün “Bir yaşamda İki Dünya” ya da “Bir Dünyada İki Yaşam”da oluşan ve göç sürecine yansıyan edebiyatın nereden nereye geldiğini, yani dününü, bugününü ve yarınını konuşacağız. 26 Nisan, Salı Panel Notları’na devam... Yüksel Pazarkaya, “İncindiğin yerdir gurbet” diyordu “gurbeti aşmaya, gurbete alışmaya çalışırken. “Aydınlık Kanayan Çiçek”ti “Sen Dolayları”, “Sevgi Dolayları”, “Umut Dolayları”, “Dost Dolayları”, “Yol Dolayları”nda. “Oturma İzni”ne doğru yol alırken. Her güne bir öykü son dönemin mevsimlere dağılmış verimliliği. Sonra, aradan geçen onca yılda Yaprak ve Anadil dergileriyle, Almancadan Türkçeye, Türkçeden Almancaya süren çevirilerle “Ben”ini arayan bir bireyin ortaya çıkması süreci. Geriye dönüp bakma bir bakıma. “aşmak gurbeti” diyordun ve “biz aştık gurbeti gurbet bize alıştı özlem yükü duygu küpü değil iç sıkıntıları bir doyumsuzluk gurbet”. “Gurbet” yani yeni vatan, gerçekten bir doyumsuzluk mu? “düşmüşsek salt işgücüne işte gurbetteyiz o zaman kullanılmak paşa gönüllerce diyorsak artık gurbetteyiz işte tükeniyoruz o zaman”. Açar mısınız biraz gurbette tükenmeyi? Yüksel Pazarkaya’ya “Ben Aranıyor”da Almanya’ya geliş öyküsünü, sonra da “ben”in aranışını paylaşmıştı okurlarıyla. Ben aranırken kimlik de sorgulanmıyor mu acaba? “Kapı Kule Nerde” (1983) diye sormadan önce “Yaşamı Kuşatmak” diyordu Habib Bektaş ilk kitabının başlığında. Erlangen’le bütünlenişi ve bir kentle yabancı bir insanın birbirlerini kabul etmelerinin şiire yansımasında ikinci dilinin ilk gözağrısıdır Erlangen. Gençlerle çalışmanın kendisine kazandırdıklarını öykülerinde, romanlarında okuduk. İki akraba. “Yorgun Ölü”leri (1989) bir bir geride bırakıp Öykülere İnanan Habib Bektaş, “Sözü Yurt Edinme”ye mi vardı demeye gerek yok. Sözün yurt olmadığı bir edebiyat, şiir düşünülebilir mi? “Gölge Kokusu”, 12 Eylül 1980 darbesinin Türkiye’deki aydın kıyımını ele alırken, yurtdışına çıkan aydınların dünyalarına da genişçe yer veriyor. “ilk gelişimi anımsarsın kim, demiştin bu asyalı, utangaç öpücüğü alnıma koyan yıllar geçti silinmeyecek izler bıraktık birbirimizde alnımdaki çizgilerden biri avrupalı olurken asyalı bir ben düştü senin yüzüne”. Diyorsun Erlangen’le lk tanışmanda. Sanki bir öngörü gibi. Bunca yıl “silinmeyecek izler” mi bıraktık burada gerçekten? Hamriyayanım, yalnızlığın paylaşılmasının romanıysa bir kaynaşmanın da romanı mı acaba? Habib’in yazmaya başladığı dönemden bugüne doğru gelindiğinde toplumdaki her türlü değişme kendi yazdıklarına ne kadar yansıdı acaba? Öykülere inanan bir Habib Bektaş’ın yazdıkları göç sürecine bir tanıklık mı acaba? Menekşe Toprak, önceki kuşaklardan ayrılıyor “Valizdeki Mektup” (2007) ve “Hangi Dildedir Aşk”taki (2009) öyküleriyle. Gerçekten ayrılıyor mu acaba? Bunu kendisine soralım. Almanya-Türkiye arasında yaşanan gelgittin içinde büyüyor Menekşe Toprak yukarıda adını andığım öncü yarlardan farklı olarak neyi yazıyor? Onlardan farkı ne yazdıklarının? Ben bu soruları yanıtlamadan önce şunu belirtmeliyim önce. Bir zamanlar tipik olanların roman ve öykülerde yer alması önemseniyordu. Sonra Türkiye’dekilere buraları anlatma dönemi geldi. Turistik bir bakış ve anlatım pek çok roman ve öyküde yer aldı. Ama seni bunlardan ayıran farklı özellikler var. İşte onların ne olduğunu bize anlatır mısın? Bu yılın başında yayımlanan romanı “Temmuz Çocukları”yla da parçalanmış bizimkilerin hem Almanya’daki, hem de Türkiye’deki doğal yaşamlarında geziniyorsun. Temmuz Çocukları, bugünün Almanya’sındaki bizimkilerin dünyasını ortaya koyuyor. Kadın ya da erkeğin birinin önce Almanya’ya gelmesi, Türkiye’de bırakılan çocuklar, buraya sonradan getirilen çocuklar, hem orada hem de burada okuyan çocuklar / gençler, Türkiye’de üniversiteyi bitirip orada kalan gençler, aşklar, ayrılıklar, kırgınlıklar ve tüm bunların insanımız üzerinde yarattığı ruhsal sarsıntılar... Romanın dünyası bu kadar değil elbette. Bize biraz daha açar mısın romanını? Adnan Binyazar’dan, sayısız deneme, eleştiri, iki öykü kitabı ve iki roman duruyor raflarımızda, önümüzde, elimizin altında. İlk anı-roman “Masalını Yitiren Dev” (2000). Sonra “Ölümün Gölgesi Yok” romanı (2004) varlıkla yokluk arasında sevilenin adım adım ölümle buluşmasını ele alıyor. Yurtta başlayıp Berlin’de biten, bir sevdanın acıtıcı öyküsü. Göç öyküleri, romanları neden acıtıcı? İçinde yaşanılan toplumu tam olarak benimsenmediğinden mi? Memlekete duyulan özlemlerin dindirilememesinden mi kaynaklanıyor bu durum? Göçün yansıdığı yazının dünü neydi, bugünü ne durumda, yarınını nasıl görüyorsunuz? 27 Nisan, Çarşamba “Şiirle ilgili sözleriniz yüreğime su serpti. Meğer, şiir hiç de yukarlarda, uzaklarda değilmiş. Şiiri fildişinden kuleye koyanlar aslında kendilerini oraya koymuşlarda şiiri de beraberinde götürmüşler. Şiiri çok yukarlarda kendimi de çok aşağılarda görmüşüm ben hep. Oysa, şiir heryerdeymiş; nesnede, renkte, seste, yanımdaymış. Hani kitap fuarında yanımda duran kitabı görmeyip de onu uzaklarda aramak gibi... Hem sonra iyi şiir yazmakla iyi şair olunmayacağını da biliyorum artık. İmgeden görünmez olan şiire iyi şiir demeyeceğimi de biliyorum artık. İyi bir şairin amacı egosunu doyurmak olmayacak, egosu şişkin olmayacak. İyi şair paylaşmasını bilecek, karşısındakini küçümsemeyecek. ‘emek’ için mücadele etmiş olup da karşısındakinin emeğine saygısızlık etmeyecek, iyi şair karşısındakine emek vermekten korkmayacak. İyi şiirle iyi olmayan şiir arasında sandığım gibi kalın bir duvar da yokmuş aslında. İyi şair, ‘içten olacak’, ‘yürekli olacak’. ‘Şiirle hem kendimize hem de hayata ayna tutarız’" diyorsunuz. Kendimizi görüyoruz şiirlerde hayatı da görüyoruz, peki bu durumda mutsuzluğumuzu tolere etmeyi mi öğreniyoruz ya da şiir mutluluğa mı geçit veriyor? Hayatımızdaki keşkeler, mutsuzluklar, pişmanlıklar şiirle son bulabilir mi?” 28 Nisan, Perşembe “Kanal boyunca yürürken duyumsadıklarınız ne hoş, yazdığınız dizeler ne güzel. Duyumsadıklarınızın hemen dizeye dönüşmesi; yazmayı, okumayı yaşam biçimi edinmiş olmanızdan doğuyordur elbet. Benim önceliğim ise çok daha fazla okumak olmalı; biliyorum. Yazmak sonra gelmeli. Bazen aklıma hoş bir dize geliyor sonra arkasından bir kaç tane daha ama oturduğumda hepsi aklımdan uçuyor. ‘Şiirde duyguyu frenlemek gerekiyor, şiirin kaldıracağı kadar duygu olmalı... Şiirin size değil sizin şiire hakim olmanız gerekiyor...’ diyorsunuz. Başka türlü yazamıyorum duygu yoğun oluyor yazdıklarımda, henüz donanım eksikliğim var sanıyorum. Ben düşünüyorum da; edebiyatımızda kendine yer edinmiş şairlerden duygu yoğun şiirler yazdıklarını görüyorum.” 29 Nisan, Cuma “Dün pazara gittim, Gerçekten o capcanlı havası iyi geldi. Öyle çok ot vardı ki hangisini alacağımı şaşırdım. Ben deniz börülcesini çok severim bilmem bilir misiniz? Sıcak suda haşlandıktan sonra (haşlanırken diri kalmasına özen gösterilir) önce kılçıklarından sıyrılır tek tek. sonra zeytinyağı ve limon eklenir, kendiliğinden tuzlu olduğu için tuz ekilmez. Bir demet deniz börülcesi aldım. Arapsaçını severim keskin bir tadı vardır; birazda arapsaçı aldım. sonra radika ve ısırganotu aldım. Şarap almak için gittiğimde iyi marka hangisidir diye sordum bana ‘Doluca’ verdiler. Otları hazırlamam epey zaman aldı. Önce çok iyi yıkamak gerekiyor, radika ile ısırganı karışık haşladım. arapsaçı haşlanmıyor zeytinyağı ve az suda pişirdim (öyle gördüm Annemden belki farklı da pişer). sonra tek tek deniz börülcelerini ayıkladım. Meze hazırlamak için malzeme almadığımı fark ettim, beyaz peynir vardı . Sonra masaya koydum hepsini. Şarabın mantarını açmak için çok uğraştım bi türlü beceremedim bende tıpayı içine ittim kadehimde çok güzel duruyordu biraz hızlı içtim galiba başım dönmeye başladı Sonra arapsaçı ve deniz börülcesi başta olmak üzere şaraba eşlik etti diğer otlar. cd çalara klasik bir müzik koydum. ‘Akşam oldu hüzünlendim ben yine’ diyordu. Gerçekten hüzünlendim sonra onu çıkarıp Onur Akın'ın ‘Geceyi Sana Yazdım’ müziğini dinledim tekrar tekrar... “ 30 Nisan, Cumartesi Yarın 1 Mayıs. Ben nasıl unuturum 1977’deki o kanlı, 34 kişinin öldüğü 1 Mayıs’ı? Ben ölmediysem, arkadaşlarım ölmedilerse, yalnızca rastlantı. O vahşeti bize yaşatanlar hâlâ yaşıyor mu acaba? Nereye vardılar o kadar kişinin ölmesiyle, toplumda kargaşalık ve korku yaratarak? Yıllarca 1 Mayıs yasaklandı. Yasaklarla nereye vardı Türkiye? Yarın Taksim’e çıkacak emekçiler, aydınlar, halkımız. Ben de orada olmak isterdim. Berlin’de de kutlanıyor 1 Mayıs. Ama Türkiye’deki coşku yok. Sendikaların eski etkinliği kalmadı Batı’da. Sosyal devlet de kalmadı. Kimseye zaraarı olmayan bir gün artık 1 Mayıs. Bir de 1982’de Doğu Berlin’deki o muhteşem 1 Mayıs’ı anımsıyorum. Sosyalist bir ülkedeki bu görkemli 1 Mayıs kutlaması unutulacak gibi değildi. Coşku doruktaydı tıpkı Türkiye’deki gibi. Sonra, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni ayakta tutmaya yetmedi bu büyük coşku. Tarihe karıştı DDR. 1 Mayıs Berlin’in eski doğu ve batısında, aynı anda kutlanıyor artık. Ama eski coşkusu yok. 1 Mayıs, Pazar Sönük mönük, yine de 1 Mayıs. Hava pek iç açıcı değil ama 1 Mayıs yürüyüşünde yer yer coşku patlamaları olsa da, nerede Taksim’deki anlı şanlı 1 Mayıs’lar? Ölümden kurtulduğum (kurtuldum da ne oldu?) ve hiç unutamadığım 1977 1 Mayıs’ı (unutamadığım)?. Oysa dünya aldı başını gidiyor, birileri dünyayı istedikleri yöne sürüklüyor ve çoğunluk da bakıyor buna, bakıyoruz. Sonumuzun ne olacağı belli değil gibi gözükse de, beli aslında. Dünyanın da sonunu hazırlıyor birileri ve Amerika.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|