|
Dünya'nın Anadil GünüKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 11 Mart 2011 12:38:16 Pek çok dilin yok olmak üzere olduğu, pek çok dil üzerindeki yasağın sürdüğü bir zaman diliminde 21 Şubat Dünya Anadil Günü böyle önemli simgelerden birdir. Biz yazarlar; yasaklanan, "yok olma kaderinin" içine itilen her dilin, yeryüzünün kültürel varlığında korkunç büyüklükte bir yoksulaşma olduğu gibi, yazarken kullandığımız dili de eksilttiğinin, fakirleştirdiğinin bilincindeyiz.
21 – 28 Şubat, 2011 21 Şubat, Pazartesi “Dünya Anadil Günü” bugün. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın bildirisi şöyle: DÜNYANIN BÜTÜN SES BAYRAKLARI ÖZGÜR DALGALANMALI Kapitalist dünyada özü olağanüstü tüketim ilişkileri altında hırpalanan, eritilen pek çok şey için bir gün düzenleniyor. Ve bu günler tüketim mekanizmalarının yeni parçaları olarak pazara sürülüyor… Mirasın ve mülkiyetin yapıcısı olarak görülen ama “Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlar için “Anneler Günü;” Mülkiyetin hırçın ve kaba bir bekçisine dönüştürülmek istenen babalık için “Babalar Günü;” Onun adına üretilmiş sayısız malı tüketirsek sevgililiği daha iyi koruyabileceğimiz yanılsamasına dönüşmüş “Sevgililer Günü”… Ancak bazı olgular var ki, kapitalizmin asıl dini olan “metaya tapınma”ya, tüketime, kapitalizm dininin yüzyılımızdaki en kanlı kılıfı olan milliyetçilik ve ırkçılığa karşı verilen savaşım içinde doğmuştur ve bu savaşımın birer parçası olarak yaşamaktadır. Pek çok dilin yok olmak üzere olduğu, pek çok dil üzerindeki yasağın sürdüğü bir zaman diliminde 21 Şubat Dünya Anadil Günü böyle önemli simgelerden birdir. Biz yazarlar; yasaklanan, “yok olma kaderinin” içine itilen her dilin, yeryüzünün kültürel varlığında korkunç büyüklükte bir yoksulaşma olduğu gibi, yazarken kullandığımız dili de eksilttiğinin, fakirleştirdiğinin bilincindeyiz. Bazı şeyler işledikçe, özgürleştikçe, paylaşıldıkça büyür: Sevgi gibi, bilgi gibi, dil gibi... Kendi dilinin özgür, emperyalistçe yozlaştırılma ilişkilerine karşı güçlü olmasını isteyen her yazar, her insan yeryüzünün bütün anadillerinin özgürlüğünü de savunmak zorundadır. Herkesin kendi anadilinde okuyup yazacağı, eğitimi yapabileceği; her anadilin yanındaki bir başka anadil için “Ses Bayrağı”nı göndere çekeceği eşit ve adil bir dünyanın bilinci ve ödev duygusuyla Dünya Anadil Günü’nü kutluyoruz… 22 Şubat, Salı Mektuplaşmaları içeren kitapları hep sevdim. İki insanın mektuplaşmasındaki giz hep ilgimi çekti. Çok özel şeylerin ortaya konmadığı, yayınlanacak kaygısı olmayan mektuplaşmalardan biri de Nezihe Meriç’le, Orhan Sudan’ınki: Aix-Londra-İstanbul Mektupları (KYK). İki yazarın dünya ve kendilerine ilişkin yazdıkları tam bir roman tadında. Enfes bir dil! “Kardeşim, yani valla billa iki yıl kapalı kalmış bir evle tek başıma savaşmak zorunda kaldım – geleni gideni çocukları falan saymıyorum. Ancak kendime geldim. Bir sorayım dedim. İkinizi de öpüyorum. Nezim” Orhan Suda’dan da kısa bir mektup örneği: “Ben beni bileli hep erkenciyimdir. Bu sabah daha da erken kalktım. Güneş bizden önce uyanmıştı. Kuzey rüzgârı esmiyordu. Hava tertemizdi. Günün nimetleriydi bütün bunlar. Sevgi bir çırpıda hazırlamıştı kahvaltıyı: Az tuzlu keçi peyniri, akşamdan ıslatılmış kuru kaysılar, domates, sütlü kahve. Gel keyfim gel, gitme keyfim gitme...” Mektupların tadı damağımda. 23 Şubat, Çarşamba Tembelleştim herhalde. Yazacaklarımı yazamıyorum ve durmadan kaytarıyorum. Oysa içim fokur fokur kaynıyor. Yazıp kurtulmam gerekiyor yazılarımı. Gösteri’nin yazısı mutlaka bu hafta sonu bitmeli. Ressam Ataç Elalmış’la ilgili yazı da yazılmalı. Demir Özlü’nün Kanal Kentlerinde üzerine de yazacağım. Kış ve soğukların verdiği yorgunluktan mı bu hale geldim acaba? Bu yazıların iki katını yazardım ben şimdiye. Ne zaman? Eskiden. Ne kadar eskiden? Birkaç ay önce. Peki, ne oldu bana böyle? İşte bunu bir anlayabilsem? 24 Şubat, Perşembe Lale Müdür’ün Siyah Sistanbul’da (YKY) yer alan yeni şiirlerinde de özgünlük hemen göze çarpıyor rahat söyleminin yanında. “Sonbaharın Ölgün Saatinde” bu yeni kitaptan: “günün öldüğü bir saatte kuğulara bakıyorduk sevgili gel yanıma sonbaharın bu üzgün saatinde birbirimizi terk ettiğimiz zaman kış gelecek ve barok bir şarkı Türkiye’nin yaralıları sana doğru geldiği zaman...” 25 Şubat, Cuma Dirim’in doğum günü bugün. 28 yaşına bastı. Ben ondan bir yaş daha büyükken gelmiştim Berlin’e, 29’umda. Evlenmiş ve bir oğlum olmuştu. Başka bir ülkede yaşama şansımı denemek için gurbete çıkmıştım. Dirim, 1983’te Berlin’de doğdu. O, farklı bir ortamın ürünü. Berlin nasıl melez bir kentse, biz de bir gövdede iki yaşamın elinde günlerimizi öldürüyoruz. İki dilliyiz ve iki ülkeliyiz. Aynı gövdede iki dünya ya da bir dünyada iki yaşamlı. Ben, şimdi Dirim’in yaşında olmak ister miydim? İsterdim. Dirim benim yaşımda olmak ister miydi? İstemezdi. Herkes kendi yaşını yaşamalı. 26 Şubat, Cumartesi Günlük yürüyüşlerimin tempolu yürüyüşlerimin süresini artırıyorum giderek. Kanala, mavnalara, hafta sonu evlerine, düşlerime dalıp giderek kendimi yürüyüşümün hızına kaptırıveriyorum. Yürümeyi hep sevdim. Yürümenin felsefesini içeren bir kitap okumuştum, kimindi bu kitap, unuttum, o kitapta yürümenin tarihine de değiniliyordu anımsayabildiğim kadarıyla. Yürümenin kendisi zaten felsefe! Yürürken düşünülür. Yaşar Kemal, romanlarını yürürken oluştururmuş, yani yazarmış. Evine geldiğinde de yürüyüşü sırasında kafasında yazıp durduklarını hemen kâğıda geçirirmiş. Büyük felsefeciler de yürümeyi hep sevmişler. Yürürken düşünmek onları hep daha verimli kılmış. Yürüyüşlerimde ne çok dize küçük cep defterlerime gelip kondu, bana ne çok şiir bağışladı 27 Şubat, Pazar Branch dedikleri sabah kahvaltısına gittik Dirim’in doğum gününü kutlamak için. Zengin bir büfe hazırlanmıştı lokantada: Peynirinden tatlısına, zeytin yağlısından çorbasına, sıcak yemeğinden salatasına... Öyle çok yemeği bir arada görünce insan diyeti falan bir yana bırakıyor ister istemez. Sanki hiç doyulmayacakmış gibi ondan bundan derken hepsinden yenmiş oluyor. Üç-beş saatlik hareketsizlik de mideyi şişirince, “çok yedik” denmeye başlıyor. Bugün de öyle oldu; çok yedik. Yediklerimizin hepsi de çok lezzetliydi. Bu lezzetli yiyeceklerin kalorisini atmak için öğleden sonra uzun bir yürüyüş yaptık. Akşama bir şey yemeyerek midemizin doluluğunu gidermeye çalıştık. Neden o kadar aç gözlü davrandık, diye birbirimize sorduk durduk. Onun için bu tür yerleri sevmiyorum insanın kendince tutturduğu yeme düzenini altüst ettiği için. Bir de neden “kahvaltı” denmiyor da “branch” deniyor? İnsanın aklına başka bir şey gelsin diye mi acaba?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|