|
|
Halkların ilkbaharıKategori: Dünya | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 15 Şubat 2011 05:48:39 2011'de ilkbahar erken geldi. Halkların ikbaharıdır bu ve hiç beklenmeyen bir yerden geldi : Tunus'tan. Hammamet, Nabeul gibi çok tanınan, feci derecede turistik kasaba ve kentlerinden değil, Tunus topraklarının « içinden», coğrafyasının unuttuğu ve unutulan kasaba ve kentlerinden. Denizden, «yabancılardan», turistlerden ve gözlerden çok uzak Sidi Bouzid, Kasserine gibi küçük iç kasabalarından. Sonra isyan bütün ülkeye yayıldı. Sonra isyan sınırları aştı...
Tunus’ta bir zabıta memuru zavallı bir işportacının, ama dikkatinizi rica ediyorum, fakülteden diplomalı bir işportacının, bütün varıyoku olan malına el koyup, malını ve el arabasını “kamulaştırınca” işportacı tenini ateşe verdi ve o ateşten Leyla, Bin Ali ve aile üyeleri de nasibini aldı. Tunus halkı üstündeki ölü toprağını attı ve konuşmaya başladı... İsyan böyle başladı. Bıçak kemiğe dayanınca çünkü başka yol da kalmamıştı. «Yurttaş» diye anılan ama aç ve yoksul, eğitimsiz ve rehbersiz bırakılan halklar, halkların en yoksulları, öğrenciler, emekçiler, öğretmenler, avukatlar, mühendisler, mimarlar, yargıçlar... , kadınlar ve erkekler ve çocuklar hep birlikte ayaklandılar. Tunus’ta olan-bitenlerin, aslında henüz tam anlamıyla bitmemiş olanların bir yerinde, 14 Ocak 2011’de, Cumhurbaşkanı Bin Ali ve eşi Leyla Trabelsi-Bin Ali ülkeden kaçtılar. Artık Cidde’de Kızıldeniz’e iki adımlık Kral Sarayı’nda “misafir” Bin Ali ve eşi kaçtıklarında kimi karikatürist onları bavullarından dolarlar uçuşuyor çizdiler. Ama Leyla Trabelsi zeki hırsız, kağıt paraları toparlayıp kaçmadı. Sonradan doğrulanan ciddi gazetelerin haberlerine göre, kaçmadan birkaç hafta önce Tunus Merkez Bankası’nı bizzat ziyaret edip, Merkez Bankası Müdürü’nün onayıyla o an orada bulunan bir buçuk ton, evet evet yanlış okumadınız tam bir buçuk ton, birer kiloluk binbeşyüz külçeyi alıp, bir süre ortadan kayboldu. Altın kaçırma işini 18 Aralık 2010’da özel bir uçakla yaptığı biliniyor artık. Altınları gizlice İsviçre’ye götürmüş, oradaki bankalardaki gizli kasalarından birine yatırmış ve ülkesine dönmüş. Bu hırsızlık değilse nedir? Tunus’taki olayların daha başındayız ve kadın tedbirli. Kağıt para düşer, uçar falan filan feşmekan, ama altın öyle mi? Leyla, bir süre metresi olarak yaşadığı Cumhurbaşkanı ile, onunla ilk eşinden boşanmasından hemen sonra evlendi. Ve sanki bu anı bekliyormuşçcasına eşinin ve eşinin ailesinin işlerine karışmadan, ama kendisi, kardeşleri (toplam on erkek kardeş, onların on kere çocukları, on kere torunları...) onların eşleri, eşlerinin aile üyeleri, yeğenleri, bütün akrabaları, Tunus ekonomisinin kalan alanlarını ele geçirdi ve semirdi. O kadar ki Trabelsi ailesi Bin Ali ailesini “solladı”. Tunus ekonomisinin Trabelsi ve Bin Ali aileleri arasında nasıl yağmalandığını ekonomistler ölçmekte zorlanıyor. Çünkü bu kadar büyük ölçekte bir vurgun hiç görülmedi daha. El atmadıkları, komisyon almadıkları işkolu ve iş kalmamış. Varlıkları milyarları birkaç kere çarpıyor, topluyor, asla çıkarmıyor. Böylesi bir hırsızlık mekanizmasını bu kadar uzun zaman ve bu kadar üst düzeyde sürdürmek basbayağı örgüt gerektiren bir iş. Bin Ali ve Leyla örgütlü, « couscous connexion » adı verilen cinsten. (1) Hırsız Leyla’nın en nefret edilen hırsız yeğenlerinden biri (adı İmed) onların kaçtığı öğrenilir öğrenilmez bıçaklanarak öldürüldü, hem de yakın korumalarından biri tarafından, diğerleri fıldır fıldır aranıyorlar... Bu ailenin halkta doğurduğu nefreti ölçecek alet henüz icat edilmiş değil. Tunus siyaset sahnesinde 1950’lerin sonundan beri yer alan, defalarca gözden düşen, ama her halk ayaklanmasında, şiddetle ve zulümle bastırmak için göreve çağrılan, bütün gençlik kariyerini askeri ve sivil istihbaratta yapmış Bin Ali nihayet üçüncü halk ayaklanmasında firarı tercih etti. Çekirge misali. On milyonluk nüfusu denetlemek, korkutmak, işkence etmek, öldürmekle görevli ve bu şirin ülkeyi kocaman bir komiserliğe, koskocaman bir zindana çeviren 170 bin polisi, özel silahlarla donatılmış «Cumhurbaşkanlığı Koruma Alayı» bile onu kurtaramadı... «Arap dünyasının laiklik şampiyonu», islamizm korkuluğunu ikide bir oynatarak, Fransa başta AB üyesi devletlerin kayıtsız şartsız desteğini elde eden, islamizm korkusunun rantını yiyen, Batı’nın « gözde çocuğu » Bin Ali’nin islamın en tutucu kanatlarından vahabilerin yönetimindeki Suudi Arabistan’a sığınmak zorunda kalmasıysa tarihin kara mizahı. Nereye giderlerse gitsinler yakalanacaklar. Yargılanacaklar. Affedilmeyecekler. «Büyük Ortadoğu ve Magrip Projesi» yerine Halkların tasarısı gündemde artık. «Tunuslular yaptıklarına göre biz de yapabiliriz» dedi kitleler : Mısır, Yemen, Cezayir, Ürdün’de de ayaklandı halklar. Barut kokusu. Yakılan lastiklerin, otomobillerin, resmî binaların, polis kamyonlarının kokusu birbirine karıştı. Sesler ve gürültüler gökyüzüne yükseldi. «Burunlarından kıl aldırtmayanlar » birdenbire yıl başında un, şeker, yağ ve sütün fiyatını arttırdıklarını anımsadılar. Ürdün’de ilk gösterilerinden fena halde korkan kralın emri üzerine temel gıda maddelerinin fiyatları yüzde 25 oranında azaltıldı. Mısır «Reisi» ayaklanmanın önünü kesmek, hızını azaltmak umuduyla memurlarının ücretlerine yüzde 15 artış yaptı ama çok geçti artık... Mısır’da «Reisi» bizzat atadığı «reis yardımcısı», «yeni hükümeti» de kurtaramadı. Mısır Genel Kurmay Başkanı «görüşmek için» gittiği ABD’den olayların gelişimi üzerine aceleyle 29 Ocakta döndü. ABD’nin bölgedeki «yaşamsal müttefiklerinin» en önemlilerinden Mısır’ı «boşaması» olanaksızdı. Ancak artık bütün kirli çamaşırları ortaya dökülmüş ve 30 yıllık diktatörlükten sonra yeniden reis « seçilmeyi » düşündüğü veya yerini oğluna bırakmayı tasarladığı bilinen Mübarek’i koltuğunda tutması da olanaksızdı. Nihayet bütün ayak diretmelerine, devletinin bütün olanaklarını yasadışına çıkarak kullanmasına rağmen, ABD’nin ve ordunun desteğini çekmesi üzerine Reis 11 Şubat 2011’de istifa etmek zorunda kaldı. Bir sayfa kapandı. Otuz yılık bir sayfa. Mısır ordusu halk hareketinin rüzgarını arkasına alıp «uzaktan yönettiği» iktidarını yeni isimlerle sürdürecek mi? Mübarek’in Hava Kuvvetleri komutanı ve 1973’te Kippur Savaşı’ndaki «zaferi» sayesinde, önce bakan, sonra reis yardımcısı yapıldığını, 6 Ekim 1981’de gösteri sırasında katledilen reisin yerine getirildiğini anımsamalıyız. O gün Enver Sedat öldürülürken hemen yanındaki ve tribünden yakın korumaları tarafından uzaklaştırılan elinden yaralı general Mübarek’ten başkası değildi. O günden bugüne iktidarda, kendisini, aile üyelerini zengin etti, halkının « dilenci durumuna » düşmesine sebep oldu. İşte otuz yılın özeti. Alabildiğine zenginleşen vurguncu, talancı, hırsız takımları ve günden güne yoksullaşan ve son aylarda ekmek ve tuz, süt ve şeker bile satın alamayan milyonlarca « yurttaş ». Bir de gösteri yaptılar diye göz yaşartıcı bomba at, vur, öldür. Sonrası nedir ki ? Bir hayat. Evet altı üstü bir hayat. İşte bugün bu insanlar, kadınlar, erkekler, çocuklar, evet Arap Dünyası’nın Gavroş’ları, yalın ayak, yüzleri maskeli, ellerinde taş yürüyorlar ve bu hayatı boylu boyunca dünyamızın sokak, cadde, bulvar ve meydanlarına seriyorlar. «Bir canım var, diyorlar, o da çocuklarımın daha iyi bir dünyada yaşaması için feda olsun !» Evet aynen : «Ben yaşayamadan öldüm bari benden sonra gelecekler bu diktatörlerin kölesi olmasın !» diye ayaklanıyor halklar. Halklar özgürce yaşamak istiyor. Zenginle yoksul arasında, kadınla erkek arasında eşitlik istiyor. Toplumsal adalet istiyor : Ekmeğine katık, çayına şeker, çocuğuna süt istiyor ! Otomobil değil, beş yıdızlı apartman değil, biri nikahlı üçü nikahsız dört kadın da değil. Ekmek, katık ve süt. Hepsi bu. Halklar kendi inançlarına göre yaşamak, kendi kimliği altında dolaşabilmek, ana ve baba dillerinde konuşabilmek istiyor. Uzun sözün kısası kardeşlerim halklar herkesin sahip olduğuna sahip olmak istiyor. Ne fazla, ne eksik. Ve asıl önemlisi bunun için müsamere demokrasisine paydos dedirtmekte kararlı. Ya halklar için demokrasi ya da hiç bir şey. İşte bugün varılan nokta budur. Halklar umutlu, diktatörler tedirgin. Bugünleri görmüş olmak ta hani az şey sayılmamalı. Bin Ali ve eşinin kaçmasından, Mübarek’in istifasından sonra Magrip ve Maşrik’te diktatörlerin tirtir titremesi sürüyor, « domino teorisi » sonucu « sıra bize de gelirse » korkusu içinde. Her şeye karşın, kimi otuziki yıldır kimi kırk yıldır hâlâ « devletlerini » yönetmekte ısrarlı, aşınmış, kaşarlanmış ve doymak bilmeyen yiyici dinozorları halk rüzgarı silip süpürecek (mi ?) Herhalde. Peki yerine ne konulacak ? Bu belli değil. Çünkü halkların eylemlerini, isyanı, ayaklanmayı yöneten ve bilinçlendiren siyasi parti, siyasi lider ve program eksikliği çok açık. Tunus’ta, Mısır’da ve onları izleyen ükelerdeki halkların isyanında devrimci bir dinamik söz konusu elbette. Ancak ayaklanma devrim değildir. Son haftalarda izlediğimiz gibi, halkların ayaklanması, özü gereği, başlatılışı ve sürdürülmesi bağlamında, yapılanmış, yapısı, unsurları, hedefi, programı belirlenmiş, yapacakları konusunda uzlaşılmış bir devrim hareketi değil. Evet son derece dikkat çekici, epey ders yüklü eylemler dizisi var ama herhangi bir partinin önderliğinde uzlaşılmış hedefler yok. Bu bağlamda şu soruyu sormak mümkün : Devrimci dinamik devrime dönüştürelebilir mi ? Devrimci dinamikten devrim doğar mı ? Yanıtlanması zor. Ancak denemekte yarar var, Hemen şunu söyleyebiliriz : Halkların ayaklanmasının devrim olarak nitelenebilmesi için birkaç eksiği var. Somut bir örnek vermek mümkün. Ayaklanmalar sırasında bir dizi eylem içinde resmî binaların, bakanlıkların, vali ve kaymakam konaklarının, hükümet binalarının, lüks otomobillerin, lüks villaların yakıldığına tanık olduk. Eğer devrim söz konusu olsaydı devrimciler bu tür binaları yakmazlardı, onları ele geçirirler ve işlerin yürütülmesini, kasaba ve kent yönetimlerini üstlenirlerdi. Kasaba ve kentlerde resmî binaların, radyo, televizyon kurumlarının, postanelerin ele geçirilmesi devrimin başarıya ulaştırılması için tayin edici birer mevzidir çünkü. Bunların yakılması yönetici takımlarına, zenginlere ve zenginliklerini teşhir edenlere nefretin somutlaşmasıdır. Ama sonuç itibariyle devrimcilerin yapmaması gereken ve genel olarak yapmadıkları bir iştir. Öte yandan, Tunus’ta ve Mısır’da örneklerini gördüğümüz gibi, yakma, yıkma ve yağmalama eylemlerini, bizzat polislerin, hatta sadece bu tür işlerle görevlendirilmiş sivil polislerin ya da polislerce hapishanelerden serbest bırakılan, ya da belli bir ücret karşılığı « bir günlüğüne kiralanan » serserilerin, başıbozukların yaptığı da biliniyor. Onların amacı kaos, dünyanın sonu, kıyamet görüntüleri yaratarak, ayaklanmaların sadece bu tür eylemlere yönelik ve yağmalama amaçlı olduğunu güya ispat etmek ve gözden düşürülmesine çalışmak. Mısır’da bunu bilen gençler bu tür eylemlerin önüne bizzat geçtiler. Yakıp yıkmayı engellediler. Hatta Müze’den çalınanları hırsızların ellerinden bizzat alıp Müze sorumlularına bizzat iade ettiler. Örgütlü, amaçları ve uzlaşılmış ilk hedefleri önceden belirlenmiş devrimlerde bu tür eylemler tercih edilmez. Tunus, Mısır, Yemen, Ürdün ve diğerlerindeki halk ayaklanmalarında en çok dikkat çeken isyanı kanalize edebilecek, isyanı belli hedefler etrafında toparlayabilecek siyasi parti yokluğudur. Burada otuz yıl veya daha fazla süren diktatörlüklerin muhalif partilerin gerçekten ve ciddi bir biçimde örgütlenmesini engellediğini de unutmamalıyız. Bu tür ve adını müsamere demokrasisi koyduğum diktatoryal rejimlerde « Saray’ın » muhalif partileri yok değil. Hatta Mısır’da zaman zaman görüldüğü gibi bu partilerden birinin ismi « Komünist Partisi » bile olabilir, ama bunlar muhalefet partileri değil, Karagöz Hacivat oyunundaki seyircilerdir. Halk ayaklanmalarında örgütleyici ciddi ve gerçek siyasi parti yokluğu yanında eksiği en çok duyulanlardan biri de hareketin güvenliğini sağlayacak mekanizmalardan yoksunluğudur. Yani ordusunun, polisinin, silahlı güvenlik güçünün bulunmamasıdır. Kimi ülkede ordudaki belli sayıdaki subayın, polis teşkilatındaki belli sayıdaki polisin hareketin militanı veya sempatizanı olması sayesinde « işin » kotarılacağı sanıldı/sanılıyor. Portekiz’deki askeri darbe ve tarihteki birkaç istisna dışında bunun pek örneği yok. Mısır’da ve Tunus’ta ordunun genç subaylarının ayaklananlara karşı son derece sempatik davrandıklarını gördük. Çünkü onlar da toplumun birer parçası, toplumu etkileyen siyasi gelişmelerden onlar da etkileniyorlar. Subayların birçoğu ayaklananlarla akraba, aynı okullardan mezun teğmen, üstteğmen ve benzeri rütbelerdeki ilerici ve gerçek demokrasiden yana subaylar. Ama üst düzeydeki subaylar daha tutucu ve verili düzenle içli dışlı. Mısır ordusunun yatırımlarıyla ekonomide önemli etkinliği olduğunu, bu yoldan ordunun üst düzey subaylarının varolan düzenin koruyucuları olduğunu da unutmamak gerekiyor. Halklar iş, ekmek, aş istiyor. Yurttaşlarını inim inim inleten ve asla dokunulmaz sanılan ve kendini öyle gören diktatörlükleri titreten halkların ayaklanmaları son derece etkileyici. Sempatiyle bakılıyor ve destekleniyor. Ancak Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi halkların ayaklanması iktidara aday başka gruplar tarafından kullanılıyor, kullanılabilir. Diktatörlüklerde örgütlü ve silahlı kurum sadece ordu olduğu için, ordu halk ayaklanmasını sahiplenip, ona arka çıkıp, kendi iktidarını pekiştiriyor veya kendine yakın başka isimleri iktidara taşıyor ve iktidarı « uzaktan komutayla » yönetiyor. Siyasi hayat üzerinde vesayet rejimi kuruyor. Burada ordunun siyasi işleri yürütecek kadrolardan yoksun olduğunu da belirtmek gerekiyor. Dahası orduyu yönetenler siyasi işleri de üstlenmek istemiyorlar. Saati gelince sorumlulukları sivil siyasetcilere yükleyebilmek, « faturayı onlara çıkarabilmek » umuduyla siyaseti sivillere bırakıyorlar. İsimler değişiyor, belli bir zaman için umutlar yeşeriyor, ancak rejim değişmiyor. Belli bir sürede kimi işler düzetilmek istense bile toplumun temel işleyiş düzeni a’dan z’ye değiştiril(e)medeği için, yani devrim yapıl(a)madığından, halkların istekleri maalesef istek olarak kalıyor. Bu durum ne kadar sürebilir ? Ne kadar sürecek ? Tarih yeniden hızlandı. Bir kez daha. Gençler başta halklar siyasi gelişmeleri etkileme ve yöneltme güçüne sahip olduklarını ispatladılar. Ne zaman yönetme güçüne de sahip olacaklar ? Halklar kendilerine verilen sözlerin yerine getirilmemesine daha ne kadar tahammül edebilecekler ? Ayaklanmalar ne zaman devrime dönüşecek ? Bugün herkesin sorduğu sorulardan birkaçı bunlardır. NOTLAR (1) « Couscous connexion » ve adını andığım iki hırsız takımın Tunus’u nasıl yağmaladığı konusunda daha ayrıntılı bilgi için Nicolas Beau ve Catherine Graciet’nin ciddi araştırmalar sonrasında kaleme aldıkları şu kitaba bakılabilir : La régente de Carthage, main basse sur la Tunisie, La Découverte Yayınları, Paris, 2009. Kitabı edinmek zor olabilir, ama kitaptan kimi bölümleri okuyabilmek için kitabın yazarlarının çalıştığı şu siteye bir göz atılabilir : www.bakchich.info 2009’da kitabın yayınının ve dağıtımının engellenmesi, toplatılması için Leyla Trabelsi Paris’te dava açtı, Paris’te Yayınevi önünde Tunus devletinin adamları gösteri düzenlediler ama boşuna : Davası rededildi, göstericilerin sesini ise kendilerinden başkası duymadı. İlginç olan bir nokta da şu : Bin Ali’nin kaçmasından sonnra bu kitabın artık Tunus’taki kitapçılarda da okuyuculara özgürce sunulması ve kitabın ilgi toplaması. Tunuslular böylece devlet hazinesinin nasıl tam takır hale getirildiğini, bir parça ve kulaktan dolma veya gözlemleme yöntemiyle bildiklerini, belgeleriyle ve ayrıntılarıyla öğreniyorlar.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|