|
|
'Devrim olmayan devrimler'Kategori: Dünya | 0 Yorum | 12 Şubat 2011 13:52:03 17 Aralık'ta Tunus'da başlayıp, 25 Ocak'ta Mısır'a, ardından Sudan ve Yemen'e sirayet eden halk ayaklanmalarının gecikmiş bir burjuva devrimi mi, milli demokratik devrim mi yoksa sosyalist devrimin öncüsü veya kendine özgü bir halk devrimi mi olduğu tartışıladursun, diyalektik devrim - restorasyon sürecinin ibresi çoktan restorasyondan yana kaymaya başladı bile.
Aslında pek çok devrimci dinamik içermesine rağmen bir takım eksikliklerinden ötürü 'devrim olmayan devrim' (ya da pasif devrimle) ile sınırlı kalacakları baştan belliydi. Bu konudaki görüşlerimi 'kendiliğendiciliğin' sınırlarını aşamayan hareketlerin en fazla neye evrilebilecekleri, eninde sonunda neye yazgılı olduklarını' anlatmaya çalıştığım bir önceki yazımda dile getirmiştim. Yinelemekte yarar olabilir: Sınıfsal bir temele dayansa dahi açıkça 'devlet biçiminin' dönüşümünü hedeflemeyen, bu yönde bir siyasal projeye angaje olmayan, dahası ezilen ve baskı altındaki öteki sınıf ve grupları da bu amaç etrafında toparlayacak bir örgütsel güce (hegemonik kapasite) sahibi olmayan toplumsal kesimlerin devrim yapması, tümden imkansız sayılmasa bil, son derece güçtür. Çünkü kapitalizm altında siyasal hegemonyasını kurma ve devrim yapma yeteneğine sahip sadece iki sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Öteki toplumsal sınıf ve gruplar ancak bu ikisinin doğal müttefikleri olarak sürece katılırlar. Yoksa başlattıkları mücadele bir süre sonra ya sönümlenir ya da sistem tarafından absorbe edilir. Uzak veya yakın geçmiş bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bugün Arap siyasal coğrafyasında hüküm sürmekte olan isyanlar henüz sönümlenme noktasında değildir, ne var ki bir devrimci kopuşu gerçekleştirecek güç ve yoğunlukta da gözükmemektedir. Ayrıca, düzen tarafından soğurulma riskleri de çok yüksektir. Düzen güçlerinin eski mevzilerini hala terk etmemiş olmaları, dahası yeni mevziler kazanma konusunda gösterdikleri gayret de bunu doğrulamaktadır. Öyle ki Tunus ve Mısır yanı sıra isyanın yansıdığı ya da yansıma olasılığı olan öteki Arap ülkelerinde hükümetler şimdiden kollarını sıvamış durumdadır. Kimi, uygulanmakta olan ekonomik ve sosyal politikalardan çark etmeye başlamış, kimi de acil reform paketleri hazırlamaya girişmiştir. Arap dünyasında taşların yerinden oynadığı, tıpkı Latin Amerika'da olduğu gibi bu coğrafyada da artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesindir. Kesin olan bir başka şey de, milli demokratik devrimler dahil burjuva devrimler çağının çoktan kapandığıdır. Buna küresel kapitalizmin ne ekonomi politiği ne de jeopolitiği elverir durumdadır. Sosyalist devrimler çağına girilmiştir. Bundan devrimin an meselesi olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü kapitalizm, üretici güçleri devrimcileştirme potansiyelini tamamen tükettiği gerçeğiyle yüzleşmeden kolay kolay tarih sahnesinden çekilmeyecektir. Ve bu yüzleşme, ancak yeni aktörler sahneye çıktığında ve yeni toplumsal biçimler filizlenmeye başladığında gerçekleşecektir. O ana kadar da 'eski şişeye doldurulmuş yeni şaraplar' ile 'yeni şişeye doldurulmuş eski şaraplar' ile idare edeceğiz. ******* Sistem neredeyse yüzyıldır bu tür ambalaj ve etiket yenileme taktikleriyle iş görüyor. Bunun için de 'karşı devrim ve 'pasif devrim' gibi siyaset tekniklerini kullanıyor. Arap dünyasının 'ilerici Sezarist' (Burgiba ve Nasır iktidarları gibi) ve 'gerici Sezarist' (bin Ali ve Mübarek iktidarları gibi) rejimler arasında gidip gelmesi buna bir örnektir. Bu teknolojinin son ürünü ise 'ılımlı islam'dır. Bir 'pasif devrim' türü olan bu model halihazırda Türkiye'de test edilmiş ve geçerliliği anlaşıldıktan sonra şimdi başka adreslere postalanmak üzere raflara dizilmiştir. Türkiye'nin model ülke olduğu söylencesi bu anlamda dayanaksız değildir. Mısır'da hükümetle müzakereye oturan/oturmaya ikna edilen Müslüman Kardeşler örgütü temsilcilerinin son günlerde yürütmeye başladıkları halkla ilişkiler faaliyeti (örneğin Abdulgaffar'ın Türkiye televizyonlarındaki 'ılımlı' mesajları) tamamen bu yöndedir. Eğer önümüzdeki günlerde Arap dünyasında halkın bir kısım taleplerini de dikkate alan bir restorasyon (demokratik reform) süreci başlar ve 'devrim' rüzgarı tersine esmeye başlarsa kimse şaşırmamalıdır. Çünkü bu tür reformlar, Arap hakim sınıfları ve işbirlikçisi oldukları emperyalist odaklar için asla bir taviz değil, düzenin sigorta poliçesi niteliğindedir. Siyasal bilinç düzeyi düşük ve deneyimsiz Arap halkı da primleri güle oynaya ödeyecektir; aynen bizimkilerin ödediği gibi, hiç kuşkunuz olmasın. ****** Kitlesel dinamizmi soğurup, devrim tehlikesini bertaraf etmede son derece etkili olan 'pasif devrim' (Gramsci bu kavramı 'devrim olmayan devrim' veya 'restorasyon' ile eş anlamlı olarak kullanmakta), burjuvazinin başlıca mevzi savaşlarından biridir. Bugüne kadar gerek Batı'da gerekse Doğu'da pek çok devrimci durumda kullanılmış ve kapitalist devleti konsolide edip, burjuva toplumsal ilişkiler yeniden üretmede oldukça başarılı olmuştur. Farklı uğrakları ve farklı biçimleri olan 'pasif devrim' sürecinin başlangıcı, burjuva devletinin kuruluş dönemi olan 19. yüzyıldır. 1848 devrimci ayaklanmaları ile 1871 Paris Komünü deneyiminin yarattığı ürküntüyle Batı burjuvazisi bağımlı sınıfların bir takım hak ve taleplerini dikkate alan anayasal reformlar yapmak zorunda kalmıştır. İkinci uğrak, I. Dünya Şavası sonrası dönemdir. Bir yandan savaşın tetiklediği toplumsal alt üst oluşların öte yandan Ekim Devrimi'nin saldığı korkunun etkisiyle burjuvazi, daha geniş ölçekli ve kapsamlı 'demokratikleştirmelere' ihtiyaç duymuştur. Gramsci'ye göre Taylorist-Fordist iş süreçleri ve ilişki biçimleri 'pasif devrim'in başta gelen bileşenlerindendir. Hatta ona kalırsa faşizmin kendisi bile kapitalist restorasyonu gerçekleştirmesi açısından 'pasif devrim' kapsamında değerlendirilebilecek bir siyasal stratejidir. Faşizm ile onun varyantları olan Bonapartist ve Sezarist rejimlerle pasif devrim arasındaki fark minördür; ilk grupta burjuvazinin pasif hegemonyası (kitlelerin gerçek ihtiyaçlarını dikkate almaması anlamında) geçerliyken, pasif devrimde aktif hegemonyası (kitlesel taleplerin soğurulması anlamında) söz konusudur. 'Pasif devrim'in üçüncü uğrağı ise, günümüz krizine bir yanıt niteliği taşıyan ve hem merkezde hem de periferide uygulamaya konan neoliberal-yeni muhafazakar restorasyon süreçleridir. Vahşi neoliberal iktisat politikalarının yarattığı tahribatı gerici-sağcı-muhafazakar özde sosyal, kültürel ve siyasal programlarla (göstermelik demokratik refomlar) telafi edip, kitleleri düzenle bütünleştirmeyi amaçlayan yeni 'pasif devrim" süreçleri', birikimi restore etmeye ve kapitalist devleti yeniden yapılandırmaya dönük bir sınıf stratejisinden başka bir şey değillerdir. 'Pasif devrim'in iki ana tipi vardır: Kitlesiz-yukardan devrim ve kitleli-halkın katılımıyla gerçekleşen demokratik devrim. İlkinde yönetici sınıfın çıkarları ve iradesi öncelikliyken, halk ayaklanmalarına karşı bir reaksiyon niteliği taşıyan ikincisinde kitlelerin bir takım talepleri de gözetilmektedir. 'İlerici restorasyon' olarak da nitelenen bu ikinci tür refomlar, aşağıdan yukarıya kitlesel mobilizasyona dayanmakla birlikte kitlelerin talepleri sonuçta egemen sınıfın çıkarlarıyla sınırlıdır. Zaten bu sınırlar aşılmışsa artık 'pasif devrim' değil, devrim söz konusudur. 'Pasif devrim', devrim ya da karşı devrimden farklı olarak bir grubun, toplumsal dokuyu bozmadan, yani mevcut sınıfsal güç ilişkilerini korumak, daha çok ona adapte olmak suretiyle düzen içinde bir takım değişiklikler yapması ve iktidara yerleşmesi sürecini anlatır. Kuşkusuz her hükümet ya da rejim değişikliği pasif devrim sayılmaz. Pasif devrimden söz edebilmek için bazı koşullar var olmalıdır: İlki, bir devrimci dönüşüm tehdidinin bulunmasıdır. İkincisi, bu tehdidi bertaraf edecek güçte kapsamlı reformların yapılmasıdır. Eğer kitlelerin bir takım taleplerini de dikkate alan reformlar yapılmış ve bunlar sayesinde kitlesel muhalefet nötralize edilip, devrimci kopuş tehlikesi ortadan kalkmışsa, pasif devrim gündemde demektir. ****** Diyalektik devrim-restorasyon sürecinin başat öğesi şimdilik (çoğu yerde) ikincisidir. Öte yandan denklem her an için değişebilir. 'Eskinin' artık varlığını sürdüremez hale geldiği, buna karşılık 'yeninin' henüz doğmadığı günümüz dünyası bir fetret devrindedir (interregnum). Öyle ki bir yanda sınıfsal çelişki ve antagonizmalar keskinleşip, sınıf içi ve sınıflar arası çatışmalar giderek yoğunlaşmakta, dolayısıyla devrimci kopuş olasılığı artmaktadır. Öte yandan söz konusu çelişkiler kendilerini sınıf diline tercüme edemeyip, toplumsal çatışmalar bir türlü sınıf pratiklerine dönüşememektedir. Kısaca yaşanan toplumsal gerilimler tamamen kapitalizmin vahşi sömürü ve yağma mekanizmalarından kaynaklandığı halde sosyal ve siyasal çatışmalar geleneksel sınıf saflaşmaları biçimini almamaktadır. Bunun yerine düzen içi çekişmeler, devlet içi kavgalar, parti içi ve partiler arası rekabet olarak somutlaşmaktadır. Sermayeyi mücadelenin asıl hedefi olmaktan çıkaran da budur. Tepkisini sermaye düzeni yerine rejime ve onun sorumlusu olarak gördükleri bir kısım devlet yöneticileri ve organlarına yöneltenler, bunlardan kurtuldukları takdirde özgürleşeceklerini sanmaktadırlar. Siyaseti sınıf mücadelesinden yalıtan bu anlayış yüzünden işçi sınıfı da siyasetin öznesi -gerçek ilerici öznesi- olarak boy göstermemektedir. Bu konuda Arap dünyası ile Türkiye arasında benzerlikler olduğu ortadadır. Nitekim nasıl bizde pek çok kesim ordu ve yargı ile laik siyasal elitlerin vesayeti sona erdiğinde bütün sorunlarının çözüleceğini sanıyorsa, Arap halkının büyük çoğunluğu da bütün kötülüklerin sorumlusu olarak gördükleri bin Ali ve Mübarek'in def olmasıyla her şeyin düzeleceğini ummaktadır. Restorasyonu devrime önceleyen bu yanlış algı sadece kitlelerin değil, bazı entellektüellerin (reformist solcu) zihninde de hakimdir. Geçen yüzyılda Fransa'da yaşanan Dreyfus olayı ile yakın zamanda gerçekleşen Tunus'lu işşiz seyyar satıcı Muhammed'in kendini yakması olayı arasında da bu açıdan benzerlikler vardır. Her iki isyan da bir devrime yol açabilecek dinamikler taşımakla birlikte sonuçta düzen içi bir harekete dönüşmüştür. Çünkü Dreyfus olayında egemen toplumsal bloğun bazı unsurları düzenden kopup, ona başkaldırdığında bu başkaldırıyı destekleyen reformist sosyalistler, demokratik reform taleplerinin ötesine geçme cesaretini sergileyememiş, Sezarist bir yönetimin iktidara gelişini engellemekle yetinmişlerdir. Aynı durum Tunus için de geçerlidir. İsyanı yönlendiren güçler (işçi sendikaları ve sol partiler) gerici bir Sezar olan bin Ali'yi ülkeyi terke zorladıktan sonra onun artıklarının tasfiyesinde diretmek ve bazı demokratik reformların yapılamasını talep etmek dışında başka radikal adımlar atmamışlardır. Mısır'daki tablo ise daha iç karartıcıdır; Müslüman Kardeşlerin devreye girmesine her hangi bir ciddi itirazda bulunmayan Mısır halkının çok daha azına razı olduğu anlaşılmaktadır. ****** Oysa egemenlerin üretici güçleri geliştirme ve halkın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldıkları, dolayısıyla sınıf hegemonyasının zayıfladığı organik kriz dönemlerinde diyalektik devrim-restorasyon süreci her iki yöne de evrilebilir. Kitleler göstermelik reformlara kanıp, buna fit olurlarsa hakim sınıflara iktidarlarını restore etme fırsatını sunmuş olurlar: Pasif devrim. Yok eğer emekçi sınıflar ağırlığını koyar ve kitlelerin ufkunu da düzenin değişmesi gerektiği yönünde genişletirlerse, bu kez hakim sınıflar için iktidarsızlaşma süreci başlamış olur: Devrim. Kapitalist mülkiyet ilişkileriyle uyumlu yeni toplumsal biçimler oluşturarak düzeni reorganize etmenin bir aracı olan 'pasif devrim', devrimin anti-tezidir. Öyleyse devrimcinin görevi, demokratik devrim-reform süreçlerine katılmak, onu desteklemek, ondan medet ummak ve sırf devrimi konuşmak değildir. Devrimcini görevi, 'anti-pasif devrim' direniş taktik ve stratejileri geliştirip, DEVRİM YAPMAKTIR.. TÜLİN ÖNGEN | Birgun.net
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|