Alman Türk, Polonyalı, Yugoslav, İtalyan, Arap... ortak bir dilde buluşmuşlar sanki: Türkçe ağırlıklı, pazara, alışverişe özgü bir dil! Anlaşmakta, pazarlıkta sorun yaşanmıyor hiç. Ispanağın ardından pırasa, havuç da girdi alışveriş çantamıza. Üç kilo elma, portakal, mandalina da. Pazarda kilo ya da tane hesabı yok, iki, üç kilo üzerinden yürüyor alışverişler.
24 Ocak, Pazartesi
Kulak çınlamam yine had safhada sinyal veriyor. Duymam da düşme de devam ediyor. Kulak, burun, boğaz doktoru da yaptığı testle bu düşüşü saptadı. Onun için üç hafta rapor verdi. Sakin olun, dinlenin, strese girmeyin, yani kafanıza bir şey takmayın, dedi ve beni eve yolladı.
Aslında sakinim bu aralar ama gerçekten sakin miyim?
Değilim aslında. Kendimi baskı altında tutuyorum yazacağım, okuyacağım... diye. Her şeye yetişmeye çalışan bir yapım var, o yüzden sakin olamıyorum ama olmalıyım artık.
25 Ocak, Salı
Mermi Uygur’un yazdıklarının hepsi başucu kitabı bana göre. Ama içlerinden biri var ki, ötekilerden biraz ayrılıyor ve beni daha çok ilgilendiriyor: İçi Dışıyla Batı’nın Kültür Dünyası (1998). Batı’yı yakından, hatta içten tanıyan birinin gözlemleri, izlenimleri, değerlendirmeleri bu kitapta yer alan denemeler. Kitabın bölüm başlarında şiirler de yer alıyor.
“İster Batılı, ister Batı’ya karşı,
ister Batı’dan hana olsun,
isterse bütün bunları umursamasın-
herkese bir çağrı denemesi bu:
kimi kulakları okşasa, kimi tırmalasa da.”
Avrupa’ya ilişkin şiirin bir bölümü şöyle:
“Denize inen çamlar dipdiri
Al-sarı kıyıyı gölgeleyen bahçeler
Dünyanın beni paylaşamadığı düşlerle
Bir sabah tam suya girecekken
Çevremde sarayımızın kızları
Bir boğa yaklaştı bize
Dayanamadık albenisine
Okşar okşarken
Sırtında buldum kendimi
Ben Finikia kralının akyüzlü incecik kızı Europa”
Bir de şu sorulara yanıt bulabilsek:
“Batılı kim
Batılı nerede
İşte Batılı
Batılı heryerde
Gönlündeki Batılıya
kafandaki Batılıya
Rastladın mı hiç
İşte Batılı
Batılı heryerde
Batılı kim
Batılı nerde”
26 Ocak, Çarşamba
Menekşe Toprak iki öykü kitabının ardından-Valizdeki Mektup (2007), Hangi Dildedir Aşk (2009)- romanıyla çıkageldi. Roman yazdığını biliyordum ve merak edip duruyordum nasıl bir şey çıkacak ortaya diye.
Temmuz Çocukları romanı Ankara- Berlin arasında geçiyor. Göçün bire bir izini sürmese de, yurtdışında yaşamak, çalışmak zorunda kalan insanların parçalanmış, yıpranmış hayatlarını kucaklıyor Menekşe. Yanlış evlilikler, Türkiye’deki akrabaların yanında ya da yatılı okullarda büyüyen çocukların iç dünyaları; anne babanın çocukları için fedakarlık yaptıklarını sanmaları, yanlışlıklar... üzerine kurulu iyi bir roman Temmuz Çocukları: Yurtdışının, göçün romanları, henüz yazılmayan hayatların romanları, yavaş yavaş ortaya çıkacak.
27 Ocak, Perşembe
“Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilemeyen yaz çocukları. En çok da temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar.”
Temmuz Çocukları romanı bir yılbaşı gecesinin Berlin ve Ankara’sından unutulmaz kesitler ve kişiler sunuyor.
2 Ocak, Cuma
“zorlu göçmen” koymuşlar dosya konusunun başlığını. Fahri Erdinç için güzel bir tanım bence. Türkiye Defteri dergisinin Mart 1975 sayısının tümün bu politik “göçmen”e ayrılmış. Şiirleri, öyküleri, romanları kucaklanmış, unutulmadığı gösterilmiş.
“1940 ile 1945 arasında yazdığı şiirlerini Şen Olasın Halep Şehri adı altında toplayan Fahri Erdinç, o dönem şiir anlayışının dışında kalmamışsa da, dönemin büyük şairleriyle aynı düzeyi koruyamamış; izlenimlerini şiir biçiminde ifade etmekten öteye geçememiştir. Bu kitabındaki şiirler; çocukluk, memleket, ölüm, Tanrı gibi temalardan ve şiirleştirilmiş izlenimlerden oluşmaktadır.”
Nâzım Hikmet etkisinden kendisini hiçbir zaman kurtaramamış ve hep onun gölgesinde kalmış. Gurbetin, politik göçmenliğin yakasına yapışıp kaldığı Fahri Erdinç’i genç şairler nereden bilecek.
29 Ocak, Cumartesi
Türk Pazarı. Aman Allahım o nasıl bir renk, ses cümbüşü öyle! Hava soğuk değildi, güneş de vardı. Sebze ve meyveler nasıl da göz alıcıydı!
Ispanaktan başladık almaya. Alman Türk, Polonyalı, Yugoslav, İtalyan, Arap... ortak bir dilde buluşmuşlar sanki: Türkçe ağırlıklı, pazara, alışverişe özgü bir dil! Anlaşmakta, pazarlıkta sorun yaşanmıyor hiç. Ispanağın ardından pırasa, havuç da girdi alışveriş çantamıza. Üç kilo elma, portakal, mandalina da. Pazarda kilo ya da tane hesabı yok, iki, üç kilo üzerinden yürüyor alışverişler. Kırmızı pancar, kara turp, kocaman bir demet maydanoz da hop çantaya! Ananas ve nar! Narsız pazardan dönülür mü hiç.
Pazardan zenginleşerek dönüyorum her zaman; renk, dil zenginliğiyle...
30 Ocak, Pazar
Yürüyüş güzergâhım değişmedi bugün de, kanal paralel, küçük bahçelerin arasından beş altı kilometre kadar yürüdüm. Hava soğuk ama ben yürüdükçe ısınıyorum.
Babam aklıma geliyor, köyde kalan mezarında tek başına.
Mezarı duruyor mu, onu da bilmiyorum ya.
Hiç ziyaret edeni olmuş mudur acaba.
Ya annem! Onun mezarı Ankara’da, babamdan çok uzakta.
Büyük ağabeyimle aralarında evler, yollar, ağaçlar ve başka mezarlar var.
Kaç yıldır annemim mezarını da ziyaret edemedim.
Peki ben nereye gömüleceğim öldüğümde? Bunu düşünecek yaşta değilim desem de, her an ölümle burun buruna gelebilirim. O zaman nereye gidecek gövdem? Bunu düşünmek acı verse de, bu da hayatın bir başka yüzü değil mi? 31 yıl oldu Berlin’e geleli. Eskiden bu tür şeyler aklıma gelmezdi, düşünmezdim. Ama düşünür oldum son zamanlarda.
Nereye gömülecekleri sorusu göçmenlerin yanıt aradıkları, çoğu zaman bulamadıkları sorulardan biridir.