|
Behçet Aysan ÖdülüKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 05 Şubat 2011 05:25:58 Hayâl Yayınları katılmış ödüle. Benim için tam bir sürpriz oldu. Olsun varsın, bazen bu tür güzel sürprizler insana müthiş bir motivasyon sağlar. Benim motivasyonum hiç eksik değildi ama biraz daha hız kazandı çalışmalarım. "Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır/ Asıl bu kalır".
10 Ocak – 16 Ocak, 2011 10 Ocak, Pazartesi Kan değerlerimin ölçümü için erkenden doktora gittim. Ben, aslında hastalık hastası, pimrikli biri değilim. Tansiyonumdaki inip çıkmalar canımı sıkmakla kalmıyor, korkutuyor da beni. Doktor, kalbimde bir sorun olmadığı için korkma diyor ama gel de onu benim iç dünyama anlat. Yaş altmışa geliyor ya, ölüm daha çok geliyor aklıma. Önümde daha çok yıllar olsun istiyorum yaşamak için, düşündüklerimi tadıyla gerçekleştirmek için. “Kanıdır, bilirim, şairin kanı Kocaman bir aşk lekesi yıkanmış eski evlerde Kanıdır, bir adam ki düşürüp elerini Önce yorgun ve asil, sonra mahzun ve ürkek Beyazı unutulmuş ortaçağ resimleri” Edip Cansever, Şairin Kanı) 11 Ocak, Salı Şaşırdım. Hiç beklemediğim için şaşırdım. Çünkü ben ödüle falan katılmamıştım. Artık ödüle falan katılmadığım için şaşırdım ya Behçet Aysan Ödülü çerçevesinde Jüride yer alan Arif Damar adına konan “Arif Damar Özel Ödülü”nün bana verilmesini. Arif Damar adına ilk kez verilen ve bir daha verilmeyecek olan bu ödüle sevindim. Hayâl Yayınları katılmış ödüle. Benim için tam bir sürpriz oldu. Olsun varsın, bazen bu tür güzel sürprizler insana müthiş bir motivasyon sağlar. Benim motivasyonum hiç eksik değildi ama biraz daha hız kazandı çalışmalarım. “Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır Asıl bu kalır” (Edip Cansever, Sonrası Kalır) 12 Ocak, Çarşamba Ödülü düşünüyorum. Ülkemizdeki saygın ve sıradan ödülleri düşünüyorum. Bunlara katılıp da ödül almak için çırpınan ve kendilerini tanıtacak bir yol olarak gördükleri ödülleri kapmak için didinip duran şairleri düşünüyorum. Ödüller, çoğu zaman dikkat çeker ve insana bir sorumluluk yükler. Pek çok şair, erken yaşlarda aldıkları ödüllerin altında ezilmiş, şiir yazamaz olmuştur. Örnekleri ad vererek sıralamaya gerek yok, bilen biliyor bu adları. Ödüller, bana göre, bir şairin yazarın çarpıcı bir yapıtına verildiği gibi, tüm yapıtlarına verilmeli. Yazdıklarının, ortaya koyduklarının tümü göz önünde bulundurulmalı. Artık ödüllere katılıp heyecanla sonucu bekleme yaşını çoktan aştım. Ödül falan düşünmeden üretmekten başka bir derdim yok. Yaptıklarımı, yazdıklarımı, ortaya koyduklarımın görülüp değerlendirilmesine ise, seviniyorum elbette. “Ne kalır ne kalır Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır On çizik, on çentik, on dudak izi Bir çay bardağında on dudak izi Aşklardan sevgilerden Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem Bir de bu kalır” (Edip Cansever, Sonrası Kalır) 13 Ocak, Perşembe İş Adamları Derneği salonu dolup taşmasa da epeyce kalabalıktı. Berlin’deki en eski gazetecilerden Olcay Başeğmez’in Zonguldak’taki çocukluğundan başlayarak gemilere düşkünlüğünü çok geç öğrendim. Çocukluğundaki gemilerin izini sürmeyi hiç bırakmamış. Gemici olmak isterken hukuk okuyan, gazetecilik yapan, şimdilerde de gençlerle çalışan Olcay, tarihe mal olmuş gemiler üzerine pek çok bilgi, belge, fotoğraf, kitap... toplamış. Onunla bu gece yaptığım söyleşide o bu gemileri anlattı, ben de Türk ve dünya şiirinden seçilmiş gemi, gemici, liman... şiirleri okudum. Cevat Çapan’la Erdal Alova’nın birlikte hazırladıkları Kaptanın Şiir Defteri seçkisindeki şiirlerden okudum iki gemi arasında soluklanırken Olcay. Bu güzel ve anlamlı etkinliği korsanlar basmadı ama izleyicilerin anıları uçup kanatlandı. Çocukluklardaki gemi imgeleri, anıları... bir bir ortaya çıktı, konuşuldu. “O sabah demir atmış bulduk Tekneyi bütün kıyılarda” (Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda) 14 Ocak, Cuma Altından nasıl kalkacağımı bilemediğim ama heyecanlanıp durduğum bir çalışmanın içinde yanıp kavruluyorum. Konu tümüyle bana çok yabancı. Elimin altındaki onca kaynağı tarayıp duruyorum. Ayşe Kilimci ile giriştiğimiz bu can alıcı, heyecan verici sözlüğün ayrıntısına girmemeyim şimdi. Hele çalışmamız bir yere kadar gelsin, ondan sonra açıklarım içeriğini. Türkiye’den belge akıyor, internetten de neler neler çıkıyor. Konu beni sürüklemeseydi, heyecanlandırmasaydı bu kapsamlı çalışmaya başlamazdım elbette. Öğrenme tutkum bana yol gösterecek bu çalışmada da. Bir okyanusa benzettiğim bu çalışma içinde yol alırken, gel de şimdi Neruda’nın “Okyanus” şirini anma: “Dalgalardan saf gövde, çizgisini yıkayan tuz, ve köklersiz uçan parlak kuş.” 15 Ocak, Cumartesi İlkin sıcak hamsi tava geldi kondu buğulu rakının, çoban salatasının, rokaların, turpların yanına. Ağzımda azgın bir Akdeniz havası horana durdu! Sonra kalamar geldi gösterişli bir biçimde. Onu da rakıya katık edip indirdim mideme. Damaklarım ve midem bayram etti! Sonra ızgara çipuralar geldi, tabaklarımızı şenlendirdi. Rakının da keyfi iyice yerine geldi böylece. Deniz burnumuzun dibindeymiş gibi bir iyot kokusu genzimi yalayıp geçti. Balıkçı motorlarının pat patları, gün batımı kızıllıkları, şafağın bulutlara tutuna tutuna ortaya çıkması... masamızda eksik değildi. Oysa dışarda yağmur yağıyordu ince ince; hiç erimeyecekmiş gibi duran kalın kar ve buz tabakaları eriyip gitti. Ayvalık çok uzaktı, bahar da; ama düşlerimizde her şey, herkes o kadar yakındı ki! “Zaman genişler ve çoğalır her yudumda. Bakarsınız bir çitlembik çevrilir camda Çok eskiden gidilmiş limanlara doğru. Ve bir zakkum kokmaya başlar, bodur, tozlu.” (Oktay Rifat, Niko’nun Kahvesi) 16 Ocak, Pazar Uzun yürüyüşlerden ne mi bekliyorum? Kolestrolumun düşmesini. Canımın sıkıntısının gitmesini. İlhan Berk, bu dünyayı hep sıkıntı olarak görmüştü. Ben, onun gibi düşünmesem de, sıkıntıların yolumu kestiğini pek âlâ görebiliyorum. Can sıkıntımın belli bir nedeni yok mu? Bir konu içimi, yüreğimi oyup durmuyor (mu?). Yazamadığım iyi kitaplara henüz başlayamadığım için sıkılmıyor muyum? Yazdıklarımı beğenmediğim için sıkılmıyor muyum? Elimden daha iyi şeyler gelmediği için canım sıkılmıyor mu? Türkiye’den, dostlarımdan uzak olduğum için bunalıp durmuyor muyum? Güneş yok, olsa bile bir görünüp bir kayboluyor, Berlin’de. Boz gök altında otuz yıldır yaşamaktan çok sıkılmadım mı? Ne diyor İlhan Berk? “gökyüzünden sıkıldım” Bu yüzden sık sık dağlara çekilir, alıp başını gider ot toplamaya. Keşke burada çekilecek dağ olsaydı! Da ben de çekilseydim!
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|