|
|
Siyasallaşmayan tarikat kaldı mı?Kategori: Türkiye | 0 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Şahin Filiz | 25 Ocak 2011 08:16:18 CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Denizli toplantısından dönerken gazetecilere yaptığı açıklamada "Siyasallaşmayan tarikatlara saygımız vardır; tarikatlar siyasetin dışında kalmalıdır... gerçekten de belli inanç gurubuna dahil insanlar bir araya gelip ortak manevi duygu yaratabiliyorlar. Buna saygı duymalıyız... Tarikat üyeleri istismar edildiklerini bilmeli. Bunu çok gördük. Holdinglerle alın teri çaldılar."
Bu açıklamalara dikkatle baktığımızda ne yazık ki birbiriyle çelişen yargılarla karşılaşırız. Kılıçdaroğlu bir yandan “siyasallaşmayan tarikatlar”ın varlığına inanıyor, diğer yandan da tarikat olgusunun, “alın terini çalan”, “ müntesiplerini istismar eden” bir yapı olduğunu söylüyor. Belli bir tarikat ismi vermediğine göre kullandığı ifade geneldir. Tüm tarikatları kastettiği açıktır. Siyasallaşmamış tarikatlara herhangi bir örnek göremediğimiz için de, “istismar” ve “alın teri hırsızlığı”nın “tarikat” fenomeniyle doğrudan ilintili olduğunu bu açıklama ortaya koymuş oluyor. Şu halde tarikat olgusu, kendi içinde bu iki etik dışı eylemi işlemeye müsait bir doğaya sahip görünüyor. Kılıçdaroğlu, siyasallaşmamış, siyasete bulaşmamış bir tarikat örneği vermediğine göre, bir yandan tarikatlara saygıdan söz ederken, diğer yandan da tabiatı “din istismarı” ve “ vatandaşın emeğini çalmaya” programlanmış birer örgüt olduklarını söylemeden edemiyor. Bu demektir ki “siyasallaşmamış hiçbir tarikat” yoktur. İNANÇ BAŞKA, TARİKAT BAŞKA ŞEYLERDİR. İnançlara saygılı olmak ile tarikatlara saygılı olmak arasında fark vardır. İnanç, yalnızca “dini” özellik taşımaz. Aynı dinde farklı inançlardan tutun, farklı dinlerdeki inançlara, oradan da hiçbir dine dayanmayan bir takım inançlara kadar gidilebilir. Laikliğin “din ve ibadet” değil de “inanç ve ibadet özgürlüğü” esprisine dayanması da bu ince nokta ile alakalıdır. Çünkü laik demek, din adamı sınıfından olmayan –herhangi bir inanca sahip ya da değil-tüm insanları anlatan bir kavramdır. Şu ya da bu grup, şu ya da bu tarikat herhangi bir dindeki inanca bağlı olabilir. Bu doğaldır. Bu inanca saygılı olmak gerekir. Ancak hiçbir grup ya da cemaat, sahip oldukları herhangi bir inancın “temsilcisi”, “buyurgan”ı ya da “tekel”i değildir. Ne var ki bir inanç, sosyolojik anlamda örgütlenmeye gittiği zaman, saygı duyulması gereken bir inanç fenomeni olmaktan çıkar; kendine saygı duyulmasını isteyen sosyal ekonomik ve siyasi bir güç haline gelir. İşte tam bu noktada sade inançla, örgütlenmiş inanç arasındaki keskin fark ortaya çıkar. İSLAM’DA TARİKATLAR NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI? Şu konunun altını çizelim: İslamiyet, kabile, aşiret ve etnik örgütlenmeye dayalı inanç ve davranış geleneğini sürdüren İslam öncesi Arap toplum yapısını ortadan kaldırmaya çalıştı. O dönemdeki Araplar da şu ya da bu şekilde bir inanca sahiptiler. En azından, Kuran’da o dönemden beri bilinen “Allah” kavramına inanıyorlardı. Ancak bu inançları, bireysel özgürlükleri ile tercih ettikleri bir şey değildi. Her kabilenin reisleri “Allah”a kendilerini ulaştırabilecek putlara tapınılmasını buyurmuşlar; her kabile üyesi de kendi kabilesinin bağlı olduğu o putla Allah’a ulaşılabildiğinden kuşku duymamıştı. Örgütlü “inan”dan kastımız budur. İslamiyet, dindarlığı bireylerin kendi iç dünyasına ve özgür seçimlerine bırakmış; imanın sosyolojik bir olgu değil, mistik bir haz olduğunu belirlemişti. “Müftüler fetva verseler de sen yine de kalbine danış”, “ insanın yapıp-etmeleri niyetine göredir”, “ Allah katında en değerliniz, en titiz dindar (takvalı) olanınızdır” gibi birçok ayet ve hadisler, toplumsal ve örgütlü dindarlık olgusundan çok, bireysel ve derinlikli bir dindarlık modelini teşvik etmektedir. Bu model, İslam uygarlığının gerilemeye, Batı uygarlığının ise ilerlemeye başladığı 12. yüzyıla kadar -kesintili, ağır-aksak da olsa- yaşamını sürdürdü. Sufizm yani mistik dindarlık, Türk din felsefesinin de özünü oluşturuyordu. Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve daha niceleri, sufi idiler ve herhangi bir tarikatları yoktu. Kendi adlarına kurulan tarikatlar, dindarlığın bireysel doğasını ortadan kaldırdığı gibi, inancı örgütlenmiş bir sosyolojik olguya dönüştürdüler. İşte tarikatlar sosyolojik yönü ağır basan; içinde inanç da barındıran örgütlerdir. Ama inanç, sosyal ve siyasal sembol ve gösterişlere endekslenmiştir. İslam dünyasındaki tasavvuf ya da sufi hareketleri üçe ayırabiliriz: Selefi Tasavvuf Sünni Tasavvuf Felsefi Tasavvuf Selefi tasavvuf ya da sufilik, Mukatil b. Süleyman (ö. 767) ile başlar, Muhammed b. Kerram (ö.868), İmam Malik (ö. 795) ile doruğa ulaşır. Şiilik ve Kerramiliğin bunda etkisi olmuştur. Antropomorfik (insanbiçimci) bir sufiliktir. Sünni tasavvuf, Ehl-i Beyt çevresinde ve Cafer-i Sadık (ö. 765) ile başlar. Gazali(ö. 1111) ile zirveye ulaşır. Bu da akıl ile vahyi uzlaştırmaya çalışır. Felsefi tasavvuf ise, Bayezid-i Bistami (ö. 874), Hallac-ı Mansur (ö. 921), Nifferi (ö. 962), Türk filozofu Farabi (ö. 951), Sühreverdi Maktul (ö. 1191) ve Muhyiddin-i Arabi (ö. 1240) tarafından temsil edilmiştir. Üç farklı sufilik de 12. yüzyıldan sonra tarikatlaşmaya başlamıştır. Ancak felsefi sufilik dışında diğer ikisi, insanı ve inancı ihmal edip onu sosyal ve siyasal örgütlenmenin aracı haline getirmiştir. Hümanizma körelmiş; mevcut siyasetin rejimini biçimlendirebilecek siyasal ve ekonomik güce erişmişlerdir. Felsefi sufilik ise, Anadolu insanına özgü özgürlükçü, bireysel ve sade bir Türk tarzı dindarlık olarak varlığını bu güne dek sürdürmüştür. Sürdürmüştür ama tarikatlaşmadığı için elinde hiçbir dinsel-siyasal güç olmamıştır. Selçuklu ve Osmanlı’daki tarikatlar her türlü ekonomik ve siyasal güce sahipken, “Felsefi sufiliğin” bireysel ve doğal savunma refleksinden başka hiçbir gücü olmamıştır. Felsefi sufilik ya da tasavvuf, insan ve Allah sevgisiyle meşgul olurken, tarikatlaşan diğer tasavvuf yorumları hem siyasal ve ekonomik gücü, hem de “saygı”yı hak ede gelmişlerdir. Bu günkü durum da dünün uzantısından başka bir şey değildir. TARİKATLAR İNANÇ MÜMESSİLLERİ DEĞİLDİR Dünyada ve ülkemizde tüm dinlere ait çeşitli tarikatların varlığı bir gerçektir. Örneğin ABD’de “Unification Movement” (Birleşik Hareket) ya da diğer adıyla “Unification Church” (Birleşik Kilise), bizde hem içerik hem de teşkilatlanma yapısı bakımından ona çok benzeyen Fethullah Gülen Hareketi bunlara ilişkin örneklerdendir. (Aralarındaki benzerliği ayrı bir yazıda ele almak gerekir). Bununla birlikte bu ve benzeri hiçbir tarikat ya da cemaat, Hristiyanlığın veya İslamiyet’in temsilcisi değildir. Böyle düşünmek dinlerin doğasına aykırıdır. Felsefeyi “şeytan işi gören”, felsefe şakirdlerini, şeytanın en zelil tabileri kabul eden” hiçbir tarikat veya cemaat, insana, onun düşüncesine, farklı inanç ve ibadetine saygı göstermeyi aklından bile geçirmez. Bu türlü tarikatların en büyük hedefi, insanlar arasındaki farklılıkları, benzersizlikleri, zengin ve çeşitli inanç ve davranışları türdeş hale getirmek; aynileştirmek olduğuna göre, burada inanç değil, sosyolojik ve siyasal hiyerarşik düzen söz konusudur. Oysa dinlerden her biri kendi içinde bile çok farklı mezhep, meşrep ve yollarla ayrılmıştır. Tarikat yol demekse, hakikate giden tek bir değil, binlerce yol var demektir. Her biri ayrı ayrı saygıyı hak ediyor demektir. Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi, uluslaşmaya dayanır. Uluslaşmak, bireyleşmek demektir. Kitle ve yığınları temsilen birkaç dini liderin değil, her bir yurttaşın özgür tercihleri önemlidir. Atatürk’ün Cumhuriyet ve ona bağlı olarak demokrasi ideali, aşiret ve tarikat yapılanmalarındaki blok halinde türdeş ve yönlendirilmiş tercihlere değil, bireysel ve özgürlükçü inançlara ve tercihlere önem verir. TARİKATLARA SAYGI DUYMAK NE DEMEKTİR? Tarikatlara saygı duymak, İslamiyet’in bünyesindeki farklı inançlara saygı duymakla aynı değildir. Siz tarikatlara saygı duyarsınız ama tarikatlar size saygı duymayacaklardır. Her biri, siyaset arenasında, müntesiplerini bloke etmiş vaziyettedir. Soruni müntesiplerin aydınlatılmasıdır. 12. Yüzyılda tüm fikir ve inanç zenginliğiyle İslam uygarlığını kuran felsefi sufilik, bu yüzyıldan sonra dine dayalı siyasetin muktedir olmasını sağlamış tek sesli inanç grupları yani tarikatlar tarafından tarihe gömülmüştür. Ne ki Cumhuriyetle birlikte felsefi dindarlık laikliğin sayesinde yeniden hayat bulmaya başladı ise de, Sünni tarikatların güçlenmesi, hem İslamiyet’teki farklı yorumları hem de bireysel tutuma fırsat tanıyan özgürlükçü din felsefesinin önünü tıkamıştır. Anadolu Müslümanlığı, bu felsefi mirastan yoksun kalınca, her siyasi partinin “saygı ve selamlarını” gönderdiği tek tip dindarlığın mümessili olduğunu kabul ettiren tarikatlar, siyaseti önce etkilemeye sonra da belirlemeye başlamışlardır. TARİKATLAR SİYASET MERKEZİ OLMUŞLARDIR Artık günümüz Türkiyesinde “siyasallaşmamış tarikat”tan bahsetmek, “siyaset yapmayan siyasetçi”den bahsetmekle eş anlamlıdır. Önceleri partilere, verecekleri milletvekili kontentanjanlarının sayısına göre destek veren tarikatlar, son 20 yıldır kontenjanlarını kendileri belirlemeye başlamış; hatta partilerin siyasi programlarını yönlendirebilecek güce ulaşmışlardır. Devletin pek çok birimlerinde, basın-yayında, emniyet, yargı, TSK ve diğer pek çok kurumlarda tarikat örgütlenmesinden yakınılırken, siyasallaşmamış bir tarikat aramak, doğru bir siyasi manevra değildir. Atatürk’ün kurduğu bir parti, tarikatları da aydınlatmak görevini yüklenmek zorundadır. Çünkü tarikatlardan hiç birisi-en azından günümüz Türkiye’sinde- siyasallaşmamış değildir. Hepsi de siyasetin tam göbeğindedir ve üstüne üstlük, siyaseti imanın ilk şartı haline getirmişlerdir. Bu sosyolojik yapıya bağlı insanlarımıza birileri din ile siyaseti birbirine karıştırmamaları gerektiğini anlatmalıdır. O da CHP’dir. Sen “saygı” duyarsan, ben “saygı” duyarsam bu karanlığı kim aydınlatacak?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|