Kanal boyunda yürüdüm, yürüdüm ölümü ve yaşamı düşünerek, rengârenk yaprak denizine dalıp giderek... mavnalar geçiyordu yüklenirini zor taşıyarak... kuşlar çığlık çığlığa bir şeylerden kaçıyorlardı ya da bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Bulutlar köpürüp duruyordu başımın üstünde. İçimde derecesiz bir hüzün, acı, sıkıntı... Şiire dökemediğim ne çok görüntü ve duygu seli içimi oyup duruyordu. Gözlerime yaş doldu.
8 Kasım, Pazartesi
Bu hafta da evdeyim, raporlu. Gücüm yok okula gidecek. Kendimle kalmalıyım, bir başıma. Uzanıp kalıyorum televizyonun karşısındaki divana, uyukluyorum haberlere bakarken. Kitap okurken de uykum geliyor. Yatağa girince, uyku falan kalmıyor. Tekrar oturma odası. Pencereden giren sokak lambasının ölgün ışığı. Geçmişime sokuluyorum elimde kalem kâğıtla. Bilinçaltımın tozunu almaya çalışıyorum. Bir şeyler buluyorum işime yarayacak.
9 Kasım, Salı
Dün geceden iki şiir: “Sesin” ve “Yarın”:
“Ekşi, bulanık, kapkara, lanetli bir akşam
Düşününce bulunamayan çare, yare”.
“Kırık bir camın kırk düğüm kalbi
Uzanıp seni öpesim geldi gurbet”
10 Kasım, Çarşamba
Rilke’nin Bütün Hikâyeleri (İthaki yayınları, 2006) dilimize çevrilmiş ve bundan benim hiç haberim olmamış. Üzüldüm. Kütüphanede gözüme çarptı kitap ve hemen kaptım bu hacimli (40 sayfalık) kitabı. “Kalem ve Kılıç” ilk bölüm.
“Bir odanın köşesinde bir kılıç duruyordu.” “Orada, masanın üzerinde , mürekkep hokkasına tembelce yaslanmış; parıldayan silahın haşmeti karşısında eğilmeyi bir an olsun aklından bile geçirmeyen bir kalem duruyordu. Kılıç, kalemin bu haline öfkelendi”...
Rilke’nin şiir yüklü öyküleri beni çok sardı. Kalem, her zaman kılıçtan keskindir ve bunu kılıç anlıyor ya, bu bile iyi bir şeydir!
11Kasım, Perşembe
İşte yıllar önce okuduğum ve bir daha okumak isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım Malte Lauridis Brigge’nin Notları, elimde. Behçet Necatigil’in o enfes, unutulmaz çevirisi... Kitabın ilk cümlesini kim unutabilir ki?
“DEMEK buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğrusu.”
Sokağa çıkınca ne görülür? “hastaneler.” Görme de öğrenilir ve bu kitap biraz da bunu sağlıyor okuyanlara: “Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere.”
Benim için Rike okumak tam bir bayram armağanı ve sevinci olacak. Yalnızlığımı alıp götürecek mi, yoksa daha da mı büyütecek, göreceğim. Ama şurası kesin ki, bana iyi bir arkadaş olacak Rilke.
12 Kasım, Cuma
Sabahattin Ali’nin Berlin’i yazımı bitirdim. Onunla birlikte Berlin’i adım adım gezip dolaştım.
Bugünün Berlin’ini değil elbette 1928-1930’lu yılların Berlin’ini. Sanatçı kahvelerini, barları, lokantaları ve travestilerin toplandığı yerleri; Hayvanat ve Bitki Bahçesini... gezdik defalarca. Maria Puder’in yaşadığı Lützow Sokağını adımladık. Tiergarten semtine sürtünüp geçen kanal kenarında yürüdük uzu uzun. Raif Efendi (Kürk Mantolu Madonna’nın erkek kahramanı) çekingenliğini yenip açılıp duruyordu sevdiği kadına, Maria Puder’e. Sabunculuk eğitimine boş vermişti, aslında her şeye boş vermişti sevdiği kadının dışında.
Havran’a gitmeyi ve sabun tüccarı olmayı istemiyordu ama babası ölünce apar topar memlekete döner. Sıcak, içten mektuplaşmaların arkası gelmez, tıkanır ve evlenip silik bir çevirmen olur Raif Efendi. Berlin’deyken bunları, geleceğini, bilemez elbette. Berlin o günden bu gün ne çok değişti. Üstünden 2. Dünya Savaşı’nın zulmü, kıyımı, yıkımı ... geçti.
Sabahattin Ali’nin ruhu arada bir uğruyor mudur acaba Berlin’e?
13 Kasım, Cumartesi
Kanal boyunda yürüdüm, yürüdüm ölümü ve yaşamı düşünerek, rengârenk yaprak denizine dalıp giderek... mavnalar geçiyordu yüklenirini zor taşıyarak... kuşlar çığlık çığlığa bir şeylerden kaçıyorlardı ya da bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Bulutlar köpürüp duruyordu başımın üstünde. İçimde derecesiz bir hüzün, acı, sıkıntı... Şiire dökemediğim ne çok görüntü ve duygu seli içimi oyup duruyordu. Gözlerime yaş doldu.
Benim çocukluğum oldu mu acaba, diye düşündüm.
Ya gençliğim?
Gurbetin neresinde benim gençliğim, geleceğim? İçimde şiir fırtınaları...
14 Kasım, Pazar
Rilke’nin şu dizeleri beni bütün gün meşgul etti: “
Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki. Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu, mümkünse uzun bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı, ve sonra, tamamen sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar sanıldığı gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir.”
Ve şu can alıcı cümle!
“Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli...”
ve dünyayı kavramadan şiir yazılamayacağını imleyen cümleler, cümleler...