|
|
Keşke Başbakanımız bizim bu toprağin İbiş'i olabilseydi!Kategori: Söyleşiler | Makaleler | 0 Yorum | Yazan: Haberci | 21 Ağustos 2010 13:45:15 Tulûat tiyatrosu dediğimiz, doğaçlama, metin olmaksızın içten geldiği gibi (irticalen), zihninizde o an uyanan şeyleri dillendirerek oynanan oyundur. Bugünkü yaygın kullanımı 'doğaçlama'dır. Tulûat teknik bir terimdir, her tiyatroda tulûat yapılabilir, hatta metne bağlı kalınmadığında 'tulûat yapma' derler.
Sahneye çıkan bir ya da iki kişi önceden bir metin olmaksızın laf salatası dediğimiz laf yarışına girişir, ama en çok uygulanan tulûat yöntemi, metni olan bir oyun içinde usta sanatçılar gelişigüzel güya kendince replikleriyle oyuna katkıda (!) bulunur. Geleneksel oyunlarımızdan kabul edilir, ki, şimdi ben burada bu kabulu eleştiriyor, geleneksel oyunlarımızdan farz edilir iddiasında bulunacağım. KARAGÖZ : Karagöz, malum, hayali bir perdede oynanır ve neredeyse sinema öncesi sinema kadar etkili ve yaygındır. TRT’deki çocuksu Karagöz oyunlarının gerçek Karagöz’le hiçbir ilişkisi yoktur, dili çok acımasızdır, argodan küfüre amansız özgürlükçü dili, batının basın hürriyetini hiç bilmediği yıllarda ağzının suyunu akıtmıştır. Dramatik yapısı diyalogları müziği her şeyiyle muhteşemdir, şu kadarını söyleyelim, bugün dahi bana mısın demeyen en özgürlükçü TV’ler gerçek bir Karagöz oyunu oynamaya çekinir. MEDDAH : Bir başka geleneksel oyuncumuz Meddah’tır, Meddah hikaye anlatıcısı demek, günümüzde hiçbir örneği yoktur, Erol Günaydın büyük oyuncudur ama Meddah’lık denemesi basittir ve gerçek Meddah’lıkla hiç alakası yoktur. Meddahlar uzun hikayeler anlatır ve uzun kış geceleri bu hikayeler saatler sürer ve arkası yarın gibi dizi gibi kaldığı yerde bırakılıp yarın devam edilir. Elimizde bulunan gerçek beş-on meddah hikayesi edebi değer açısından eşsizdir ve Tanzimat sonrası roman ve hikayeciliğimizde bu denli yüksek eserler bulmanız zordur. Ulaşabilmeniz açısından bir kısa meddah hikayesi söyleyeyim, ünlü yazarımız Kemal Tahir’in ilk hikayeleri olan Göl İnsanları’nın sonunda Fermanlı Hoca hikayesi sizi şaşırtacaktır. ORTA OYUNU : Bir diğer geleneksel oyunumuz meşhur Orta Oyunu’dur. Tam bir halk oyunu. Orta Oyunu, halkın sokağın ortasında oynanır. Karagöz gibi Orta Oyunu da halkımız tarafından çok sevilmiştir. Perde sahne yoktur, sokağın önüne diyelim Kapalıçarşı önüne bir paravan koyulur ve halk halka (daire) oluşturarak izler. Baş oyuncu meşhur Kavuklu’dur. Ama asıl önemlisi Orta Oyunu bir İstanbul Oyunu’dur. İstanbul’da yaşayan Ermeni, Arap, Yahudi, Çingene, Arnavut, Tatar, Çelebi, Laz, Kürt, Acem, Kastamonulu, Zeybek… aklınıza gelen her kültür şiveleriyle giysileriyle orta oyununda görülür. Birbirlerinin diliyle giyimleriyle dalga geçilir, eğlenilir ve bir nevi kültür çatışmalarının gazı Orta Oyunu’nda ‘eğlenilerek’ alınır. İstanbul’un insan çeşitliliği Orta Oyunu’nun ana malzemesidir ve henüz New York, Londra, Paris kozmopolit ya da çok renkli olmadan, İstanbul gerçek bir insanlık sahnesiydi.. Bugün İstanbul’a göz kamaştırıcı, diyelim Paris’in Eyfel, Amerika’nın Özgürlük Heykeli gibi bir dev heykel dikilecekse, bu mutlaka Kavuklu’nun heykeli olmalı, çünkü, Kavuklu, İstanbul’dur. Ancak Karagöz gibi çok küfürlü argo bir dili vardı ve batıya yönelen aydınlarımız Orta Oyunu’ndan utanmaya başladılar, şaşıracaksınız utananlar arasında Ziya Gökalp, Namık Kemaller vardı.. Çünkü batıdan çok güçlü Molliere’in, Şekspir’in eserleri geliyordu.. Sahnemiz değişiyor, karakterlerimiz değişiyor, diyaloglarımız değişiyordu.. TULÛAT TİYATROSU : Geleneksel oyunumuzdur diye iddia edilen bir de Tulûat Tiyatromuz vardı, ama neydi bu tiyatro? Orta Oyunu, Meddahlık ya da Karagöz’ün asırlardır sürüp gelen geleneği vardı, ama Tulûat Tanzimat çıkışlıdır, yani, doğulu olmaktan utanmaya başlayıp yüzümüzü batıya çevirdiğimiz yüzelli yıl önce, yani çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Halk diliyle söylersek arada derede kaldığımız bir devrin ürünüdür. Ve unutmayın tüm tarihinde dışarıdan gelen hiçbir şeyi oynamaya yaşamaya alışmamış bir halk ilk defa dışarıdan yazılan oyunların oyuncusu sahneleyicisi oluyordu.. Bence ülkemizin Anayasa, Ergenekon vs. tartışmalarını zınk diye durdurup hep birlikte incelememiz gereken Tulûat Oyunu’dur.. Bu oyunun bir ‘metni’ yoktu.. Yani oyuncular sahneye çıkıp kendi aralarında önceden belirlenmemiş laf çakma laf yetiştirme yarışına gidiyordu.. 19. yüzyılda yeni gelişen matbaa hayatımızı ince ince didikleyin içi boş salata tabir edilen yazılar makaleler gırla gitmektedir, bir nevi laf döndürmek sallamak eften püften konuları uzattıkça uzatmak o yüzyılın karakteriydi, belki de sert bir mutlak iktidarın korkusu bu kadar boş lafla gazete dergi çıkartmaya zorluyordu yazarları. Ya da tulûat her oyunu melezleştiriyor muydu? Yani bir batılı oyun sahnede oynanıyor ama oyuncular oyun metninde olmayan diyalogları sahnede o an akıllarına geldikçe dillendiriyor. Başkalarının öncelikle yabancı eserleri değiştirmek kısaltmak keyfince oynamak çağın en büyük bayağılıkları arasındaydı ve bunları yapan insanlar büyük sanatçılar diye hürmet görüyordu, kim bilir o yıllarda halkımız ‘sahneye’ kim çıkıyorsa ‘büyük’ diyordu, değişen bir şey yok. Tulûat oyununu bilmeden Türkiye’nin aydını ve halkı doğu-batı çatışmasını ya da ülkemizin en derin korkularını ya da ülkemizin bambaşka bir medeniyet dairesine hangi duygularla girmeye çalıştığını anlayamaz, baştan sağma, yalancılık, bozuk ahlak, her şeyi söyleyebiliriz, belki de mutlak iktidarın yavan sosyal hayatını kırmak için sahnede olmak bir sevinçti, eseri oyunculuğu dramatik yapıyı düşünmek fazlasıyla lükstü.. Bugün tek kişilik yapılan gösteriye iki kişi çıkıp birbirleriyle metinsiz o an gelişen hikaye içinde laf yarışına girişiliyordu, ya da tulûat oyunu için en genel geçer olan şey, bir oyun oynanırken oyuncular araya kendi özel yetenekleriyle kendi diyaloglarını sıkıştırıyordu, işte bu tulûatcılık büyük usta sanatçılık diye hala övüle övüle bitirilemez.. Okullarda okutulan ya da Ferhan Şensoylar’ın yapmaya çalıştığı da bu.. Şüphesiz tulûat için yani sahnede irticalen yani düşünmeden bir şeyler söylemek oyunculuğun ustalığıyla alakalı, bugün dahi anı biyografi yazmaya çalışan ya da tiyatro hayatını özetlemeye çalışan her sanatçı ‘tulûatcılardan’ ve tulûat yapabilen oyunculardan hayranlıkla söz eder. METNİN DIŞINA ÇIKMA Şimdi konumuza girelim.. Tulûat tiyatrosu Tanzimat’la yani yüzümüzü batıya resmen fermanla dönmemizden sonra başladı.. Evimizdeki perdeden masalara, pantolonumuza kadar asayiş ve ticari yasalara kadar her şeyimiz batıdan geldiği gibi hayatımıza giriyordu. Tiyatro da… Bahsimizi yavaş yavaş açalım. Batıdan gelen büyük eserleri büyük en yüksek sanat anlayışıyla sahneye koyarken hangi duyguyla bu sanat eserinin arasına kişisel özel laflar sokuşturmaya başladık. Yabancı oyunları çok soğuk donuk bulup sıkıldığımız için mi, o zaman batılı eseri niçin sahneye koyuyoruz, anlaşılan o ki bir medeniyet baskısı, batıya dönük geri dönülmez bir çekim var, mecburuz koymaya, anlamaya, oynamaya, ama bir milli benlik iddiamız da var. Sahneleyelim ama araya kendi tiyatromuzu da sıkıştıralım, mı, demek istedik. Çünkü halkımız Karagöz ya da Orta Oyunu gibi bize ait fıkraları nükteleri laf çakmaları daha çok beğeniyor, ya da henüz batılı sahne terbiyesi oluşmamış.. Başka olanı yadırgıyor.. Bu, metnin dışına çıkma, ülkemizdeki mektepli alaylı tüm oyuncuların hastalığıdır. İlk gençlik yıllarım Devlet Tiyatroları’nın 1975’den 1990’lı yıllara kadar hemen her oyununu izleyerek geçti ve devlet tiyatrosunda adı meşhur Mahir Canova gibi Erol Kardeseci gibi birçok oyuncu sahnede ‘tulûat’a başlardı. Hatta kurum içi eleştirileri dahi hatta birbirlerinin oyunculuklarıyla bile dalga geçer eğlenirlerdi, gerçi halk, bu sözlerin ‘oyunun’ gerçek parçası olduğunu sanırdı, değil.. Oyuncu, kendine verilen rolü kusursuz oynayandır, oyuncu, hiçbir zaman kendisine verilmemiş söylenmemiş ve metinde yazılmayan ve yönetmenin söylemediği bir şeyi yapamaz. Ama yaptılar, yaptık ve doymadık ve hatta bu bizim geleneksel Tulûat Tiyatromuz’dur diye bahanelere sığındık, çünkü hala ‘güzel söz’ün ne olduğunu bilmiyoruz, akıcı seri oyalayıcı her konuşma güzel midir, ya da bir büyük sanat eserinin bir tek repliği tek başına bir şey ifade etmez ama o eser içinde en temel yapı taşı vazifesi görür.. Tarih taşıyan tarihi olan her şeyin kutsanması hastalığı doğudan dünyaya yayılmıştır, bugün Şam’da Urfa’da Bağdat’ta Topkapı Sarayı’nda demir, kılıç, çubuk, tahta, her şey önce kutsal kitapların hikayeleriyle yalan yanlış irtibatlandırılmış sonra tarihi eser diye müzelenmiştir, tulûat tiyatrosu da buna benzer. Ruhumuzu sinsice kemiren derin bir şeyler olmasaydı, batılı eserleri bu kadar bozmak bu kadar araya laf salatası sokma gayretine girmezdik, bunun bir toplumun karakteriyle ilgili derin ruhsal sebepleri olmalı.. Bunun dört açıklaması olabilir, birincisi, başka bir karaktere girmek oyuncunun ağrına gidiyordu ve kişiliğini öne çıkartmak istiyor, yani kendini göstermek istiyordu. İkincisi, halkımız, kendisine sunulan batılı karakterlerin ruhuna nüfuz edemiyor, onların heyecanları aşkları diyaloglarından sıkılıyor ve sahnede kendine dair birkaç laf arıyordu.. Üçüncü bir açıklaması, ki, bugün ileri sürülen en büyük bahane budur, oyunu güncelleme isteği, yani, diyelim bugün büyük bir siyasi hadise oldu, akşama da oyun var, oyun ise çok önceden yazılmış, olsun, oyunun arasına oyuncular, bugünün siyasi havasına göre espriler taşlamalar yapabilir, ki, Tulûatcıları en çok mecbur eden de buydu.. Dördüncüsü, oyunun methini ve metnini çok beğenip sahneledik ama seyirci sıkılmaya başladı, sıkılmış seyirciyi oyundan kopartmamak için sahnede aralara olur olmaz espriler şarlatanlıklar laf çakmalar yerleştirip oyunu şenlendirelim. Bir ilave açıklama daha yapalım, bize ait olanın şamatası bizi çok eğlendiriyor. Diyelim, batılı bir oyunun içinde birkaç oyuncu tulûat yaptı ve salon gülmekten yıkıldı. İşte o an, oyuncuların içinde bir fırtına kopuyor, şöyle, bir lokantaya gider ve menüden Fransızca isimli bir yemek söylersiniz ama garson anlamaz, bir daha zorlarsınız yine anlamaz, bu sefer biraz da kızarak getir şurdan bir kuru fasulye der gibi.. TRT’de Dallas oynarken, biri çıkıyor ve kaldırın ulan Dallas’ı koyun yerine Malkaçoğlu’nu der gibi, bize ait şamata bizi vecd haline sokup, sahneyi oynadığımızı unutup, kendi ev içi mahrem dünyamıza giriyoruz. Süveyş Savaşı’nda Falih Rıfkı anlatır, askerlerimiz İngiliz askerlerini esir alıp onların kısa pantolonlarını giymiştir, Falih Rıfkı hiç yakışmaz bol kıllı bacaklı Türk erkeğine der, ancak askerlerimiz başkalarının kılığına girmek için değil, onları giyip eğlenmek için.. En ciddi en saygın batılı eserler karşısında dahi oyuncularımız tulûata sığınarak şamatacığını sürdürmüştür, bu yüzden batıdan ilk gelen şeyleri önce nasıl karşıladığımız tüm romanlarımızın ana malzemesi olmuştur. Batılı bir oyun batılı bir projedir, hem batılı bu oyunu oynamak istiyorum hem de oynarken araya kendi ‘repliklerimi’ sokacağım, işte Tulûat Tiyatrosu’nun psikoloji bu.. Yoksa o büyük dünya eserlerine hayranlık duyarken aslında itiraf etmediğimiz, zehirli acılı bir tarafı olduğunu seziyor, araya kendimizi koyarak eseri kendimizce yeniden inşa ediyoruz.. Ancak oyun kendi oyununsa, yani, yazan yerli oynayan yerliyse, sahnede istediğin düzeltmeleri yapma hakkın var, Şekspir’in eserleri dört yüz yıl oynaya oynaya yerleşti.. Yani oyun oynandıkça yeni diyaloglar yeni çıkartmalarla tamamlanmamış bir heykel gibi sahnede yıllar içinde şekillenmiştir, ancak bu güncellemeyi İngiliz Tiyatro Geleneği kendisi yapmıştır, Çin’de oynanan Şekspir oyunları değerlendirilerek değil.. Tulûat Tiyatrosu gerçekten ‘geleneksel bir tiyatro mudur?’ yoksa 19. yüzyılın bir medeniyet krizi kadar yüksek sosyal şartlarının zorlamasıyla mı ortaya çıkmıştır, bir gazoz kapağına ne acayip şey diye bakan Afrikalı gibi, dışarıdan geleni eğip bükmek, tersinden düzünden denemek, kılıktan kılığa sokup çıkartarak, bir nevi tornistanla, hem anlamaya hem yerlileştirmeye çalışma çabası mı? Üstelik bu tornistanı şehvete varan sanat hayranlığı olan usta sanatçılar yapıyordu.. Bu eleştiriyi de ciddiye alalım, halk 19. yüzyılda bugün unuttuğumuz başka bir duyguyla tiyatroya giderdi, ya ‘kendini’ izlemeye, ya ‘başkasını izlemeye’.. Başkası, gavur, yabancı, onların adetleri, duyguları, konuşmaları.. Değişim denen şey de budur, bugün bizler bir yabancı filmi izlerken, ‘kendimize çok yakın duygular’ içinde karakterler buluruz, hatta, onların yabancı olduğunu unuturuz.. O kadar içine alır bizi. Hatta estetik zevkleri gelişmiş arkadaşlar bizden yerli dediğimiz oyunları dizileri izlediğinde kendini ‘yabancı’ ya da ‘uzak’ hisseder, oyunun basitliğine düzeysizliğine bir türlü ısınıp içine giremez, yani geçen yüzelli yıl içinde yabancı biz, biz ise basitliğinden dolayı yabancı oldu.. Bu uzaklık yakınlığa teknik olarak da bir cümle girelim, oyunu sahneyi kendinize fazla yakın bulmak da o yılların en büyük sosyal terbiye tartışmasıydı, eski gazinolarda şarkıcı sahnedeyken gaza gelip gazel çekenleri uyarmak için, dışarıdan gazel memnudur, levhaları vardı. Yani, 19. yüzyıl gösteri sanatlarında sakinliğini korumak halkımız için önemli bir sosyal terbiyeydi. Asıl olan sahne saygınlığını sahnedeki oyuncuların şamatalıkla sululukla bozması affedilmezdi, yoksa işte, bu sululuğun adını mı tulûatla meşrulaştırıp gelenekselleştirdik. Sakın ola ki halkımız eğlence kültürüne Karagöz, Orta Oyunu gibi çok yakındı, dramaya karşı terbiyesi yoktu demeyin, Meddah hikayelerini incelediğimizde bugün dahi benzerlerini yazmanın imkansız olduğu muhteşem dramatik hikayelerle karşılaşırsınız. BATI PROJESİ Tulûat için karar verelim, geleneksel oyunumuz değil bir dönem ihtiyaçtan ortaya çıkmış tarihi oyunumuz diyebiliriz. Kabul edelim ki batı karşısındaki ‘duygusal’ pozisyonumuzu bize en iyi tulûatçılığımız anlatır. Bir başkasının oyununun içine kendimizi kişiliğimizi sıkıştırmaya çalıştığımız yani tiyatro ağzıyla rol çalmaya çalıştığımız bu oyun, batıya dönmüş yüzümüzün arkasında saklı tereddütleri ve duygusal krizleri çok iyi anlatır. Üstelik başarısız bir tulûat’ın dünya çapında canım eseri mahvetmesi gibi bir tehlikeyi hiç düşünmemiş olmamız ayrı bir tartışma. Bugün, hiçbir yönetmen buna asla izin veremez, ama o gün, batının malı, yabancı gavurun olan şey’e karşı kabadayı bir lakaytlığımızı da tartışmalıyız.. Hem batılı bir eser oynuyor hem ciddiye almıyoruz, tuhaf ve çaresiz ve ucuz bir ‘karşı koyma’.. Ki, Batı dediğimiz, sahnede oynanan bir oyun değildi sadece. Siyaseti, sosyal hayatı, kültürü, alışkanlıkları, savaşları, her şeyi bir büyük projenin ürünü.. Batı, bir projedir.. Mesela Batı’nın Avrupa Birliği Projesi var.. Mesela Amerika’nın Orta-Doğu Projesi var.. Ya bu projenin içindesiniz ya da yoksunuz. Batı’nın projesine karşı kendi projeleriniz olmalı. Diyelim Cumhuriyet. Teknik malzemeleri batılıdır ama bağımsızlığı özü cevheri duygusu yerlidir bizim projemizdir. Yıllardır siyasetimiz ya Avrupa Projesi ya Amerikan projelerinde oyuncudur, hatta, kuklasıdır.. Kendi oyununuz kendi projeniz yoksa, başkalarının projelerinde oynamak zorundasınız. Başkalarının projeleri diyelim Irak’ta Müslümanları öldürüyorsa, siz oyuncularına da mutlaka bir gün Müslümanları öldürtecektir.. Ancak bu toprakların her siyasetinden çocuklar için batının projelerinde oynamak, işte tulûat ihtiyacında felsefi olarak anlatmaya çalıştığımız gibi, hazmedilecek bir şey değil, bu topraklarda doğmuş büyümüş İslamcısı Atatürkçüsü komünisti herkes batılı bir değerler sistemi içinde ama batılı bir projede oynamaktan içten içe iğrenmektedir. Çoktan kurulmuş bir dünya vardır ve ülkenizin siyaseti diyelim NATO diyelim Avrupa Birliği kurumlarıyla bu projeye göbeğinden bağımlıdır.. ERDOĞAN’IN ARAYA REPLİK SOKMASI Siyasilerimiz zaman zaman, ki en çok Tayyip Erdoğan, diyelim Davos’ta ‘one minute’ dedi, diyelim İsrail’e postasını koydu, diyelim geçtiğimiz gün işadamlarına tehditler savurdu.. Nedir bu? Verilmiş önceden yazılmış metnin içine, bizim siyasilerimiz dayanamıyor, arada bir kendi repliklerini sıkıştırıyor.. Bu ülkenin bağımsızlığı ve varlığı ya da bu ülkenin değerleri ya da bu ülkenin duygu ve düşünce dünyası artık batının verdiği rolün arasına birkaç replik sokabilmek mi, rolümüz bu kadarcık mı? Eğer ürünleriniz markalarınız ve siyasetinizle kendi projeniz yoksa, başkalarının projesinde figüran olmaya devam edeceksiniz ve o zavalı figüranlığınızla o büyük proje içindeki rolünüzü sulandırıp şamataya getirecek ancak böyle milli olabileceksiniz.. Tayyip Erdoğan bey zaman zaman köpürdükçe İslamcı gençler ayağa kalkıyor, işte ‘bizim adam, böyle istiyoruz’ diye.. Bir Tanzimat Tiyatrosu.. Sahnede batılı bir oyun.. Oyuncularımız zaman zaman halkın isteklerine uyup birkaç bize dair replik dile getiriyor.. Gerçekten bu dayılanmalar bu efelenmeler hoşunuza gidiyorsa, henüz vakit geç değil, önce kendi projenizi oluşturacaksınız, mesela Cumhuriyet doğuya batıya dünyaya karşı bir büyük bağımsızlık projesidir. Başkalarının oyununa üstelik sadece seçim kürsülerinde replik sıkıştırmak, bize çöküş dönemimizden kalmış çürümüş mağlup tarafımızı gösterir, yani, bizim olmayan bir oyunda zaman zaman çaresizliğimizi gizlemek için kabadayılaşmak.. Bu tulûattan halkımız artık yoruldu, çünkü tulûatcılar iki arada bir derede kalmış kokuşmuş Osmanlı değerleriyle Batı’yı buluşturmak isteyen çaresiz bir dönemin ürünü. Tanzimat’tan sonra Meşrutiyet ama asıl ondan sonra Cumhuriyet’le öğrendik, ya kendi oyununu oyna, ya da başkasının oyunundan rol çalma.. Ben biz hepimiz ancak kendi oyunumuzda oynayabiliriz, işte kendi oyunumuzu kendimiz kurabileceğimizi bize Cumhuriyet öğretti. Kendi oyunumuzdan sıkılırsak oracıkta sahnede biz değiştiririz, eleştiririz, tartışırız, oyun benim değil mi, istediğimiz zaman istediğimiz yerinde istediğimiz eklemeler çıkartmalar pekala yapabiliriz, her yazar ve oyuncu, sahnedeyken halkın tepkilerini izleyerek oyununu o an orada değiştirebilir, bu onun en doğal hakkı.. Cumhuriyetimiz, Anadolu topraklarının gelmiş geçmiş çağlar içinde en büyük siyasi proje olduğuna inananların sahneye çıkmasıyla, yolunda yürüyecek. Başka oyunlar başka projeler yorulduk artık, Marie, Claire, Hilary, diye bağırmaktan bıktık.. Ve Marie diye bağırırken sahnede ‘gız ayşeee’ diye bir replik sıkıştırıp, neydi şu Tüsiad başkanının adı gızz Ümid (Boyner) diye bağırıp buna da ‘tulûat’tır milli oyunumuzdur deyip iftihar etmekten tiksiniyoruz artık. İbiş de geleneksel oyuncumuzdur, aptallıkları ve sakarlıklarıyla bizim oyuncumuz, laf anlamayan söyleneni çarpıtan, ama bizim.. Keşke başbakanımız benim bizim bu toprağın İbiş’i olabilseydi.. Hazmedemediğimiz budur, başkalarının İbiş’leri başkalarının projelerini Silivri’de Anayasa Reformunda araya kendince replikler koyarak sahneliyor.. Bizi getirmek istedikleri yer, işte o ilk Anayasa’nın hazırlandığı ve tek maddeyle Abdülhamit’in mutlak gücüne emanet edildiği 1876 yılına işte bu Tanzimat ezikliği Tanzimat Tiyatrosu’yla sil baştan yeni giriyoruz... Nihat Genç Kaynak : odatv.com
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|