|
|
Erdoğan'ın mutlak doğruları.Kategori: Söyleşiler | Makaleler | 0 Yorum | Yazan: Haberci | 17 Haziran 2010 02:42:36 Soykırımı Yahudiler yapar. Konfüçyanizme, Şintoizme inanan Çinliler yapar. Gregoryen Ermeniler yapar. Hıristiyan Almanlar, Hıristiyan / animist Hutu'lar, Ortodoks Sırplar yapar. Ama Müslümanlar yapmaz...
Toplumsal konularda mutlak doğrular var mıdır? Tartışmalı. Bu tür doğruların varlığına inanmanın ve görüşlerini bunların yönlendirmesiyle oluşturmanın insanı birbiriyle çelişkili sözler söylemeye, tavırlar almaya götürmesi kaçınılmaz. İnsani ilişkiler alanında kesin doğruların olmamasının nedeni, her olayın, ona bakıldığı taraftan farklı gözükmesidir. Her zaman kendi konumundan görüleni göreli kılmak gerekir. Başka yerden bakınca aynı şeyin farklı görülebileceğini bilmekle mümkündür bu. Mutlak doğrulardan değil, ilkelerden hareketle insani evrensel doğrulara ulaşabiliriz. Sedef Ecer’in geçen hafta İstanbul’da oynanyan son derece etkileyici Fransızca-Türkçe tiyatro oyunu Sur le Seuil/ Araf’ta olduğu gibi. Oyunun farklı sahnelerinden birinde, iki düşman kadın asker karşılıklı siperde yatar. Ateş etmeden önce atışırlar. Biri aynı tarihi olaya ısrarla “kentin düşmesi” derken, diğeri aynı ısrarla “kentin fethi” der. Hangi kelime doğru? Kim haklı? Şanlı tarih mi? Türkiye siyasetinin bugün en önde gelen şahsiyeti olan Başbakan Tayyip Erdoğan, Türkiye yurttaşlarının ezici çoğunluğu gibi, katı mutlak doğrulara inanan, yargılarını bu doğrulara dayandıran bir kişi. Farklı konularda sık konuşan ve görüşlerini yakından izleyebildiğimiz bir kişi. Mutlak doğrulara teslim olmanın bize nasıl tuzaklar kurduğunu, onun birkaç konuşmasını ele alarak sergilemek daha kolay. Ama sanılmasın ki, aşağıdaki çelişkiler silsilesi Tayyip Erdoğan’a özgü. İlk olarak Başbakan’ın son Çanakkale Savaşı anma törenindeki konuşmasını ele alalım. Önce bir hatırlatma. Çanakkale savunması, Osmanlı Devleti’nin savaş açtığını bildirmeden Rusya kıyılarını topa tutmasıyla girdiği I. Dünya Savaşı’nın bir parçası. Nasıl Osmanlı askerleri bu savaşta Galiçya cephesinde de savaşmışlar ve yedi bin asker Orta-Güney Polonya’da hayatını kaybetmişse, Osmanlı ordusunun karşısında savaştığı ülkeler ittifakı da ülkelerinden binlerce kilometre uzakta Çanakkale Boğazı’na saldırdılar. Çanakkale’de gösterilen direniş Osmanlı-Türk tarihinin şanlı sayfalarından biridir. Ama düşman güçlerin durduk yerde Çanakkale’ye saldırdıkları söylenemez. Gelelim Erdoğan’ın konuşmasına: “Çanakkale’de emperyalist duygularla ölüm kusan, Türk milletinin vatanına tasallut eden kimi ülkelerde, bugün görülen sorumsuz açıklamalar, alınan haksız kararlar, özür dilenmesi gereken bir millete karşı iftira atmaktan başka hiçbir anlam taşımaz. (...) [Bu ülkeler] sadece vatan savunması yapan, mazlum ve masum bir millete bühtanda bulunma yanlışına düşmemelidir. (...) Geçmişe takılıp kalanlar, aydınlık bir geleceğe ulaşamazlar.” Bu son cümleden itibaren, Erdoğan’ın mutlak doğrularının ona oynamaya başlayacağı azizlikler sahnede yer alıyor. Geçmişe takılıp kalmayı eleştirdikten birkaç saniye sonra, Başbakan konuşmasını gençlere hitaben sürdürüyor: “Sizler gurur duymanız gereken şanlı bir tarihe sahipsiniz (...) o tarihi en doğru şekilde anlamak ve aktarmak gibi önemli bir mesuliyet taşıyorsunuz. (...) Lütfen, tarihimize bigane kalmayın, tarihinize, geçmişinize sırtınızı asla dönmeyin.” Ardından, “Çanakkale ile birlikte Kutü’l Ammare Zaferimizi, Hicaz Müdafaasını, Kurtuluş Savaşımızı iyi öğrenin” çağrısında bulunuyor. Aydınlık bir geleceğe ulaşmak için tarihe takılıp kalınmaması gerekiyorsa (aslında tartışmalı bir mutlak doğru), o zaman neden gençleri tarihimize, geçmişimize sırtlarını asla dönmemeye davet ediyor Erdoğan? Ayrıca herhangi bir tarihi değil, zaferler tarihini öğrenmeye davet ediyor. Belirttiği tarih dilimi içinde, Sarıkamış hezimeti de var, 1917 sonbaharından 1918 sonbaharına kadar süren Filistin-Sina cephesindeki büyük yenilgi de var. Her ülkenin tarihi, zaferler ve yenilgiler tarihidir. Tarih eğer geleceğe ışık tutacaksa, sadece zaferlerden oluşan bir destanla bu mümkün olabilir mi? Sadece savaşlarla yazılan bir tarih, nasıl bir gelecek vaat eder? Gelelim ikinci çelişkiye. “Sadece vatan savunması yapan, mazlum ve masum bir millet”, Hicaz’da, Galiçya’da, Bağdat’ta, vs. neden savaşıyordu? Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar da aynı sorunun muhatabı elbette. Bu tahayyül dünyasında vatanın sınırları nerede biter? Bildiğimiz kadarıyla, bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nde, her imparatorlukta olduğu gibi vatan değil, toprak vardır. Bir devletin işgal ettiği, -isterseniz buna fethettiği diyelim- her toprak vatan parçasına mı dönüşür? O zaman neden İsrail’in işgal edilmiş topraklardan hemen çıkmasını, -haklı olarak- talep ediyoruz? Erdoğan devam ediyor: “Düşünün sene 1915, bir taraftan Çanakkale cephesinde savaşan bir Türk milleti var, bir diğer taraftan Türkiye’nin değişik yanlarında vatan topraklarını savunmaya çalışan bir Türk milleti var. Böyle bir dönemde Türkiye’yi soykırımla değerlendirmek, yargılamak isteyenler önce bunu bilmelidirler.” Osmanlı ordusuna karşı isyan eden Filistinli, Suriyeli, Yemenli Araplar Türk milletine mi dahildiler? Yoksa yaşadıkları toprakları işgal etmiş saldırganlar mıydılar? Peki o zaman o topraklar kimin vatanıydı? İsterseniz daha fazla deşmeyelim... Taş ve fosfor Başka bir konuya geçebiliriz. Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerdeki Konya konuşmasında şöyle söylüyordu: “O çocuklar taş attılar, bunlar fosfor bombası attı. Ve hâlâ o taş atanlara karşı dünya fosfor bombası atanların arkasında duruyor. İşte biz o duranları kınıyoruz, durmayanlarla beraber mücadeleyi sürdürüyoruz. Türk milletinin şanına yakışan bu.” Bunlar, İsrailliler. Erdoğan İsrail devletinin Gazze’de işlediği insanlığa karşı suçları teşhir etmekte, eleştirmekte sonuna kadar haklıdır. Gazze’ye yardım filosuna karşı düzenlenen kanlı saldırıda sorumluların cezalandırılması konusunda ısrar etmekte de haklı. Ama şu taş atan çocuklar konusunu dile getirirken, en azından aklından bir soru işareti bile geçmiyor mu? Konuşmasındaki özgüvene bakılırsa, galiba hayır. Bilindiği gibi Türkiye’de polislere taş atan çocuklara polis gül atıyor. Suçlu iseler, çocuk mahkemelerinde yargılanıyorlar. Çocuk oldukları dikkate alınarak, yasalar hapis cezası verilmemesine özen gösteriyor. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Türk milleti şanına yakışanı yapıyor. Erdoğan bu özgüvenle konuşmakta haklı. Mutlak doğru, böyle bir şeydir. Tayyip Erdoğan, soykırım kelimesinin kullanımı konusunda da mutlak doğruları olan biri. G8 Zirvesi için 2009’da gittiği İtalya’da, Doğu Türkistan’da Çin’in yaptıkları için, “yüzlerce insanın öldürüldüğü, bini aşkın insanın yaralı olduğu bir olayı, adeta bir soykırımı herhalde başka bir kelime ifade etmez” demişti. “Bunu bir soydaş olarak, hem aynı değerleri paylaşan insanlar olarak söylemek durumundayız” diye ilave etme gereği hissetmişti. Ardından Kasım 2009’da, Darfur’da çok büyük bir katliamı desteklemekle suçlanan Sudan Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’in İstanbul’a gelmesi söz konusu olduğunda, bu gelişle ilgili kendine yöneltilen eleştirileri şöyle yanıtlamıştı: “Ömer El Beşir ile çok rahat konuşuyorum. Ben Netanyahu ile o kadar rahat konuşamam ama Beşir ile rahatlıkla konuşurum. Rahatlıkla ‘bu yaptığınız yanlıştır’ derim. Ve yüzüne derim. Niye? Bir Müslüman böyle bir şey yapamaz ki. Bir Müslüman soykırım yapamaz.” Aynı yıl, Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın da hazır bulunduğu bir toplantıda ise şöyle diyordu: “Bizim kültürümüzde, medeniyetimizde de soykırım diye bir şey yoktur. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir. (...) Kimin kimi derdest ettiğini, nasıl soykırım uyguladığını çok açık, net, Karabağ olayları zaten ortaya koyuyor.” Bu üç konuşmayı yan yana getirince ilginç bir mutlak doğru ortaya çıkıyor. Müslümanlar soykırım yapmaz. Soykırımı Yahudiler yapar. Konfüçyanizme, Şintoizme inanan Çinliler yapar. Gregoryen Ermeniler yapar. Hıristiyan Almanlar, Hıristiyan/ animist Hutu’lar, Ortodoks Sırplar yapar. Ama Müslümanlar yapmaz. Onların medeniyetinde soykırım diye bir şey yoktur. Ama madem ki dünyada soykırım vardır, o zaman Müslüman olmayan medeniyetlere özgüdür bu. Nitekim “Karabağ olayları nasıl soykırım uygulandığını çok açık, net ortaya koyuyor”. Bu mutlak doğrular kahve sohbetinde, aile meclisinde gevezelikle kalsa, genel insanlık halidir der, geçilir. Ama iktidar mevkiinden dile getirilince, işin rengi değişiyor. Hakkari BDP İl Başkanı 5 Haziran’da, “Hamas’ın öldürdüğü insan sayısı, PKK’nın öldürdüğü insan sayısından 17 kat daha fazladır. Bu açıklamalara göre PKK da terör örgütü değildir” demişti. Yaptığı ölü sayısı karşılaştırmasının doğru olup olmadığı bir yana, terör örgütü olarak nitelendirilmenin öldürülen insan sayısıyla belirlendiği bir mutlak doğru dünyasında, bu da bir doğruydu. 9 Haziran günü gözaltına alındı. Bu söylediklerinin gözaltına alınmasına etkili olup olmadığını bilmiyorum. Ama iktidardaki mutlak doğrunun yanında olmamanın Türkiye’de tekin bir durum olmadığı açık. Radikal | AHMET İNSEL
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|