|
|
Hitler ile İnönü'nün 1941 Mart'ındaki mektuplaşmasıKategori: Belgeler | 2 Yorum | Yazan: A.Ulak | 08 Mayıs 2010 10:16:56 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünü yaptı. İnönü'ye karşı bir karalama kampanyası başlatıldı. Hangi İnönü'ye?.. Bundan 37 yıl önce vefat eden İsmet İnönü'ye... Halk arasındaki adıyla İsmet Paşa'ya... Bu kampanyanın konuları yeni değil... İlk defa 1950'li yıllarda başlamıştı. Ben o günlerde gazeteciydim. O kampanyayı çok iyi hatırlıyorum. Son kitabımda ('Öfkeli Yıllar'da) anlatmıştım. Burada da bir özet yapayım:
İsmet Paşa, malûm, Kurtuluş Savaşı’nda İnönü muharebesinin komutanı, savaştan sonra Lozan Antlaşması’nın başdelegesi gibi görevlerinden sonra, Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı’nda 13 yıl başbakanlık, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra 12 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmış bir devlet adamı. 1925’ten itibaren (1930’daki Serbest Fırka denemesi hariç) 20 yıl boyunca tek parti rejimi altında bulunan Türkiye’yi 1945’ten itibaren demokratik rejime geçirmenin öncüsü o... 1950 seçimi sonucunda da, seçimi kaybeden CHP’nin genel başkanı olarak, yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı tebrik edip, muhalefet görevini üstlenmiş... CHP’nin o seçimde Demokrat Parti’nin yüzde 53 oranındaki oyuna karşı aldığı oy yüzde 40’a yakın. Ama o zaman da -bugünkü gibi- ‘birinci parti’ lehine işleyen seçim sisteminin (il bazındaki çoğunluk sistemi), sonucu olarak, Meclis’teki milletvekili sayısında çok geri kalmış. Demokrat Parti’nin 408 milletvekili var. (Meclis’teki oranı yüzde 83.7), CHP’nin milletvekili sayısı ise 69 (oranı 14)... Demokrasinin ilk yıllarını yaşayan Türk siyaseti, bu tablo içinde daha çalkantılı haline gelmiş... İktidarın, Meclis’te temsil oranının aldığı oy oranından çok daha yüksek olmasından doğan özgüven içinde, bazı siyasetçileri ‘rövanşist’ duygulara kapılmış... O ‘anti-İnönü’ kampanya başlamış... Kampanyanın stratejisini anılarımda şöyle yazmışım: “CHP yöneticilerine hücum edilecek... Partinin yirmi yedi yıllık icraatı kötülenecek... Tabii, bunun sorumluluğu Atatürk’e değil, İnönü’ye yüklenecek... CHP’nin iktidar yılları, ‘Atatürk dönemi-İnönü dönemi’ diye ikiye ayrılacak. Atatürk dönemiyle ilgili eleştiri konuları için Atatürk değil, dönemin başbakanı İnönü hedef alınacak. Ama ‘başbakanlık’ konusunda dikkatli davranılacak. Çünkü, Atatürk döneminde bir de Celal Bayar’ın bir yıllık başbakanlığı var. Ve o bir yıl, Bayar’ın en büyük övünç kaynağı... O süre, eleştiri dışında tutulacak. Atatürk’ten sonraki dönemde ise başbakanların önemi yok. Baş sorumlu, Cumhurbaşkanı İnönü. Ona yüklenilmeye devam edilecek... Üstelik bu eskisine göre çok daha kolay... İnönü cumhurbaşkanıyken ona hakaret etmenin cezası vardı. Ona yönelik hücumlarda genel ifadeler kullanılıyordu. İnönü’nün ismi geçirilmiyordu. ‘Şunlar yapıldı, bunlar yapıldı’ gibi ‘pasif cümle’ler kullanılıyordu... Ki, o yüzden dava açılırsa, hâkim karşısında ‘Ben sayın cumhurbaşkanını kastetmedim, yönetimdeki zihniyeti kastettim’ denilebilsin... Şimdi artık ne İnönü’nün cumhurbaşkanlığı vardı, ne de ondan söz ederken dikkatli olma zorunluluğu... DP’nin sertlik yanlısı militanları, İnönü hakkında muhalefetteyken akıllarından geçirip de yapamadıkları her suçlamayı yapabilirlerdi.” O suçlamalar arasında neler yoktu ki: İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da savaşa giren girmeyen tüm ülkelerde uygulanan tüketim sınırlamaları şu şekilde sloganlaşmıştı: “İnönü ekmeği vesikayla verdirdi”. Atatürk’ün ölümünden sonra, Merkez Bankası’nın Atatürk döneminde oluşmuş mevzuatının kurallarına göre ‘Paralarda devlet reisinin resmi olur’ kuralının uygulanması, şu şekilde yorumlanmıştı: “İnönü, Atatürk’ün resmini paralardan çıkarttı. Kendi resmini koydurdu... Çünkü Atatürk’ü unutturmak istiyordu.” İddialar insafsızdı. İnönü, Atatürk’ü unutturmak bir yana, ona -o zamanki deyimle- ‘ebedi istirahat yeri’ olarak, Avrupa’nın en görkemli anıtını inşa ettiren kişiydi. Atatürk’ün ‘Gençliğe hitabesi’yle birlikte, kendisinin Atatürk’e ‘Vatan sana minnettardır’ diye hitap eden beyannamesi tüm okullarda yanyana asılı olan bir dönemin cumhurbaşkanıydı. 1950’nin ilk yıllarında bunlar, o dönemi yaşayan insaflı gözlemciler tarafından anlatılıyordu. Ama bir kısım iktidar mensupları bunlarla birlikte aslı astarı olmayan birçok iddiayı sıralamaktan bıkmıyorlardı. *** Evet, 1950’den sonraki yıllarda, İsmet Paşa’ya çok hücumlar yapıldı. İktidar kadroları arasında, onun adını tarih kitaplarından çıkaranlar, adını her yerden silenler oldu. Ona ceza verilmesini önerenler de oldu. Bazıları, cezaları açık artırmaya çıkarır gibi artırdılar. Bir siyasetçi, “Yurtdışına sürgüne gönderilmeli” dedi. Bir diğeri onu da az buldu, idam edilmesini istedi... Ama bütün bunlar, demokrasiye ilk geçişimizdeki çalkantılar sırasındaki talihsizliklerdi. Bunlar zamanla duruldu. Bir gün geldi, birbiriyle çok şiddetli tartışmalar içine giren siyasetçiler, birbirlerini anlamaya başladı. Gerçekler ortaya çıktı. Bütün o manasız karalamalar, suçlamalar ortadan kalktı... *** İsmet Paşa’ya karşı, bugünkü karalamalara gelince... Bunların pek çoğunun hiçbir yeni tarafı yok... Hepsi 1950’lerin ilk yıllarında somut iddialar olarak da ortaya atılmış ve bizzat İsmet Paşa tarafından somut olarak cevaplandırılmıştır. Ama biri var ki, bu 2010 yılının icadı olarak ortaya çıkıyor. İnönü’nün Hitler’e özenmesi, bıyığının bile benzemesi... Buna ek olarak da bazı olaylar, şimdiye kadar işitmediğimiz bir şekilde yorumlanıyor. Örnek, Hitler’in 1941 yılında İnönü’ye yazdığı bir mektubun İnönü Türkiyesi’nin Hitler Almanyası’na ‘müzahir’ bir dış siyaset izlediği anlamına geldiği yolundaki yorumdur. Bugün burada o mektup ile İnönü’nün o mektuba verdiği cevabın metinlerini yayınlıyorum. Bu metinler uzun yıllar gizli kalmıştı. Türk basınında 1967 yılında İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili olarak, benim yaptığım bir araştırma sırasında ilk defa yayınlanmıştı. Hikâyesinin özeti şudur: İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılı olan 1941 yılının mart ayında, Avrupa’nın Fransa dahil, Norveç dahil büyük kısmını işgali altına alan Hitler orduları Balkanlara da girer. Romanya’dan geçerek Bulgaristan’ın da izniyle güneye iner, Yunanistan’a doğru ilerler. Türkiye açısından bakıldığında, hedefin Türkiye olması muhtemeldi. Zaten, savaş sonrasında Alman arşivlerindeki belgeler incelendiğinde şu görülecekti: Alman Genelkurmay’ı o sırada, Türkiye’yi de işgal ederek doğudaki ve Ortadoğu’daki diğer hedeflerine yönelmek için planlar hazırlamıştı. Türkiye bu ihtimale karşı Trakya’da çok yoğun savunma önlemleri almıştı. ‘Çakmak hattı’, ‘Çatalca hattı’ deyimleri, o dönemi yaşayanların hatırlarındadır. Eğer Alman orduları Bulgaristan’dan Türkiye’ye geçmeye teşebbüs ederlerse her türlü direniş hareketi gösterilecekti. Ayrıca Alman birlikleri Trakya’da başarılı olursa, İstanbul boşaltılacak, nüfusunun bir kısmı Anadolu içlerine gönderilecek ve İstanbul ordu tarafından sonuna kadar savunulacak. İşte, Türkiye’nin bu planlamalar ve hazırlıklar içinde bulunduğu bir sırada Hitler’den İnönü’ye ‘3 Mart 1941’ tarihli bir mektup geldi. Hitler mektubu, özel treninde yazmış ve Ankara’ya özel kuryeyle göndermişti. “Ben sizin ülkenize saldırmayacağım” diye sözlü güvence veriyordu. Nazik bir üslup içinde, Bulgaristan’daki askerlerini Türk sınırına yaklaştırmayacağını bildiriyordu. Fakat bunun yanında bir de gözdağı veriyordu. Şöyle: Bu güvence, “Türk hükümeti bizi bu tutumumuzu değiştirmeye mecbur edecek önlemler almaya yönelmezse...” geçerli olacaktı... Buna İnönü 12 Mart 1941 günü cevap verdi. Cevap da, İnönü de nazik kelimelerle, fakat kesin bir şekilde, Türkiye’nin kendini savunmaya kararlı olduğunu belirtiyor, Hitler’in verdiği güvenceye teşekkür ediyor, aşağı yukarı aynı ifadeyle o da gözdağı veriyordu: Türkiye’nin de, Alman birliklerine karşı tutumu ‘aynı şekilde’ olacaktı. Ama tabii, o güvence de ancak “Alman hükümeti, Türk hükümetini, bu tutumunu değiştirmeye mecbur edecek önlemler almaya yönelmediği sürece...” geçerli olacaktı. Bugün burada mektupların metinlerini aşağıdaki sütunlarda yayınlıyorum. Milliyet’teki ilk yayınlanışı sırasında da belirtmiştim. Bunu inceleyen bir Alman araştırmacı (Lothar Krecker), Türk-Alman ilişkilerini inceleyen bir araştırmasında bu mektuplaşma için özetle şu yorumu yapmıştı: “O sıralarda kudretinin zirvesinde olan Hitler, bu gibi sözlere nadiren muhatap olmuştu. Ondan sonra, Türkiye’yle ilişkilerinde daha dikkatli olma gereğini hissedecekti.” Başka bir şey eklemeye gerek yok. Bu mektuplaşmadan herhalde, İnönü Türkiye’sinin Hitler’e müzahir olduğu anlamı çıkmaz. Her türlü baskı karşısında başı dik bir bağımsız devlet olarak, kendini her saldırgana karşı korumaya hazır olduğu anlamı çıkar. Adolf Hitler’in mektubu ÖZEL TREN, 1.3.41 Saat 1.00 DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI ŞİFRE BÜROSU N:128 “Türkiye Cumhurbaşkanı, Ekselâns Bay İsmet İnönü/Ankara Bay Başkan, Alman Hükümeti’nin arzusu hilâfına ve İngiltere ve Fransa’nın 3 Eylül 1939’daki savaş ilânı karariyle Alman halkına empoze edilen savaşta, Alman Reich’ının şu sıradaki hedefi, Avrupa kıt’asında İngiliz nüfuzunu bertaraf etmektir. Bu; asırlardan beri devam eden, Avrupa’daki devletleri birbirine karşı oynayarak yıpratma metoduna son vermenin bir şartını teşkil etmektedir. İngiltere’nin, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde askeri nüfuz kazanma yolundaki gayretleri, Alman Reich’ını, bu bölgelerde, toprak kazanma yönünde veya siyasi mahiyette herhangi bir başka maksada mâtuf olmayan önleme tedbirleri almağa mecbur kılmaktadır. Bu bakımdan Ekselâns, size, Yunan topraklarına yerleşme yolundaki İngiliz tedbirlerinin gitgide tehditkâr bir mahiyet aldığı şu sırada, bu şartların gerektirdiği muayyen mukabil tedbirleri almağa karar verdiğimi açıklamak isterim. Bu sebeple Bulgar Hükûmeti’nden, Alman Silâhlı Kuvvetleri’nin bir kısım birliklerine, bu yoldaki belirli emniyet tedbirlerini uygulamak için müsaade etmesini rica etmiş bulunuyorum. Öteden beri Almanya’ya karşı dostluk münasebetleri içinde bulunan Bulgaristan, bu münasebetleri, Üçlü Pakta katılmak suretiyle daha da takviye etmiş ve alınacak tedbirlerin Türkiye’ye yönelmeyeceğinden emin olarak, bunların uygulanması için gerekli müsaadeyi vermiştir. Ben de Ekselâns, size, bu fırsattan istifade ederek resmen bildiririm ki, Almanya’nın bu tedbirleri, hiçbir şekilde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne veya siyasi bütünlüğüne yönelmiş değildir. Aksine, birlikte yürüttüğümüz büyük ve hayati savaşın hatıralarıyla ve bu savaşı takibeden ızdıraplı yılların hatıralarıyla meşbû olarak, size, Almanya ve Türkiye arasında gerçek dostluğa dayanan bir işbirliği için istikbalde dahi bütün şartların mevcut olduğuna kesin olarak inandığımı belirtmek isterim. Zira; 1) Almanya bu bölgelerde hiçbir toprak menfaati peşinde değildir. Alman birlikleri, bahis konusu tehlikelerin giderilmesinden hemen sonra Bulgaristan’ı ve -Devlet Başkanı Antenoscu ile mutabakat halinde- Romanya’yı terk edeceklerdir. 2) Savaşın sona ermesinden sonra Avrupa’nın yaralarını sarma yolunda başlayacak ekonomik gelişme, Almanya’yı ve Türkiye’yi zaruri olarak, tekrar yakın münasebetler içine sokacaktır. Bu alanda önemli bir faktör, Almanya’nın menfaatini, sadece kendi endüstri mallarının satışında görmediği, aynı zamanda en büyük alıcı olma eğilimini de taşıdığıdır. Bunların dışında inanıyorum ki, savaştan sonra gerçekleşecek yeni sınırlar nizamı, Almanya’yı hiçbir şekilde Türk hükümetinin hedefleriyle karşı karşıya getirmeyecek, aksine iki devletin yakınlaşması, bu alanda da, hem Türkiye’nin, hem de mihver devletlerinin menfaatine olacaktır. Bu bakımdan ben şimdi olduğu gibi istikbalde de, Almanya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirebilecek hiçbir sebep olamayacağı görüşündeyim. Bu düşüncelerle, Bulgaristan’da ilerleyen Alman birliklerinin, Türk sınırından, orada bulunmalarının maksadı hakkında yanlış bir yorumda bulunulmasına meydan vermeyecek kadar uzak kalmalarını emrettim. Şu kayıtla ki, Türk hükümeti, bizi, bu tutumumuzda bir değişiklik yapmağa mecbur edecek tedbirlere tevessül etmeyi lüzumlu görmesin. Ancak böyle bir hal dahi, Almanya’nın Yunan topraklarına yerleşme maksadını taşıyan İngiliz tedbirlerine karşı çıkma hususundaki azminde bir değişiklik yapmayacaktır. Bu mektubumu Ekselâns, Almanya ile Türkiye arasındaki münasebetleri hiçbir şart altında kötüleştirmemek, aksine, mümkün olan her şekilde iyileştirmek ve uzak istikbalde dahi iki taraf için verimli olacak şekilde tanzim etmek yolundaki samimi arzumun bir ifadesi telakki ediniz. Adolf Hitler” İsmet İnönü’nün mektubu TÜRKİYE CUMHURBAŞKANI Ankara, 12 Mart 1941 “Ekselâns Bay Adolf Hitler Alman Reich’ı Führeri ve Şansölyesi Ekselânslarının, Büyükelçileri aracılığıyla bana gönderdikleri şahsi mektubu almakla şeref duydum. Bu mesajı göndermek suretiyle gösterdiğiniz nezaket için, size samimiyetle teşekkür ederim. Mektubunuzun Cumhuriyet Hükûmeti’ne bildirdiğim muhtevası, lâyık olduğu tam ilgiyle incelenmiştir. Aynı cephede katıldığımız ve şerefini ve acılarını aynı şekilde paylaştığımız son büyük savaştan sonra, yeni Türkiye’nin siyaseti, milli mücadelemizin başlangıcında tespit edilmiş olan prensiplere daima sadık kalmıştır. Bunlar, Türk istiklâlinin en mutlak şekliyle teminat altında tutulması ve başkalarının haklarına hiçbir müdahalede bulunmaksızın, barışçı bir gelişmenin devam ettirilmesidir. Ekselânslarının da malûmu olduğu üzere, Türkiye’nin 1939 ilkbaharından beri takip ettiği siyasetin temelinde de aynı prensipler yatmaktadır. Türkiye, toprak bütünlüğünü ve masuniyetini, şu veya bu devletler grubu arasındaki siyasi ve askeri kombinasyonların şekline göre mütalâa edemez ve tecavüzden korunma hakkı üzerinde, herhangi bir yabancı devletin kazanacağı zafer açısından hüküm yürütülmesine müsaade edemez. Türkiye, bu sebepten, milli egemenlik alanı içine vâki olacak her müdahaleye karşı koymağa azimlidir. İmzaladığı savunma paktıyla olduğu gibi (İnönü, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile imzaladığı paktı “Savunma Paktı” diye nitelemektedir), bu savaşın pek değişen olayları sırasındaki tutumuyla da Türkiye, mutlak istiklâl hakkını muhafaza etmek hususundaki aynı sarsılmaz azmin delilini vermiştir. Cumhuriyet hükümetinin Balkan politikası, Balkan yarımadasını savaşın tahribatından uzak tutmaktan başka bir hedef gütmemiştir. Ve Ekselânslarının tam yetkili büyükelçileri tarafından müteaddit defa verilen teminat karşısında biz, Almanya’nın da aynı hedefi güttüğünü ve bu sebepten, Avrupa’nın güneydoğusuyla ilgili Türk ve Alman siyasetleri arasında huzur verici bir paralellik olduğunu kabul etmekte haklıydık. Ekselânsları itiraf edeceklerdir ki, bu durumun değişmesi, Türkiye’nin siyasetinin ve tutumunun tamamen dışında kalan sebeplerin sonucudur ve İtalyan-Yunan savaşının çıkışından beri geçen olayların gelişmesinde, memleketimin en ufak bir sorumluluğu olduğundan bahsedilemez. Biz inanıyorduk ve bugün de, hâlâ inanıyoruz ki, ortada Türk ordularıyla Alman ordularını karşı karşıya getirecek bir sebep yoktur. Ve Almanya, Türkiye’nin emniyetinin (Bu kelime metinde silik çıkmış ve karineyle çıkartılmıştır) ve istiklâlinin gereklerine karşı anlayışlı davrandığı müddetçe böyle bir felâket meydana gelemez. Reich hükümeti, Türkiye’den, onun bu maksatla yüklendiği vecibelerle bağdaşmayacak bir talebi olamayacağına dair bize, müteaddit defa teminat vermiştir. Bu sebepten ben, Ekselânslarının bu alandaki her türlü vuzuhsuzluğu kaldırmak arzusunu taşıdıkları hususunda bana teminat vermelerini büyük bir memnuniyetle öğrenmiş bulunuyorum. Ben de size açıklarım ki, mazide olduğu gibi istikbalde de uyanık bir bekçilik görevi ifa edecek olan Türk ordusu, Reich hükümeti, Cumhuriyet hükümetini, tutumunu değiştirmeye mecbur edecek tedbirlere tevessül etmediği müddetçe, Alman birliklerine karşı aynı şekilde davranacaktır. Bütün kalbimle temenni ederim ki, kısa bir zaman önce birlikte kan dökmüş olan Türk ve Alman askerleri, hiçbir zaman, geçici bir takım olaylar uğruna birbirlerinin karşısına çıkmasınlar. O geçici olaylar ki bence, tarih karşısında siyasi veya askeri kombinasyonların çerçevesini çok aşacak olan bir felaketin yaratılmasını asla mazur gösteremezler. Ekselânslarının, Balkanlardaki durumun kritik bir anında bana gönderdiği mesajı okurken, Alman Devleti Şansölyesi ve Führerinin, benden -kendisinin Alman tutumu hakkında yaptığı gibi- Türk görüşünü samimi ve gerçeklere uygun bir şekilde anlatmamı arzu ettiği intibaını edindim. Dünyanın içinde bulunduğu ciddi durum, halklarının karşısında sorumlu olan liderlerden, öyle bir lisan kullanmalarını istemektedir ki, bu, yakın veya uzak istikmalde ortaya çıkacak olaylara “yalandır” diye damgalanmaya mahkûm olmasın. Mesajınızı bilhassa bu bakımdan memnuniyetle karşıladım. Ekselânslarının bu cevap yazısının muhteviyatında iki memleketlerimiz arasındaki anlayışa dayanan münesabetlerin muhafazası için tek temeli teşkil eden ....... (Bu kelime metinde de tamamen silik çıkmıştır) gayretinin ifadesini bulacağından eminim. Ekselânslarının mes’ut teşebbüsüyle aramızda vâki olan fikir teatisi, muhakkak ki, Türk-Alman münasebetlerinin normalleştirilmesine ve iyileştirilmesine yardımcı olacaktır. Bu ümitle Bay Şansölye, en derin saygılarımı ifade etmeme müsaadenizi rica ederim. İsmet İnönü” Hitler’in verdiği ‘gözdağı’na İnönü’nün cevabı Başbakan Erdoğan’ın İnönü’ye yönelttiği ‘Hitlervari’ suçlaması çerçevesinde, sözü edilen mektuplaşma... Mektupların metni, 1967’de Milliyet’te yayınlanmıştı. Ve İnönü Türkiyesi’nin Hitler Almanyası’na ‘müzahir’ olduğu diye değil, İnönü’nün ülkesini her saldırıya karşı korumaya hazır olduğu şeklinde yorumlanmıştı. Ayrıca şu belirtilmişti: O sırada “kudretinin zirvesinde olan Hitler, bu gibi sözlere nadiren muhatap olmuştu.” Kaynak: radikal.com | ALTAN ÖYMEN
Yorumlaredip
{ 23 Haziran 2010 05:10:57 }
Elbet devrim olacak, elbet hesap sorulacak.
deniz kizi
{ 08 Mayıs 2010 10:37:42 }
altan öymen edepli bir yanıt vermiş.fakat rte den sonra sanırım ağız ishalinden de söz etmek gerekecek elbette nasıl tuttuğu kadar içine ne aldığı ile daha ilgili bir durum bu, zehirli gıdaların ishale yol açtığı bir gerçek... fakat çevre kirliliği yaratmak hastalığa değil suça giriyor... ya da girmeli... ama cezasını kim kesecek... işte hasta bir halkın da ona gücü yok... imza: züğürt
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|