|
|
Çanakkale zaferinin 95.yıl dönümünde bu soru hala cevap bekliyor.Kategori: Medya | 0 Yorum | Yazan: Haberci | 18 Mart 2010 04:40:00 Çanakkale 1915'e kadar Batı ve Türkiye... XX. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde, dünyada iki tür toplum vardır: Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirip fabrikayı kuranlar ve bunu başaramayanlar... Batı XVI. yüzyıldan başlayarak Batı merkezli dünyayı inşa sürecine girmiş; bu arada burjuvazinin atılımcı karakterinden yararlanarak Rönesans ve Reform'u gerçekleştirmiş, Aydınlanma Çağı'nı yaşamış, Fransız Burjuva Demokratik Devrimi'ni yapmış, bütün bunların bileşkesi olarak Sanayi Devrimi'ne ulaşmıştı.
Zaten XVI. Yüzyıl, Batı merkezli dünyanın kuruluşunun da başlangıcıydı. O tarihten itibaren Avrupa dışındaki dünya, Batı’nın ucuz hammadde ambarı ve pazarı konumuna düşmeye başlamıştı. Bütün çevre ülkeler bu ekonomik boyunduruğun yanı sıra sosyal, kültürel ve özellikle siyasal alanda uydulaşma sürecini yaşamışlardı. XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyıl sömürgecilik yoluyla çevreden merkeze akan artı değerin olağanüstü arttığı bir zaman dilimiydi. Bu ekonomik ilişkiler bütününün yanı sıra, sömürü sayesinde her alanda gelişen burjuvazi bilim, sanat, felsefe, teknoloji alanlarında büyük mesafeler kat etmişti. Bu evrimsel süreç ve nicel anlamdaki birikim, son noktada devrime dönüşmüştü. Tarım Devrimi’nden sonra Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi on binlerce yıllık insanlık tarihinin en büyük dönüşümüydü. Artık seri ve olağanüstü artan nicel üretimle, çevre ülkeler üzerindeki sömürü ve artı değer aktarımı o güne kadar görülmemiş boyutlara varacaktı. Batı bütün bu süreçleri yaşarken, dışında kalan toplumlar, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi yüz yıllar süren bir “yaşanmayan zaman”a tutsak edilmişlerdi, Batı’da yaşanan gelişmelerin bütünüyle dışında kalmışlardı. Bu ülkelerin uydu konumunda kalmaları, gelişmelerinin engellenmesi için en geçerli politika “böl, parçala, yönet” uygulamasıydı. Köklü bir tarım toplumu imparatorluğu olan Osmanlı Devleti de bu anlamda Batı’nın hedef tahtasındaydı. Osmanlı XIX yüzyılın ortalarına yaklaşırken; üretim süreçlerini açamayan, üretimi toplumsallaştıramayan, kapitalist pazarı oluşturup işgal ettiği ülkelerde kapitalist sömürü çarkını işletemeyen yapısıyla iflasın eşiğine gelmişti. Bütün bunların yanı sıra ve bunların sonucu olarak teknolojik gelişimini sağlayamadığı için Sanayi Devrimi’ni de ıskalamış ve Avrupa’nın ifadesiyle “Hasta Adam” konumuna düşmüştü. Bu durumdan kurtulabilmek için Batı’nın, Batı’yı Batı yapan kurumlarını ülkeye aktarmanın yeterli olacağını düşünmekteydi. Bu nedenle yönünü artık Batı’ya çevirmesinin zorunlu olduğu kanısındaydı. Batı için bu büyük, bu görkemli devleti parçalamak temel politikasının sonucuydu. Böylesi büyük devletler, ne kadar güçsüz düşerlerse düşsünler merkez ülkeler için potansiyel tehlike durumundaydılar. Batı toplumlarına yüksek yaşam standardını sunan şey ise bu ülkelerin bu konumda bırakılmalarıydı. Siyasal bütünlük, ekonomik güçlenmenin ve emperyal zincirleri kırabilmenin itici gücü olabilirdi. O halde bu parçalanma gerçekleşmeliydi. Bu çerçevede Osmanlı ile Batı’nın ilk buluşması 1838’de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Gümrük Anlaşması’yla olur. Osmanlı’nın özellikle dokumacılıkta çok önemli bir sanayileşme potansiyeli vardır. Ayrıca bir tarım ülkesi olması nedeniyle tarım girdilerinden sağlanacak kaynak endüstriye aktarılarak, geri kalmışlık zinciri kırabilirdi. O nedenle Osmanlı’nın gümrük duvarları indirilmeli, ülkeye Batı’nın gelişmiş ürünleri sokularak sanayileşmesi engellenmeliydi. Bu anlaşma bunları gerçekleştirmeye yönelikti… Bir yıl sonraki 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ilanı, temel hak ve özgürlüklerinin kazanılması adına Osmanlı bürokrasisine Sultan karşısında can ve -daha önemlisi- mal güvenliği sağlıyordu. Böylelikle servetleri güvence altına alınıyordu ve Osmanlı saray erkânı tam anlamıyla Batılı efendinin sultası altına giriyordu. Saray İngiliz, Fransız, Alman, hatta Rus yandaşı paşalardan ve bürokratlardan geçilmiyordu... 1856’da da Batı’nın ihraç ürünlerinin pazarlamasını, başbayiliğini yapacak Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarlardan oluşan komprador burjuvazi, Islahat Fermanı’yla palazlandırılıyordu. Tabiî belirtmeye gerek bile yok; bu ticaret burjuvazisi, Türkiye’nin sanayileşmesine asla katkı sağlayamayacağına, bunu engellemek için elinden geleni yapacağına ilişkin, yazılı olmayan, örtülü ve kirli bir anlaşma yapıyordu. Bu fermanların ve anlaşmaların sonunda Osmanlı ekonomik olarak,tam anlamıyla çöker, borçlarını ödeyemez hâle düşer ve 1872 yılında bu borçların nasıl ödeneceğini belirlemek amacıyla ülkeye Düyûn-u Umûmiye gelir. İzlenen politikaların sonucu budur... Ancak Tanzimat’la birlikte, bütünüyle Batı’nın peşine takılanların dışında, ülkede başka rüzgârlar estirenler de vardır. Batı’ya çıkan kapıdan Batı’nın sömürü mekanizmaları kadar, ilerici düşünceleri de girmiştir. 1865’te kurulan Genç Osmanlılar; yurt, özgürlük, meşrutiyet talepleriyle Sultanın karşısına çıkarlar. Hareket Osmanlıcı ve İslamcı bir nitelik taşımakla birlikte, önemli muhalif içerikler de taşımaktadır... 1876’da Sultan Abdülhamit’in önce meşrutiyeti ilan edip ardından Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle Meclis’i Mebusan’ı kapatmasıyla bayrağı İttihat ve Terakki Fırkası alır. Bu kez hareket laik ve milli bir içerik kazanır. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile yönetime gelen İttihatçılar gerçek anlamda iktidarlarına Bâb-ı Ali Baskını ile ulaşırlar. Yusuf Kamil Paşa’nın azledilip Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazamlığa gelmesiyle, 1912’den sonra etkinliklerini arttırırlar. Sultan Hamit’in Batı devletleri arasında uygulamaya çalıştığı denge politikalarının yerine, Almanya yanlısı politikaları benimserler. İttihatçıların bu politikalarının ve serüvenci karakterlerinin ülkeye ne getirip ne götürdüğü-ayrıca –tartışmaya açıktır. Ancak Osmanlı Devleti’nin bu savaşın dışında kalması–esasen-mümkün değildir, çünkü savaş öncelikle Osmanlı’nın parçalanması için çıkarılmıştır. Savaşı Almanya kazansaydı bile İmparatorluğun petrol bölgelerine onlar el koyacaklardı. Bu konuya aşağıda değineceğim… I.Dünya Savaşı’na gidilirken Türkiye’nin genel görüntüsü de budur. Savaşın nedenleri I. Dünya Savaşı’nda İtilaf Donanması’nın Çanakkale’ye gelip dayanmasından önce, Batı’nın kendi içindeki çok temel çatışma nedenlerini de kısaca hatırlamak zorunlu oluyor. Önce şunu belirtelim. Avrupa’da toplumların gelişim süreçleri ortaklık göstermemiştir. Örneğin Doğu Avrupa’nın tarihi Batı’dan dağlar kadar farklıdır. Ancak asıl çelişki Almanya ve İtalya ile İngiltere, Fransa, kısmen de Hollanda ve Belçika arasındadır. Feodaliteyi daha önce çözen ve ulusal birliklerini kurabilen İngiltere, Almanya, Hollanda dünya pazarlarını çok önceden ele geçirmiş, Eski Dünya’yı, Afrika ve Asya’yı parsel parsel bölüşmüşlerdi adeta. Oysa en az kendileri kadar gelişmiş ve ileri teknoloji üretebilen, sanayileşen Almanya ve İtalya ulus birliklerini kurmak konusunda, XIX. yüzyılın ortalarına kadar gecikince, ucuz hammadde depolarından ve pazarlarından mahrum kalmışlardı. İtalya Kuzey Afrika’da, Almanya ise Orta ve Güney Afrika’da birkaç ülke ile yetinmek zorunda kalmışlardı. Pazar kavgası bir çatışmayı kaçınılmaz kılmaktaydı. İlk büyük savaşın öncelikli nedeni buydu. İkinci temel neden, doğal enerji kaynaklarının ve öncelikle petrolün insan hayatındaki olağanüstü önemli yeriydi. Bu bağlamda Osmanlı’nın petrol bölgeleri; Suudi Arabistan, Basra ve Musul petrolleri yaşamsal önem taşımaktaydı. Bu kara altının “Hasta Adam” a bırakılması düşünülemezdi... Ayrıca böylesi geniş bir coğrafyaya Türklerin sahip olması –esasen- mümkün değildi. Parçalanması kaçınılmaz bir ülkeydi. Ancak savaş esnasında olağanüstü önemli bir olay daha yaşanmıştı. 1917 yılında Rusya’da, komünistler yönetime el koymuş, Romanof Sülalesi’yle birlikte Çarlığı tasfiye etmişlerdi. İnsanlık tarihinde ilk kez hayatını emeğiyle kazananlar iktidara gelmişti. Bu durum hammadde depolarından ve pazarlardan birinin yitirilmesi, dünyanın en geniş coğrafyasından vazgeçilmesi demekti. Çanakkale’ye gelip dayanan emperyalizmin en önemli amacı; kuzeye, Karadeniz’e çıkıp, iki yıl sonra gerçekleşecek Sovyetler Birliği Devrimi’ni engellemek, Çar yönetimine destek sağlamaktı. Bu arada Avrupa’da ayrıkotu durumundaki Avustralya- Macaristan İmparatorluğu’nun tasfiyesi bir başka beklentiydi ve bu fazla güçlük yaşanmadan gerçekleşmişti. I.Dünya Savaşı, bu anlamda büyük imparatorlukların sonu olmuştu. Çarlık Rusyası, Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarihin müzesine gönderilmişlerdi. Türkler açısından Çanakkale Çanakkale savaşlarının Türk toplumu açısından en büyük önemi, uluslaşma sürecindeki ilk adım olmasıdır. Toplumların uluslaşabilmesinin bir takım “olmazsa olmaz”ları vardır. Yurt birliği bunun ilk koşuludur. Ümmet düzeyinden ulus aşamasına geçme potansiyeline sahip insan topluluğunun bulunması bir başka koşuldur. Kültür, dil birliği ve ortak ülküler yaratabilme yeteneği diğer faktörlerdir. Bütün bu unsurların çok köklü biçimde mevcut olması son derece önemlidir, ancak bunların tümünün varlığı, her zaman ulusun inşasını sağlayamayabilir. Onu yaratabilmek için özel bir çaba, kurgulama çalışması gerekli olmaktadır. Bütün bu özelliklere sahip olan Çin halkı, Hint halkı, Fars halkı kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi verirken; bu bilince ulaşabilmiş, uluslarını oluşturabilmiş toplumlardır. Türk toplumu ise hepsinden önce, tarihte ilk kez emperyalizme çok ağır bir darbe vurarak bağımsızlık mücadelesini kazanabilmişti. Bu anlamda kendinden sonraki ulusal kurtuluş mücadelelerinin de öncüsü, ateşleyicisi olmuştu. Çanakkale Zaferi –her şeyden önce- Türk halkının özgüvenini kazanmasını sağlamış, kurtuluş mücadelesinin tetikleyicisi olmuştur. 1911 Trablusgarp Savaşı’yla ağır bir yenilgi alan ve Afrika’yı terk eden Osmanlı Devleti 1912’de –belki de- tarihin en ağır hezimetlerine Balkanlarda uğramış, tam anlamıyla çöküntü içine girmişti. Ancak Çanakkale’nin bir başka anlamı ve özelliği vardı. Çanakkale bu halkın anayurduydu ve buradan öte Türkiye yoktu. Vatan Savunması hiçbir şeye benzemiyordu. Bu savaş en gelişmiş teknoloji ile insan yüreği, insan bedeni ve insan kanının savaşımıydı ve emperyalizme tarihte ilk şamarın atılacağı çok önemli bir mücadeleydi. Çanakkale‘nin bir başka anlamı da ulus olduğunu hatırlamaya başlayan toplumun önderini bulmasıydı. Aslında iki Osmanlı Paşası arasındaki çekişmenin böyle bir yönü de vardı. Dürüstlüğünden, yurtseverliğinden –asla- kuşku duyulmayacak, ancak ihtirasları yeteneklerinin önüne geçen Enver Paşa ile gerçek bir akıl ve mantık insanı olan, attığı her adım öncesi birkaç kez ama çok hızlı düşünen Kemal Paşa arasındaki mücadele Çanakkale Savaşı sonrasında, kaçınılmaz biçimde Kemal Paşa lehine dönecekti. Ülke işgal edildiği zaman en akılcı kararı vererek Anadolu halkıyla bütünleşen Kemal Paşa, iğneyle kuyu kazarak, bütün dengeleri gözeterek zafere ulaşırken; Enver Orta Asya’da, Türkmenistan’da Kızıl Ordu’yla Savaşmak gibi “olmaz işler” peşine düşmüştü. Üstelik Enver’in savaştığı Sovyetler Birliği o tarihte Türk Kurtuluş Savaşı’na en büyük desteği veren ülkeydi. Aslında iki komutanın meslek geçmişlerine bakıldığında bu durum pek de şaşırtıcı değildi. Birinin ardında Çanakkale Savaşı’nın Anafartalar Cephesi’nin muzaffer komutanı sıfatı vardı. Bu nedenle Anadolu dört gözle Sarı Paşası’nı bekliyordu. Diğerinin özgeçmişinde ise Allahüekber dağlarında, çoğu mermi atmadan yaşamını yitirmiş 80.000 dolayında memleket evladı bulunuyordu. Kısacası Çanakkale köklü geçmişi olan bir topluma uluslaşma yolunu açarken, bir de büyük önder kazandırmıştı. O önder Çanakkale Savaşı’nın gerçek yıldızıydı. Genel komutan Liman von Sanders, anayurdunu savunan bir komutan değildi ve Türk insanını, Türk askerini tanımıyordu. Ayrıca Alman subaylar, I.Dünya Savaşı boyunca İngiliz subaylar karşısında genellikle daha statik –hatta- demode kalabiliyorlardı. Kemal Paşa 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan ANZAK birliklerini Conk Bayırı’nda durdurarak, daha sonra gelebilecek büyük dalgayı da önlemiş ve savaşın bir anlamda yazgısını değiştirmişti. Bu önemli başarısının ardından Anafartalar Bölgesi komutanlığına getirilmiş, asıl ününü de buradaki zaferleriyle elde etmişti... Çanakkale deniz savaşları insanlık tarihinin o güne kadar tanık olduğu en kanlı ve en büyük deniz savaşıydı. Bu savaşta Türk askeri kaybının 101 bin ile 253 bin arasında olduğuna ilişkin değişik sayılar telaffuz edilmektedir. Mutlak olan, bu savaşın en fazla şehit verilen savaşımız olduğudur. 18 Mart bu savaşın başlangıcı olmakla birlikte, bu tarih zafer olarak kabul ediliyor. Bu zaferin bizim için bir başka önemi de, ileride oluşacak Türkiye-Sovyetler Birliği dostluğunun çok sağlam temellerinin atılmış olmasıdır. Çünkü-yukarıda da belirttiğim üzere- Çanakkale ve İstanbul boğazlarını geçmeyi amaçlayan İtilaf Devletleri’nin gerçek ve nihai amacı, Çarlık ordusuna yardıma gitmekti. İzmir’in işgalinin ardından 23 Mayıs 1919’daki ilk Sultanahmet Mitingi’nde Halide Edip Adıvar, çok coşkulu konuşmasının bir yerinde “Biz Çanakkale’de çarların soluğunu kestik” derken bir gerçeği dile getiriyordu. XVI. Yüzyıldan başlayarak pek çok kez savaşan iki ülke, XX. Yüzyılda Çanakkale’yle çok verimli bir dostluğun da temelini atmışlardı. Daha sonra gerek Kurtuluş Savaşı yılları içinde gerek Cumhuriyetimizin kuruluş döneminde iki ülke arasındaki dostluk ve dayanışma bağları en ileri düzeydeydi. Sovyetler Birliği, Ekim Devrimi gerçekleştikten sonra, Anadolu’da işgal ettiği topraklardan çekilmiş, savaş sonrasında da Türkiye’nin en güvenilir müttefiki olmuştu. Özellikle, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930 sonrası kamucu-devletçi kalkınma modelini içtenlikle desteklemişti. Batı’nın Kaybettikleri Türkiye’nin bu zaferle elde ettiği kazanımlar, Batı’nın yitirdikleriydi. Karadeniz’e ulaşıp Sovyetler Birliği Ekim Devrimini engelleyememiş olmaları en büyük felaketleriydi. Ayrıca ilk kez bir mazlum millet karşısında aldıkları yenilgi çok büyük bir psikolojik travma yaratmıştı kendilerinde. Bu nedenledir ki makro hedeflerini elde ettikten, yani Osmanlı’nın petrol bölgelerine el koyduktan sonra mikro hedefleri için kendileri Anadolu’ya büyük kuvvetler göndermeyi göze alamamışlardı. Güneyde Fransız ve İtalyanlar, kısa sürede yerel direnişler karşısında geri çekilmişlerdi. Anadolu’nun parçalanması konusunda, çok istekli olan Yunanlı hampalarını kullanmış, onlar da Polatlı’ya kadar gelip ötesine geçemeyince kendilerinden desteklerini çekmişlerdi. Asıl sorun Çanakkale’deki zaferin Asya ve Afrika’da yaratacağı domino etkisiydi, o tehlike ile de karşı karşıya kalmışlardı. Önemli bir soru 18 Mart 1915 tarihinin bu ülke yurtseverleri için böylesi derin anlamları ve önemi vardır. Ancak burada çok önemli bir soru akla takılıyor. Dünya tarihinde benzeri az görülen bir zaferle sonuçlanan Çanakkale Savaşı’nın ardından, 1919’da İtilaf Devletleri ve Yunanlılar nasıl ellerini kollarını sallayarak bu ülkeyi işgal edebildiler? Bu ayrıca tartışılması gereken çok önemli bir konu. Yalnız şu kadarını belirtmek kaçınılmaz oluyor. Bu sorunun gerçek muhatapları, İslamcıların yere göğe sığdıramadıkları Sultan Vahdettin’le, bugünkü dışa bağımlı liberallerin öncülü durumundaki Damat Ferit Paşa’dır. Çanakkale Zaferi kutlu olsun ulusumuza… Sarı Paşamızın söylemiyle “Hektor’un öcünü alan” ve emperyalizme tarihte ilk büyük yenilgiyi tattıran kahramanlarımıza sonsuz saygılar... Işık içinde yatsınlar… Vakur Kayador | Odatv.com
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|