|
Ten GurbetiKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 23 Şubat 2010 07:11:32 İki ülke de beni, her türlü biçimde, çok besledi, besliyor. Göç, göçmenlik, yabancı olmak, yabancılaşma... üzerine düşünüp duruyorum ve bir çözüme ulaşamadım. Nasıl bir çözüme ulaşacağımı da bilmiyorum. Başka bir ülkede yaşamaya alıştık ailecek, iki ülke arasında salınıp duruyoruz işte.
8 – 15 Şubat 2010 8 Şubat, Pazartesi Berlin’e gelişimimin 30. yılı bugün. Bu kadar yıl burada kalacağımı düşünmemiştim hiç. Birkaç yıl kaldıktan sonra dönmekti amacım. 12 Eylül belâsının geçmesini bekliyordum. Öğretmenlik bulunca Aralık 1980’de, işe girip çalışmaya başlayınca, düzenli bir yaşamımız oldu. Sonra Dirim doğdu 1983’te. Emre okula başladı ardından. Böyle böyle kaldık Berlin’de. Zaman zaman çok bunaldım, bunalıyorum, kimi zaman da Berlin’e gelmekle iyi yaptığımı düşünüyorum. Burada daha verimli oldum. Ufkum açıldı, zenginleşti. Berlin’e bağlandım ve ondan kopamayacak hale geldim. Yabancılığın o sıkıntılı konumunu hep duyumsadım. Türkiye’den kopmadığım için de iki taraf da yeterince iyi yaşadığımı düşünüyorum. İki ülke de beni, her türlü biçimde, çok besledi, besliyor. Göç, göçmenlik, yabancı olmak, yabancılaşma... üzerine düşünüp duruyorum ve bir çözüme ulaşamadım. Nasıl bir çözüme ulaşacağımı da bilmiyorum. Başka bir ülkede yaşamaya alıştık ailecek, iki ülke arasında salınıp duruyoruz işte. 9 Şubat, Salı Bugün polise ifade verdim, şikayette bulundum, beni ölümle tehdit eden öğrenci için. Bu tür olayların ne kadar arttığını söyledi polis. Gençler gelecek korkusu içindeler. Toplumlar gençlere gelecek hazırlamıyor. Savaş, açlık, işsizlik... kol geziyor her yerde. Askeri harcamalara ayrılan paraların haddi hesabı yok. Herkes kolay yoldan para kazanma derdinde. Eğitim düştü; düşer elbette. Genç öğretmen alınmıyor. Yaşlı öğretmenlerin de pili bitti. Emekli olamıyorlar bir türlü. Toplumsal sorunlar üzerine daha neler neler söylemek geliyor içimden. Okuldan sonra dişçiye gittim. Dişçiden korkmam. Dişçi koltuğunda tavandaki deniz ürünleri üzerine hayal kurdum durdum doktor ağzımın içinde olmadık aletlerle gezinip dururken. Deniz atından salyangoza, şeytanminaresinden deniz fenerine, palmiyeden açık bir pencereden görünen masmavi gökyüzüne dalıp gittim. Göğün mavi olduğunu unutmaya başladığımız şu günlerde o küçücük mavi içimi aydınlattı. 10 Şubat, Çarşamba Kar durmayacak bu yıl, böyle giderse ilkbahar, yazın, sonbaharda da yağacak. Kışa alışılmaz ama bu bizimkisi katlanmak alışmaktan öte. Sıcağın nasıl olduğunu unutmaya başladık bile. Gök öyle alçaldı ki, elle tutulacak kadar yakınlaştı; boz, çok kirli. İnsanın gününü karartıyor böyle sıkıntılı havalar. Geceler de uzun muz uzun! Hep havadan konuşmak, ondan yakınmak da hiç hoş değil ama konuşmadan da olmuyor. Kış, kar, yağmur, soğuk, rüzgâr... şiirleri yapmak geçti içimden. Fransa’da 12 Mart’ta göreceğim, Bleu autour yayınevinin yayımlayacağı 52 Türk şairi arasında ben de yer alıyorum iki şiirimle. Buraya kadar normal. “Kör Pencere” şiirimi biliyorum ama “Aşkın Beni” şiirim toplu şiirlerimde yok. Acaba dergilerde kalan şiirlerimden mi? Yoksa sonradan şiirin başlığını mı değiştirdim. Hiç bilmiyorum. Şiirimin Türkçesini yollamalarını istedim Fransa’dan. Bakalım ne çıkacak. 11 Şubat, Perşembe İnce ince kar yağdı bütün gün. Ne diyordu Tarancı “Kar ve Hatıralar” şiirinde? “Kar yağıyor, yine kar, yine mahşer gibi kar. Sanki güller içinde gülen taze kadınlar, Bana beyaz buseler, beyaz buseler yollar; Sanki güller içinde gülen taze kadınlar.” Ortada güle benzeyen çok kadın var belki ama hiçbir yerlerini göremeyince örme başlıklar, kalın mantolar, şallar altında, neye benzediklerini çıkarması öyle zor ki; yaşlı mı genç mi, güzel mi çirkin mi olduklarını anlaması hiç de kolay değil. Oysa gül ve karı da yan yana getirmek hiç kolay değil. 12 Şubat, Cuma “Ten Gurbeti” şiiri iniverdi birden, dün geceki uykusuzluğumun armağanı olarak: “Issız sözcükler uçurumu dalgalı saçlı bir orman Kopkoyu akşam basar ayağına yıldızların, işte bir özlem Kuyu yalnızlığını çeken bilir suskun bir ömre gel olsun diye Gökyüzünü görmeyen bir geceye gelin gelse bu bahtsız gül Yolu açılır mı yazgının açık seçik tükenmeden sevda Bir başına kalır tarumar olmuş bahçe, çiçeksiz balkon Sonra bir mektup aranır, bir fotoğraf gidip gelmek için o inleyen geçmişe Yok artık o eski trenler, dolu dolu yaşanan kızgın, kırgın, alev alev yazlar Ölüm var şimdi her yerde ben ten gurbetinde ömür tüketirken” 13 Şubat, Cumartesi Berlinale 60 yaşında! Bu yıl da izlemiyorum filmleri. Başvurmakta geç kalınca, açıkta kaldım. Yoksa Perşembe gününden beri farklı bir tempoyla, filmden filme koşturup duruyor olacaktım. Festival’in magazin dünyasını değil ama filmlerle ilgili yazıları gözden kaçırmamaya çalışıyorum. Festival havasını, ortamını, filmler üstüne eleştirmenlerle konuşmaları... seviyorum. İçimde bir burukluk var Berlinale havasından uzak kaldığım için. Brandenburger Tor’daki dev ekranda gösterilen Metropolis filmini de görmeye gitmedim dondurucu soğuğu gözüm kesmediğinden. Evde, bu görülmemiş kış, kar, soğukta, olup kitap okumak da beyni, ruhu besleyici, insanı stresten uzaklaştırıcı bir eylem değil mi? Truman Capote Bukalemunlar İçin Müzik’i yazar da o yıllar sonra Sel Yayınları tarafından Türkçeye aktarılmaz mı? Berlin’de dil gurbetinde yaşayan ben de bu kitabı edinip okumaz mıyım? Kitabın “Önsöz”ünden şu can alıcı cümleleri de buraya almaz mıyım? “Beni ilgilendiren dört şey vardı: kitap okumak, sinemaya gitmek, step dansı ve resim yapmak. Sonra bir gün yazmaya başladım, kendimi soylu ancak acımasız bir efendiye bir ömürlüğüne zincirlediğimi bilmeksizin. Tanrı size bir yetenek verdiğinde, yanında bir de kamçı verir, ve bu kamçı yalnızca kendi kendinizi kırbaçlamak içindir.” Truman Capote on yedi yaşına geldiğinde kendince başarılı bir yazardır artık. O kadar çok yazmıştır ki artık yazdıklarını yayımlamanın zamanı geldiğine inanır.haftalık ve aylık dergilere yollar yazdığı öyküler. Hepsi yayımlanır. Roman yayımlamaya da başlar ve adını kısa sürede duyurur, övülür: “Kısa bir roman, Tiffany’de Kahvaltı, 1958’de ikinci evreyi noktaladı. Aradaki on yıl boyunca yazının hemen hemen her türünü denemiş, farklı teknikler edinmek, bir balıkçının ağı kadar güçlü ve esnek bir teknik ustalığa erişmek için çalıştım. Tecavüz ettiğim alanların çoğunda başarısızlığa uğradım tabii, ama insanın başarıdan çok yenilgilerden ders aldığı bir gerçek.” Bu şaşırtıcı yazarın öykü, kurmaca dünyasına dalıp gitmenin mutluluğu başka neyle ölçülebilir ki?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|