|
|
Açıldık, Daha da AçılacağızKategori: Türkiye | 1 Yorum | 16 Ocak 2010 02:08:38 Herkes açılamadığımızdan bahsediyor. "Kürt açılımı"ydı, "demokratik açılım"dı derken, çokları açılımsızlıktan şikayetçi. Ama aslında bir açılım gerçekleşti, daha da açılmaya gidiyor. Ne mi? Milliyetçi açılım! Kaç zamandır içimde bir kurt kımıldanıp duruyor. "Söyle ve ruhunu kurtar" diye dürtüp duruyor. Sonunda karar verdim. Söyleyeceğim ve ruhumu kurtaracağım!
Fakat önce her okumuş yazmışın, hele hele aydın geçinenlerin bildiği, fakat söylemediği, ya da unuttuğu bazı gerçekleri tekrarlamakta yarar görüyorum. İlk başta, şu ikide bir karşımıza dikilen, yarı kutsalmış gibi burnumuza sokulan “ulus”, “ulusallık”, “milletin bölünmez bütünlüğü” kavramlarına bir kez daha bakmak istiyorum. Yek vücut olmuş uluslar üzerine “Ulusal” sınırlar içinde yaşayan, tek “ulusal dil”e, tek “ulusal tarih”e, tek “ulusal kültür”e, ve daha birçok “tek”lere sahip, “tek bayrak” altında toplanmış, hazırola geçerek ya da elini kalbinin üstüne koyarak hep bir ağızdan “ulusal marş”ını söyleyen, sonra da kendisinden başka olanlara düşmanlık besleyen, bu uğurda kan dökmekten, ölmekten (şehit olmaktan) çekinmeyen ve sayısı on/yüz milyonlarla ifade edilen uluslar!!! Fransız cumhuriyetçiliğinin ve 19. Yüzyıldaki halk romantizminin icadı olan bu lafları duydukça gülesim geliyor. Sözümona Solcuların bu lafların peşinden gidişini gördükçe de ağlayasım!.. Dünyayı sarsan 1789 burjuva devrimiyle birlikte, hakim olduğu sınırlar içindeki tüm yurttaşları eşit sayan gerçek bir demokratik cumhuriyet kuruldu. Dikkat ederseniz “Fransız burjuva devrimi” demedim. Çünkü o dönemde, bugünkü anlamıyla bir Fransa’dan ve Fransız ulusundan bahsetmek mümkün değildi! Olsa olsa, o topraklarda yüzyıllar boyunca birbirleriyle didişe gelmiş olan Korsikalılardan, Basklar’dan, Keltler, Bretonlar, Galyalılar, Normanlar, Saksonlar ve Frenkler’den bahsedilebilirdi… Bütün bu halkları devrim birleştirdi. Tek bir bayrak altında ve halkın büyük bir bölümünün bilmediği, kötü bir Latince lehçesi olan ve aslında dar bir çevrede “Ille de France”da (dikkat: Fransa’da değil, Paris çevresinde) konuşulan dil etrafında birleştirdi. 1900 yılları başında, o topraklarda bugünkü Fransızca’yı konuşan insanların oranı %50’yi geçmiyordu! Bütün bu insanları birleştiren şey, onları birer “birey” ve “yurttaş” olarak, “eşitlik”, “kardeşlik” ve “özgürlük” belgileri altında birleştiren devrim ve -ne yazık ki, kısa bir süre sonra, Napolyon iktidarıyla birlikte yıkılan- demokratik cumhuriyet oldu. Böylece, değişik etnisiteye, dile ve kültüre sahip “yurttaşları” birada tutan demokratik cumhuriyetin ilkeleri unutuldu, onun yerine yığınlara kaba bir Fransız milliyetçiliği dayatıldı. Aynı karmaşayı, bugün “büyük ulus” olarak karşımıza çıkan tüm topluluklarda görebiliriz: Sözümona ulusal kimlikleri ve ortak tarihleriyle öğünen Almanların, o topraklardaki birliğinin kuruluşundan bu yana iki yüz yıl bile geçmedi. Ondan öncesi tam bir karmaşadır. Bavyeralılar, Doğu Prusyalılar, Şvablar, Saksonlar, Şlezyalılar vd. bugün bile birbirlerinden hoşlanmazlar… İtalyanlara baktığımızda, bugün başkent olan, efsaneler kalesi Roma’nın, 1861 yılında kurulan birliğe dokuz yıl aradan sonra katıldığı çoktan unutulup gitti. 1950 yılına gelindiğinde, halkın sadece %18’inin günümüz İtalyanca’sına (ilk kez Dante tarafından kullanılan Floransa dili) hakim olduğunu ise artık kimse bilmiyor! Bilmek de istemiyor… İtalyan ulusu söz konusu edildiğinde, Kuzey’le Güney’in nefrete yakın ayrılığına kimse değinemiyor. Ama Sicilyalıların, Kuzey İtalya halklarının, Venediklilerin, Napolitenlerin, Romalıların vd. hala birbirleriyle barışık olmadıklarını herkes biliyor. Kısacası, günümüzde varolan tüm uluslar, ne ortak bir etnik kökene, ne binlerce/yüzlerce yıllık ortak bir kültüre, ne de tarihteki ortak bir dile dayanmaktadırlar! Her birine ait olduğu iddia edilen “ortak efsaneler”in de aslında hiçbir ortak yanı yoktur. Bunların tümü, birbirinden ayrı, hatta birbirine düşman klanlara, sülalelere, etnik gruplara ait anlatılardan derlenerek uydurulmuş ve “ortak” hale getirilmiş hurafelerden ibarettir. Örneğin, Almanların ünlü “Niebelungen”inin güneyde yaşayan “Almanlar”la uzak yakın alakası yoktur. Roma İmparatorluğu’nun mirasına sahip çıkmaya çalışan İtalyan’a, tarihe kaba bir bakış atan herkes kahkahalarla güler. İngiliz dediğimiz insanlar, İsa’dan önce Romalıların istilasıyla başlayarak adaya gelen Anglların, Saksonların, Jütlerin, Danimarka topraklarından gelen savaşkan kabilelerin yerli Britlerle birleşmesi sonucu doğmuş çocuklardır. Meşhur Vikingler, Danimarka topraklarında yaşamış olan çok küçük kabilelerdir. Ve çoğunluğun sandığı gibi, bugünkü İskandinav toplumlarının temelini oluşturmazlar. Bu gerçek, Asya ulusları için de geçerlidir. Rusya’dan başlayarak, uçsuz bucaksız Çin Halk Cumhuriyeti topraklarında, Kore, Vietnam, Laos, Kamboçya’da, Tayland, Malezya, Endonezya’da vd. ülkelerde yaşayan milyarlarca insanın etnik kökeni, dili, dini, gelenekleri, efsaneleri, ait oldukları “ulusal” sınırlar içinde ne derecede ortaktır? “Hindistan’da Hintliler, Afganistan’da Afganlar yaşıyor, vb.” diyen, ya cahildir, ya da yalancıdır! Çünkü, örneğin Hindistan’da tarihten gelme yazılı belgelere de sahip olan 1650 dil bulunmaktadır. Bugün halen İngilizce yanı sıra resmi dil olarak tanınan Hintçe, 19 yüzyılda, dil milliyetçileri tarafından Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenmiş olan Urdu dilidir. Şu anda resmi dili “Bahaza Endonezya” olan ve Kalimantan, Java, Sumatra, Bali, Moluk’lar vd. başlayarak altı bini meskun 17.508 (onyedi bin beş yüz sekiz) adadan oluşan ve yaklaşık 240 milyonu bulan Endonezya halklarının aynı etnik kökene, dile, kültüre, tarih ve toprak bütünlüğüne sahip bir “ulus” oluşturduğuna inananlara kargalar gülsün! Geleneklerine bağlı olmakla öğünen Japonların ortak dili de 19. Y.Y.’da adalarda varolan lehçelerden derlenmiştir. Çince ise 1919’da Ulusal Meclis’te resmi dil olarak kabul edilen, Pekin civarına ait Mandarin dilinin standartlaştırılmış halidir. Şu anda hala milyonlarca insanın konuşmakta olduğu Kantonca, Hakka, Ksiyang, Minh, ve Whu dillerinin birbirleriyle sözlü anlaşmaları mümkün değildir. Hiç soruyor musunuz, ülkedeki Han Çinlileri yanısıra varolan onca etnisiteden hangi dil, kültür ve tarih ortaklıklarına dayanarak tek bir ulus yaratılabilmiştir? Hiç merak etmiyor musunuz, Güney Amerika’da uluslar ve ulusal sınırlar hangi tarihlerde ve neye dayanarak oluşmuş, daha doğrusu, oluşturulmuştur? Bu suni oluşum sürecinde, aynı dili konuşan Bolivyalılarla örneğin Şilililerin birbirlerinden nefret etmesi nasıl sağlanmıştır? Çoğunluğu İtalya kökenli, aynı zamanda Katolik olan ve aynı dili konuşan Arjantinlilerle Uruguaylılar arasındaki ulusal farklılıklar (ve hatta nefret) nereden kaynaklanmaktadır? Ya Afrika? Bu kıtada önce sömürgeciler, sonraları da emperyalistler tarafından oluşturulan yapay sınırlar içinde kalan kabilelerin uluslaştırılma öyküsü ise ayrı bir trajedidir. Lütfen dikkat edin: Kimi bilimsel araştırmalara göre yaklaşık 5000 (yazıyla: beş bin) değişik dil, lehçe ve yöre ağzının konuşulduğu, sayısız kabilelerin, boyların, etnisitelerin yaşadığı bir kıtadan bahsediyorum. Bu karmaşa içinde, bir yanda sömürgeci/emperyalist çıkarlar, diğer yanda etnik çete reislerinin bundan pay alma mücadelesi sürecinde, bölünüp parçalanan milyonlarca insanın birbirine kırdırıldığına şahit oluyorsunuz. Hiç soruyor musunuz bu “ulusal çatışmalar”ın kökeninde yatan nedir? Yapay olarak yaratılmış değerler Yukarıdaki örnekleri sayfalar boyu çoğaltmak mümkün. Asıl söylemek istediğim şudur: 1. “Ulus” kavramının dayandırılmaya çalışıldığı tüm “ortaklıklar”, yığınları aldatmak ve böylece onları birarada tutmak için 18. Y.Y. sonları ve 19. Y.Y. başlarından itibaren uydurulmuş, derlenmiş ve devlet yaptırımıyla halk okullarında, zorunlu askerlik hizmeti sırasında, medyanın da yardımıyla zaman içinde yığınlara benimsetilmiş," kutsallaştırılmış” ve “tabulaştırılmış” değerlerdir. 2. Belli bir coğrafyada, çok farklı kökenlere sahip olmasına rağmen, “ulus” olarak biraya getirilmiş milyonlarca insanı birleştiren tek bir ortak yan vardır: Kabile reisleri ve büyücülerden başlayarak, tarihleri boyunca, değişik dönemlerde o coğrafyaya hakim olan feodal beyler, prensler, krallar ve din adamları, sonradan da onların yerine geçen burjuvazi tarafından köleleştirilmiş, sömürülmüş ve onların çıkarları doğrultusunda kullanılmış olmak! Bundan başka hiçbir ortaklık YOK! Bu bağlamda, 1861’de İtalyan Çizmesi’nde yaşayan halkların birliğinin sağlanması ve günümüzdeki İtalya devletinin kurulmasında önemli rol oynayan Cavour Kontu Camillo Benso’nun şu sözleri çok anlamlıdır: “İtalya’yı yaratıyoruz. Bundan sonra da İtalyan ulusunu yaratmalıyız!” Böylece başlayan “Risorgimento” (yeniden doğuş), aslında yeniden doğuş değil, yeni bir doğuş oldu. Bütün modern uluslar, yakın tarihte işte böyle yaratıldı. Sözümona ortak değerler etrafında birleştirilen insanların, komşu da olsa kendilerinden olmayandan nefret etmesi sağlandı. Böylece yığınlar savaşlara gönderildi, birbirlerine kırdırıldı. On milyonlarca insan telef edildi. “Ulus”, “halk”, “etnik grup” vb. kavramlar, böylece insanlığın belası haline getirildi. Günümüzde dünya yüzünde sürüp giden çatışmalara, milyonlarca cana kıyılan savaşlara bakalım. Bunların çoğu, artık devletler arasında değil, aynı devlet sınırları içinde yaşayan “farklılar” arasında. Farklı olsun da nasıl olursa olsun. Kimi kendi dininden olmayanı kırıyor, kimi aynı dinden olmakla birlikte, farklı renkten olanı. Kimi farklı etnik gruba saldırıyor, kimi aynı etnik kökenden olmasına rağmen farklı bir dil konuşana. Yani, “ırk”, “ulus”, “halk”, “dil”, “din” vb. sözümona “ortak değerler” üzerine inşa edilen kavramlar, bir yanda belli bir coğrafyada yaşayan insanları birleştirmek için kullanılırken, diğer yanda, aynı coğrafyada yüzyıllardır birarada yaşayan yığınları ayrıştırmak, birbirinden koparmak, birbirine düşman etmek, birbirine kırdırmak için kullanılıyor. * * * Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu Gelelim Türkiye Cumhuriyeti’ne… Mustafa Kemal ve arkadaşları, şu andaki sınırlar içinde yeni bir devlet kurarken de aynı şey oldu. Batı’lı sömürgecilerden kurtarılan topraklarda kurulan yeni düzende, yüzyıllardır hüküm süren Osmanlı devletinden temelde farklı bir şey söylendi: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” Böylece, gücünü Allah’tan ve dinden alan ve vesayet yoluyla babadan oğula aktarılan iktidar, Padişah’tan ve çok sınırlı bir elit tabakanın elinden alınarak “millet”e veriliyordu. İyi de, ortalıkta “millet” yoktu ki! İtalyan örneğinde olduğu gibi, sıra “milleti yaratmak” işine gelmişti. Bunun için, bir ortak dil, ortak tarih, ortak kültür vb. birçok “ortaklıklar” yaratmak gerekiyordu. Nitekim, bu amaçla enstitüler kuruldu, devlet okulları açıldı, milli eğitim sistemi yerleştirildi, tarih yeni baştan yazıldı vb. Ama burası, bin yıllar boyunca çok çeşitli halkların, kültürlerin, dinlerin gelip geçtiği, hepsinin de izlerini taşıyan bir coğrafyaydı. İçine kapalı topluluklardaki insanlarda bile (kanımca) etnik arılığın kalıp kalmadığı tartışılabilecek halk(lar) ise kendisine “Türk” demeyi aklına bile getirmeyen yığınlardı. Yüzyıllar boyu, Bizanslı, Venedikli, Rus, Arap, Çerkez vb. evliliklerle soyu sopu birbirine karışmış “saray şürekası”na bakılırsa, onlar da Türk değil, Osmanlıydı. Uzatmayalım, dünya yüzünde bunca karışık bir insanlar topluluğu bulmak zordur. Tarihin cilvesine bakın ki, onlar henüz Türk olduklarını bilmedikleri tarihlerde Avrupa, daha doğrusu Batı’daki Hıristiyan dünyası Osmanlı imparatorluğunda yaşayan ve Müslüman olan yığınlara, toptancı bir yaklaşımla “Türk” diyordu. Papazlar, her “Türk” öldürenin cennete gideceğini vaaz ediyordu Yani, ulusçuluk ideolojisini yaratan da, yeni kurulan cumhuriyetin yurttaşlarının ulusal kimliğini adlandıran da Batı medeniyeti oldu! Ve ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde de, 1789 devriminde kurulan modern cumhuriyetin ilkeleri, yani etnik kökene, dile, dine vb. değil, tüm yurttaşların bağımsızlık, kardeşlik ve eşitlik içinde birarada yaşamasına dayanan bir devlet kurulamadı. Böylesi bir cumhuriyet kurulamazdı da. Çünkü, tekrar ediyorum: Ortada ne “millet” vardı, ne de kurucusu olan bir avuç asker ve aydın dışında, o cumhuriyete sahip çıkacak yığınlar! Zaten o bir avuç bağımsızlık savaşçısı da kısa bir süreç içinde, daha henüz Cumhuriyeti kurmadan -zorunlu olarak- Anadolu mütegalibesinin, ağaların, şeyhlerin ve dedelerin bir kısmıyla anlaşmalar yapmış bulunuyordu. Böylece, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da mütegalibe bölgesel hakimiyetini sürdürmeye devam etti. Cumhuriyetin kurucuları da, bir yandan devletin sahibi durumuna geldiler, diğer yandan da kendileriyle bağlaşıklık içinde olacak bir burjuvazi yaratmaya koyuldular. Eski/yeni iktidar sahipleri böylece, elbirliğiyle milyonları ezmeye, sömürmeye devam etti. Böylesi bir süreç sonucu, birbiriyle barışık, eşit haklı yurttaşların, homojen bir ulusun doğmasını beklemek, göle maya çalmaktı. Nitekim de olmadı! Geçen yıl, “Ebru” adlı bir fotoğraf sergisinde, Anadolu’da yaşayan 41 (yazıyla kırk bir) birbirinden farklı kültürden -farklı etnik kökenden gelen, kimi hala kendi anadilini konuşan, değişik dinlere bağlı- insanların, geleneksel giysileriyle çekilmiş fotoğraflarını gördüm. (Atila Durak adlı fotoğraf sanatçısının bu sergisini herkes görmeli.) Bu sayı, sadece sanatçının dolaşabildiği yerlerden ve tanışabildiği insanlardan. Dahası da vardır… İşte size 1921’de tek bir dil, tek bir kültür ve ortak bir tarihe sahip olduğu iddiasıyla, “hepiniz Türksünüz” denerek, tek bir bayrak altına toplanarak oluşturulmuş Türk ulusu! Bunları birleştiren nedir? Etnik köken mi, din mi, mezhep mi, anadilleri mi ilh.? Bu konglomerattan, ulus teorisyenlerinin -ve ne yazık ki Solcuların- ulusu oluşturduğunu iddia ettikleri “ortaklıklar” temelinde bir ulus doğamazdı. Anadolu topraklarında, bin yıllar boyunca gelmiş geçmiş ırkların, etnisitelerin, kültürlerin torunları olan -ve bir biçimde bu mirası içinde taşıyan- milyonlarca insanı yek vücut haline getirebilecek tek bir şey olabilirdi: TÜM yurttaşların önkoşulsuz olarak, eşit haklı ve özgürce, ezilmeden, sömürülmeden birarada yaşadıkları bir cumhuriyet! Olmadı, olamazdı da! Neden derseniz, yukarıdaki koşullara uygun bir cumhuriyetin hangi sosyo-ekonomik-politik sistemde gerçekleşebileceğini düşünerek, yanıtı kendiniz bulun. Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerinde kurulacak yeni bir cumhuriyetin, o ülkede yaşayan tüm insanları biraraya getirebilmesinin, ortak tarih vb. soyut değerler üzerine değil, ancak ve ancak, etnik kökenine, anadiline, dinine vb. bakılmaksızın tam bir eşitlik içinde birarada yaşayabilecekleri bir demokratik cumhuriyet olabileceğine işaret etmiştim. İşte bu olamadı! Onun yerine, devlet eliyle yaratılan/yazdırılan tarih, dil, kültür ve devlet eliyle denetim altında tutulan bir ulusal aidiyet ve Sünni İslam inancı dayatıldı insanlara. Ama sadece bunlar onca çeşitliliği tek bir ulusa dönüştürmeye yetemezdi. Milyonları biri birine bağlamaya yarayacak çok daha etkin bir kaynak malzemesi vardı: Düşmanlar! “Türk milleti, dört bir yandan düşmanlarla kuşatılmıştır. Ve bu düşmanlar sadece dışarıda değil, içerde de bu ‘milleti’ parçalamak, genç cumhuriyeti yıkmak için sürekli faaliyet halindedir!” Devlet politikasının temeli işte bu paranoya üzerine kuruldu ve bir kara bulut gibi bu ülkenin üstüne serildi. Devletin ordusu ve polisi, gizli teşkilatları, “içteki ve dıştaki düşmana karşı uyanık durmak, en acımasız yöntemlerle bu düşmanlara karşı savaşmak ve onları yok etmek”le görevlendirildi. Çocuklar, devlet okullarında, ilk sıralardan başlayarak bu korkuyla yetiştirildiler. Kimdi bu düşmanlar? Tüm sınır komşuları, Yunanlılar, Bulgarlar, Ruslar, Araplar (ve mahcup bir şekilde) İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı vd. ile çoğu Batılı devletler… Ama bu kadarcık düşman yeterli değildi. Dahası da gerekiyordu: Komünistler, Sosyalistler, genel olarak tüm Solcular ve bunların “yurt içindeki uzantıları”… Bu liste uzayıp gider... Aslında tek tek saymaya da gerek yoktu. Formül çok basitti: “Bana/bize benzemeyen herkes düşmandır! Görüldüğü yerde başı ezilmelidir!” İşte bu formülle, yüzyıllardır bu topraklarda yaşamakta olan farklı dinlere ve etnik kökene mensup Rumlar’a, Yahudiler’e, Ermeniler’e, Suryaniler’e, Kürtler’e, Lazlar’a, kısacası “Özüm, sözüm Türktür.” ve “Elhamdürillah Müslümanım” demeyen herkese düşman gözüyle bakıldı. Sözü Türkmüş…Çocukluğumda, Trabzon’un yayla köylerinin çoğunda Rumca konuşulurdu. Düzce, Hendek civarında yol sormak için, özellikle Türkçe bilen birini aramak zorundaydınız. Çünkü çoğunluğun anadili ya Çerkezce ya da Abazaca idi. Antakya’ya indiğinizde çoğu dükkanlarda Arapça alışveriş edebilirdiniz. Doğu’da çoğu bölge zaten ya Kırmançi ya Zazaca konuşuyordu. Doğu Karadeniz şeridinin anadili Lazcaydı… Devletin ilkokullarında, ordunun “Ali okullarında” buraların çocuklarına ve gençlerine bu “öz” ve “söz” öğretilip, ezberletildi. Buna uymayan da karşısında yasaları, jandarmayı, polisi buldu. Sınır boylarında savaşmak söz konusu olamazdı ama içerdeki düşmanlarla sürekli olarak savaşıldı. Kan dökerek, idam cezaları keserek, insanları hapislerde süründürerek, işkence tezgahlarına yatırarak, devlet memurluklarından azlederek, her türden yaptırım uygulayarak… Böylece, varolan yasalar, baskı ve devlet terörü karşısında, bazı insanlar hak mücadelesini başka yerde aramaya yöneldi. Dağa çıkıp silaha sarıldı. Bunlar doğal olarak terörist ilan edildi. Ama her şey göreceli. Devletin “terörist” dediğine kimileri “özgürlük savaşçısı” dedi. Devletin “terör hareketi” ilan ettiği örgütlenmeye kimileri “silahlı halk hareketi” dedi. Devlet, birilerini “düşman” ve ”terörist” ilan ederek, gerçekten düşman ve terörist haline getirirken, sayısı belirsiz insana da silah, cephane dağıttı, maaş verdi. Bunları da “korucu” ilan etti. Neyi “korudukları” belli olmayan, çevrelerinde birer terör unsuru haline gelen bu insanlara kim ne demeliydi? Böylece devlet eliyle yaratılan düşmanlık sonucu, nice cana kıyıldı, nice milyarlarca dolar harcandı. Kimse ne dökülen kanın, ne de harcanan paraların hesabını soramadı. Bu paraların hangi kasalara aktığını kovuşturamadı. Böyle bir şey olamazdı. Çünkü, söz konusu “düşmanlar” olunca işleyen tek bir yasallık vardır: “Ya benden yanasın -benim koroma katılacaksın! Ya da düşmandan yanasın -susturulacaksın, hapsedileceksin, işkence göreceksin, o da yetmezse yok edileceksin!” Ne var ki, düşmanların başı ezilmekle bitmedi. Ve “ düşmanlar” varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. …Ve işte bugünlere geldik: Senin düşman ilan ettiğin de sonunda seni düşman ilan etti. Rüzgar ektin, fırtına biçiyorsun -hayır- fırtına ektin, tufan biçiyorsun! Ve hala vazgeçmiyorsun. Biçtiğin hasadı, aynen gerisin geriye ekiyorsun. Bundan sonra ne biçmeyi bekliyorsun? * * * Anayasa Mahkemesi DTP’nin kapatılmasına karar verdi. Anayasa Mahkemesi Başkanı (kendinden emin olamadığı için olsa gerek) kekeleyerek, duraksayarak, kötü bir Türkceyle kararı açıkladı. Herkes de kararın hukuka uygunluğunun tartışılamayacağında birleşti. Ne yazık ki, unutulan bir şey var: Hukuk, aslında devlet yaptırımının, hakim sınıfın devlet politikasının birçok yansımalarından biridir. (Hukukmuş, parti politikasıymış, hepsi laf-ı güzaf!) Bu karar da, devletin kuruluşundan bu yana izlenen çizgiye tam uygunluk gösteren bir politik karardı. Kim ne derse desin. Artık Türkiye’de Türklerin dışında Kürtlerin varlığını kimse inkar edemiyor. Bunu ülkenin demokratikleşmesine değil, yıllar boyu inkar edilen, inkar kar etmez hale gelindiğinde de “düşman” ilan edilen bir etnik grubun kendi kimliği için verdiği mücadeleye borçluyuz. Fakat baştaki formül ve bu formüle uygun düz mantık hala geçerli. Senin gibi olmayı reddedenleri “düşman” gösterme ve başını ezme olanakları da hala tükenmiş değil: „Kürt hareketi eşittir terör. Terörün başı ezilmelidir. Öyleyse Kürtlerin demokratik hakları için mücadelesi de ezilmelidir.“ Böylece partilerinin kapatılmasına olan tepkilerini sokaklara taşıyan insanlar „düşman ve provokatör“ ilan ediliyor. Ama kalaşnikofla göstericilere saldırıp adam öldürene „dükkanını savunma hakkı doğmuş vatandaş “ gözüyle bakılıyor. İstanbul’un ortasında elinde tabanca (kurusıkı da olsa), insanların üstüne namlu doğrultup, ateş eden ister istemez tutuklanıyor ama hakim kararıyla serbest bırakılıyor. 60’lı yıllardan bu yana, bildiğimiz-bilmediğimiz provokatörleri, faşist çetelerden derlenmiş katilleri Sol’un üstüne süren, içine sızdıran, provokasyonlar düzenlemelerini sağlayan, kan dökmelerine göz yuman açık/gizli/derin devlet(ler)in mevcut olduğu, ordunun üç kez darbe yaparak, nice “düşmanlar”ı yok ettiği, hatta başbakanları, bakanları idam ettiği bir ülke Türkiye. Eh, bu kararı veren hakim bu devletin hakimi, kararı dayandırdığı yasa da bu devletin yasası olduğuna göre… Görüyoruz ki, bunca yıl sürdürülen bu “düşmanlara karşı mücadele politikası” sürecinde, düşman bitmedi. (Sen yaratmaya devam ettiğin sürece düşman zaten bitmez.) Ama başka bir şey oldu: Hoşgörüden nasibini alamamış milyonlarca insan yaratıldı! Kendisi gibi olmayana tahammül edemeyen, kendisi gibi düşünmeyeni düşman gören milyonlar… Ve bu hoşgörü tanımayan insanlar yüce devletlerinden öğrendiklerini uygulamaya koyuldular: Tartışmayı değil, tekme tokat dövmeyi; birlikte özgürce ve barış içinde yaşamayı değil, kendine benzetmek için baskı altına almayı, benzeşmeyi kabullenmeyeni mahalleden sürmeyi, yeri geldiğinde vurup öldürmeyi seçtiler. Ve bu arada bir millet yaratılamadı ama aşırı milliyetçilik ve onun da ötesinde gözü kara bir şövenizm yaratıldı! Etme bulma dünyası… Devletin düşmanlıklar politikası, daha önce de kaç kez kahvede, sokakta tekme tokatla, tek tek cinayet olaylarıyla bitmedi. Kimi zaman katliama dönüştü. 6-7 Eylül olaylarında, Kırıkhan’da, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta devletin polis ve jandarması katillere göz yumdu. Olayların ardından devletin başbakanı, bakanları, valileri, kaymakamları katliamcıları savunur laflar ettiler. Çünkü katledilenler “düşman”dı. Dağa çıkana terörist dendi. İyi de, köyde cebine maaş, eline silah verilip çevresini haraca kesene ne dendi? Komünistlerin boynuna “vatan haini” yaftası asılırken, faşist çetelerden derlenerek ortalığa salınan profesyonel katiller “bizim vatansever çocuklar” oldu. Çatışmalarda hayatını kaybeden erler “şehit” ilan edilip, bayraklara sarılı tabutlarının başında nutuklar çekilirken, ölen Kürt gençlerinin cesetlerinin ne olduğu bilinemedi. Bölünmek ve parçalanmak… Şimdi kimileri “milleti birbirine düşürüyorlar” diye feryat ediyor. Bu korku hiç de yersiz değil. Tek bir ulus çatısı altında toplanmaya zorlananlar şimdi bölüm pörçük oluyorlar. Türklüğü benimsemiş olanlarla etnik kimliğine sahip çıkanlar, Sünnilerle Aleviler, bir cemaatten olanlarla başka cemaatten olanlar… Say sayabildiğin kadar. Birileri bir başkalarını bölücülükle suçluyor. Herkes suçlanana bakıyor. Suçlayana bakmaya kimse yanaşmıyor. Ve şu soruyu yüksek sesle sorup, yanıtını daha da yüksek sesle vermeye cesaret edemiyor: Soru: Bu ayırımcılığı, bölücülüğü ve düşmanlığı, asıl kim başlattı? Yanıt: Devlet! İmam yıllar boyunca o..rdu, şimdi cemaat s..maya başarsa ne olacak? Bugüne dek “düşman” ilan edilen herkes, hem senin hem de birbirinin gerçekten düşmanı haline gelirse ve senin onlara yaptığını toplu olarak birbirine yapmaya başlarsa ne yapacaksın? Bugüne dek en başta kendi uyguladığın hoşgörüsüzlük politikasının giderek halk arasında daha da yayılması ve toplu eyleme dönüşmesi karşısında ne önlem alacaksın? * * * Açılım nereye açıldı? İşte bu geçmişin gölgesinde bir “açılımdan söz edildi. Ne olduğu belirsiz açılım, önce gizli dosyalarda kapalı kaldı. Sonra, kapılar ardında bir kısmı kapanıp karanlıklara gömüldü. Bu arada herkesi, en başta düşmanlık politikasının savaşçılarını bir telaş aldı. Kimi Solcular, Sosyal Demokratlar bile sarsıldı. Kimileri “açılımla bizi kapatmak istiyorlar” diye karşı durdu. Kimileri “vatanın ve milletin bölünmezliği için” dağa çıkma tehditleri savurdu. Ortalık toz duman oldu. “Bu silahlı insanlar bu devletin düşmanıdır.” (Doğru… Senin düşman ilan ettiğin insanların seni dost bilmesini nasıl beklersin?) “Bunları destekleyen ve ülkeyi bölmek isteyen dış güçler vardır.” (Bu da doğru… Çıkar farklılıkları olduğu sürece dünyada tüm devletler birbirinin düşmanıdır, sen bu kuralın dışında mısın?) “Kürt hareketi feodal unsurlara dayanıyormuş, feodal ilişkiler içindeymiş, vb.” (Doğru… Buna karşı sen seksen yıl boyunca Doğuda ve Güneydoğu’da toprak ağalarını desteklemekten, yoksulu daha yoksul hale getirmekten başka ne yaptın?) Bunlar gibi terane çok… Artık bu tür söylemleri bir yana bırakarak, kendisini dayatan hayatın gerçeklerine bakma zamanı gelmiştir. Şimdi herkesin -en başta “vatanım bölünüyor” korkusu taşıyanların- tartışmasız kabullenmesi gereken bir gerçek karşısında bulunuyoruz : Tek bir ulus yok! Tek bir din camiası yok! Türkiye Cumhuriyeti’nde, değişik ulusal kimlikleri olan, değişik etnisitelere mensup olan, farklı dinlere ve mezheplere inanan milyonlarca insan birarada yaşamaktadır! Ama bu gerçeği kabullenmek yetmiyor. Çözüm, devletin yıllar boyu uygulaya geldiği politikayla körüklenen ayırımcılığa son vermekte; farklılıkları düşmanlık olmaktan çıkararak zenginlik olarak algılanır hale getirebilmekte yatıyor… Bu zenginliği oluşturan tüm insanların tam eşitliğini sağlayacak bir demokratik anayasa yaratmakta yatıyor. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumu oluşturan tüm etnisitelere, sınıf ve katmanlara düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanımakta yatıyor. Kısacası, yapılması gereken şey, bu cumhuriyeti temelden demokratikleştirmek ve giderek gerçek bir demokratik cumhuriyete dönüştürmektir. Bunun için de yapılması gereken çok iş, yürünmesi gereken çok yol var önümüzde. Çünkü, “demokratik cumhuriyet” denince işler büsbütün karışıyor, çelişkili bir yumağa dönüşüyor! Ve bir temel soru gündeme geliyor: Bütün bunları kim yapacak? - Kendi içlerinde bile demokratik ilişkilere izin vermeyen burjuva partileri mi? Düğmelerini ilikleyip, ellerini kucağında kavuşturup, başını öne eğmeden başkanlarının karşısında duramayan, “lider sultası” altında sözümona politika yapan -politika yapmaktan çok iş takipçiliği yapan- milletvekilleri mi (bir azınlığı ayrı tutuyorum)? - Sosyal Demokrat olduğu iddiasıyla ortalıkta dolaşan, ama bu akımdan hiç nasibini alamamış; bırakın seçmenlerini, aktif üyeleri bile Sosyal Demokrat olmayan, zaman zaman MHP’yi çağrıştıran milliyetçi çıkışlar yapabilen bir Parti mi? Yoksa İslami tarikatların etkisi altında politika yapan, takıyyesiyle ünlenmiş, ülkede bir İslami düzen kuracağı korkusu yayan bir parti mi? - Yıllarca bastırılmış, hakları yenmiş olmanın öfkesini taşıyan, Sosyalist idelerden esinlendiği söylemine karşın, hem çevresinde hem kendi içinde feodal ilişkilere yaslanan; doğası gereği katı bir savaş disiplininden başka bir şey tanımayan eli silahlı Kürt hareketi mi? İki milyondan fazla seçmenin oyuyla meclise seçildiği halde eli bile sıkılmayan, toplantılara davet edilmeyen, medyada görmezden gelinen, her yandan abluka altına düşmüş, devlet kurumlarının baskısı altında tutulmaya çalışılan Kürt politikacılar mı? - Ve bu arada avazı çıktığı kadar bağıran her boydan ve soydan milliyetçiler, ırkçılar, şövenistler… Özünde demokrasiye yabancı ve hatta demokrasi düsmanı olan bu güçler mi demokratik açılımlara öncülük edecek? Bunların hiç birine güvenim yok! Hiçbiri bana umut vermiyor. Ve ne yazık ki, bu görevi asıl başarabilecek olanlar, toplumun en geniş kesimlerinin demokratik haklarının gerçek savunucusu olabilecek ve demokratik dönüşümlerin lokomotifi görevini üstlenebilecek olanlar ise ortalıkta görünmüyor. Ne güçlü ve yıgınsal öncü partileri var, ne yurt çapında etkinliği tartışılamayacak sendikaları, ne de faal yığın örgütleri. Herkes konuşuyor ama onlar ya suskun, ya da çikardıkları cılız sesleri sadece kendileri duyabiliyorlar. Sanki sessiz film gibiler. Ağızlarını açıyorlar ama sesleri çıkmıyor. Ve onlar konuşacak hale gelmeden ne köklü demokratik dönüşümler olabilir bu ülkede, ne de yoksulluğa mahkum olduğu için “demokrasi” filan düşünemez hale gelmiş milyonlarca insanın kurtuluşu. -Devamı gelecek yazıda. Cemil Fuat Hendek (Bir yılın son gününü böylesine karanlık, düşüncelerle kapatmak ne kadar hüzün verici! Yine de… Herkese yeni yılda sağlık ve esenlikler dilerim. Ayrıca, emekçi halkların barış ve özgürlk içinde, her türlü sömürüden kurtulmuş olarak yaşayacağı güzel günler için savaşanlara da başarılar...)
Yorumlarozum
{ 18 Ocak 2010 14:13:04 }
Kendi icinde celiskilerle dolu bir yazi. Toptan zaman kaybi okumak..
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|