Düşüncenin merkezine bir kavramı oturtmak ile düşüncenin merkezine bir olguyu oturtmak veya bir nesneyi oturtmak arasındaki ayrımı görmek için ortaçağdaki düşünceyi biraz daha inceleyeceğiz. Düşüncenin merkezine soyut kavramsallığı koyacağız; böylece soyut kavramsallığın nitelikleri biçimleri, bunların doğurduğu bilinç durumları ile ilgili düşüncemizi irdelemeye çalışacağız.
Dolayısıyla kendi üstüne katlanan yansımalı düşüncenin ya da özneye dönüşün, öznenin bakışını nesneden çekip kendi üzerine döndürmesinin yolunu izleyeceğiz.
Arkaik dönemlerle tarihsel olanlar arasında yaşamın değerlendirilmesi veya yaşamı içselleştirmek, yaşamak anlamında birçok özellikli ayrımlar var. Ancak bizim bu çalışmamıza özgün bir ayrımı M. Eliade’nin Ebedi Dönüş Mitosu’ndan izleyebiliriz.
Arkaik ve geleneksel toplumların insanıyla Musevi Hıristiyanlığın güçlü etkilerini taşıyan modern toplumun insanı arasındaki başlıca fark; arkaik olanların kendisini kozmosla ve kozmik ritimlerle ayrılmaz bir biçimde bağlantılı olarak görürken, diğeri yani tarihsel olanın yalnızca tarih ile bağlantılı olduğunu iddia etmesidir.
Yani modern insan kendisini tarihsel olanda görüyor ve kendi içsel bağını tarihselliğinde kurguluyor. Dolayısıyla tarihsellik somut bir kültür öğesini taşıyor. O somut kültür öğesinin o somut insanı belirlediği savı var, ama arkaik toplum böyle değil. O kozmosla ve kozmik ritimlerle (güneşin doğuşu-batışı, ayın hareketleri, mevsimlerin belli aralıklarla kendilerini tekrar etmesi vb.) kendini bütünleştiriyor. Başka deyişle kozmosta olan olaylarla hatta o dönemde Astroloji, gök biliminin çok ilerlemesinin bir nedeni olmuştur. Sürekli gök gözlemleri ile kendisini özdeş kabul eden bir insan anlayışı var: Mevsimlerin gelmesi, güneşin doğup batması aslında birer yanılsama olmakla birlikte o zaman için bunlar birer gerçeklik olarak kavranmış. Aslında birer realitedirler, yanılsama realitesi tabi, ama hakikat değiller yani belli bir yasalılık içinde tanımlanmış değiller. Bu güneşin doğup batması ritmi, bir sürekliliği ve güvenilirliği oluşturuyor.
Arkaik insanın genel davranışlarında ne dışsal dünyanın nesneleri ne insani eylemler kelimenin tam anlamıyla özerk, kendine ait bir değere sahip değiller.
Nesneler ya da eylemler onları aşan bir gerçekliğe şu ya da bu tarzda katılmakla değer kazanırlar; yani herhangi bir eylem, bir insan edimi tek başına bir değer taşımıyor.
Onun kendisini aşan bir gerçekliğe hizmet ettiği düşüncesiyle ona bir değer yükleniyor. Bu bir olay için de böyle, bir nesne için de böyle yani güneş yalın, modern bir anlamda, bilimsel anlamda arkaik topluma hiçbir şey söylemiyor. O zaman salt bir doğa parçası, ama güneş hayat veren, insan hayatının bütün safhalarını kapsayacak olan ilk kaynağı oluşturması açısından dinsel bir öğedir de. Ona tinsellik yüklenmektedir ya da o nesne olarak var olmasından daha farklı bir şeye katılmakla anlam taşımaktadır. Bu nedenle bütün doğa nesneleri yaşam öğeleriyle ilişkili olarak düşünüldüğünde yaşamı anlamlı kılan tinsel bir boyut kazanıyor arkaik toplumlar için.
Bu anlamda arkaik toplumların sanatını da yaratan davranış olarak sanatın kaynağının kültürel (kültürleştirme anlamında) yani fantastik, tasarımsal bir şey olmadığını, gereksinimden doğduğunu ve o gereksinimin daha çok yaşamı anlamlı kılmak gereksinimi olduğunu söylemek olanaklıdır. Dolayısıyla sanat, felsefe, bilim ve psikoloji bu noktada kesişiyor, tam da bu noktada kesişiyor, çünkü yaşamın anlamlı olması psişeyi yaratıyor.
İnsan psişesi yaşamın anlamı üzerine kurulan bir şey, ve yaşamın anlamını yitiren insan giderek psişesinde dağılma, parçalanma, kopma ve patolojik durumlara kadar giden bir süreci yaşıyor. (geri dönüş).