|
Beni merak etme, alçalıp alçalıp yükseliyorum...Kategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 10 Nisan 2009 14:49:04 Yazmak üstüne düşünmeyen insan nasıl üretir? "dünyaya yazmak biçiminde çıkmak"tır bir açılımdan, bir yazma eyleminden söz edilecekse. Harfleri yerinden oynatmadan, onlara duygu, düşünce, anlam, imge... yüklemeden şiir, roman, öykü, mektup, anı, günlük, oyun, deneme... yazılabilir mi? Edip Cansever'in "Şiir Üzerine Yazıları"nı elimden bırakamıyorum.
Berlin Günceleri 23 - 29 Mart 2009 23 Mart, Pazartesi Medyanın gücünü mü gösteriyor Bezmen’lerin sanayici olarak yıkılışı? 90 yıllarda vergi kaçakçısı, tarihi eser kaçakçısı... diye gazetelerin neredeyse tek haber kaynağı Bezmen’lerdi. Hangi gazeteciydi bu konuda silahşor kesilen ve ulusal kahraman gibi Bezmen’lerin üstüne durmadan giden? Medyanın kışkırtmasına, aile içi dağılma ve dalgalanmalara bir de bankaların baskısı girince büyük, köklü bir sanayi kuruluşu yerle bir oldu. O zaman Bezmen’lerle ilgili haberleri gazete ve televizyonlardan izledim ben de başkaları gibi. Olaydan bir şey anladığım söylenemez ve medyanın yönlendirmesi etkileyiciydi elbette. Hukuk dışı ne çok şey devreye sokulmuş o dönemde. Bunu o zaman nereden bilebilirdim ki. Bunu Halil Bezmen’in anılarından anlıyorum. Her şeyi olduğu gibi anlatıyor Halil Bey. O günlerde çığırtkanlık yapanlar bu anıları okudular mı acaba? Bir aileye, bir insana haksızlık yaptıklarını, Amerika da bile peşine takıldıklarını, hapis yatmasına neden olduklarını, onca acı çektirdiklerini... hiç düşündüler mi acaba? Oysa onun anılarında kin, nefret yerine ne kadar insancıl bir anlatım hakim. Olanlara acı acı gülümsemekle yetiniyor yalnızca. Kendi hatalarını da sergilemekten çekinmiyor Halil Bey ve şöyle soruyor: “Bütün bunlar niye oldu? Aslında sadece fabrikalarımı iyi işletmek için uğraşıyordum. Holywood’da macera filmi çevirmiyordum ki. Üretimini dünyanın en yüksek standartlarında gerçekleştirmek isteyen bir mühendis-işadamıydım. Bu kadar tehlikeli bir iş miydi bu?” Bu sorulara kim yanıt verecek bugün? Çok okuyan ve ülke ve dünya sorunları üstüne düşünen, İsviçre’de eğitim görmüş, 2-3 yabancı dil bilen bir makine mühendisinin ve ailesinin ve de fabrikalarının başına gelen bu ilginç öyküyü okurken ülkemden, medyadan, hukuktan... çok korktum. Her an aynı tezgâhlar yeniden birilerinin başına gelebilir diye düşündüm. Çok şey değişmedi hâlâ ülkemizde. Onun yazdığı Momo’nun Olağanüstü Maceraları romanını okumaya başlayacağım. Ama Halil Bezmen’in sorusu hep beni meşgul edecek yanıtını bilmeme karşın: “Neden?” Gonca Özmen’in şu dizesi aklıma geldi birden: “Hem siz lütfen beni biraz unutur musunuz?” (Akatalpa, Mart 2009) 24 Mart, Salı Banyoda fayanslar döşenirken eksik kalan bir köşe vardı öyle durup duran. Öğleden önce bu sevimsiz işle uğraştım. Alçı plakadan bir üçgen kestim birkaç başarısız denemeden sonra. Ortasına delik açtım. Böylece yarın bu üçgeni monte edeceğim o köşeye ve bir de şık gece lambası takacağım. Böylece evdeki bir rahatsızlık veren sorunun üstesinden gelmiş olacağım. Evdeki tamiratları sıraya koydum ya, rahatladım. Öteden beri mutfakta yapılacak ufak tefek işler var kafamı meşgul edip duran. Tamirat işi bana göre değil ama kimi çağırıp da yaptırayım evdeki bu ufak tefek can sıkıcı işleri? Ne kadar, kitaptan, şiirden, yazmadan yana olsa da gönlüm ve yaşamım, hayatın başka pratikleri de çıkıveriyor karşıma bir patika oluşturarak. O dar yolda da yürümeye çalışmak gerekiyor günlük yaşamın dayatmasına katlanarak. Hava nasıl da değişken bugün. Banyo penceresinden gördüm ilkin lapa lapa kar yağdığını.Çiğdemler mahvoldu! Sonra güne açar gibi oldu, salon apaydınlıktı bir ara. Sonra gök gürledi. Fırtına çıktı. Ortalık birden karardı. Işıkları yaktık. Ardından yine aydınlandı ortalık. Kar durdu. Yerler bembeyaz. Karlar hızla eridi. Güneş çıkar gibi oldu. Hava yine karardı. Işıkları yine yaktık. Yeniden kar serpiştirmeye başladı. Güneş çıktı bir yerlerden. Hava birden, hızla karardı. Işıkları yine açtık. Lapa lapa kar yağmaya başladı. Nasıl da can sıkıcı bir durum! Hulki Aktunç: “Deniz ne küçükmüş şaraptan” (Şiiri Özlüyorum, Ocak-Şubat 2009) 25 Mart, Çarşamba e mail: “...geçmişi silmeye çalışmak ne kadar zor... ne kadar zor onca şeyi atlattığını sanmak ve aslında atlatamadığını bilmek. Ölüm insanın canını acıtır mı diyor biri... hayır diyorum... ölüm bilgeliğe ermektir... aslında hepsinin sanrı olduğunu fark ediyorum sonradan... ateşim çıkmış oluyor... kimse çorba pişirmiyor... annem bana küs... yemek yemiyormuşum... kaşınmaya başlıyorum... doktorum sinirden diyor... ne kadar güçsüzüm ve ne kadar güçlü... Kimse benimle konuşmuyor. Onlarla artık hiçbir şeyimi paylaşmak istemediğimi söylüyorum. En çok benim canım acıyor, fark etmiyorlar. Güçlü müyüm sahi?...O kadar yoldan geçtikten sonra, ne kadar güçlü kalınabilir? Neden ağlayamıyorum? Neden bir damla da olsa akmıyor gözyaşım, neden? Bomboşum ama dopdoluyum da. Neredeyim bilmiyorum. Deliriyor muyum gerçekten, bilmiyorum. Yaşıyor muyum gerçekten, onu da bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Kendime dair bildiğim hiçbir şey yok ve diğerlerine ve sana dair ve kimseye dair... yok oluyormuşum gibi yavaş yavaş...” e mail: “Oram buram demeyen, soğuk, soğuk, buz gibi bir şiir yazmak istiyorum.” “Buz, dil deyince, kışın su içerken dilimizin musluğa yapıştığı geldi aklıma.” “Gitmeseydiniz kim gelirdi kıvrımlı bu yalnızlığın ormanından aşkla” (Azad Ziya Eren, İmagine, Özenle Unutulmuş Parçalar) 26 Mart, Perşembe e mail: “dosya hazırlama stresi içinde ben de buralarda helak oluyorum. Ana yiyecek maddem çikolata oldu. Ne kilolar aldım, bir bilsen. VHS’te (Halk Yüksek Okulu) verdiğim şark bezemeleri kursum dün bitti. Müdüre hanım ortaya çıkan çalışmaların mutlaka fotoğraflarını çekmemi istedi. Bu kadın çok öngörülü. Diyor ki, ileriki yaşamında bu ürünler sana en az 3-4 kez lazım olacak. Hiç duymadığı bir kombinasyon tekniği denedim, ve sonuç başarılıydı. Şimdi mülteci çocuklarıyla yaptığımız maskelerin aynısını ellerle de yapacağız. Aralarında bir Vietnamlı çocuk var, 5 yaşına kadar ellerini annesi hiç kullandırmamış. Beslenmiş, giydirmiş vs. Çocuk fırça tutmakta bile zorlanıyordu. Bu çocuk için özellikle de ellerin alçı kalıbını çıkardıktan sonra çiçeklerle dolu çayır gibi boyayın, diyeceğim. Geçen maske çalışmamızda da ‘bir beyaz leke görmek istemiyorum’ demiştim. Çok eğlenmişlerdi. Şimdi ellerini istedikleri gibi şekil verdirip kalıbını çıkaracağız, sonra da suluboyayla boyayacağız. Benim adımı ezberlediler. Bu bana o üzgün ve kötü beslenen çocukların vereceği en güzel armağan.” Bir şiir ufuk çizgisine doğru yelken açıyor içimde: “Beni merak etme Alçalıp alçalıp yükseliyorum” 27 Mart, Cuma Edip Cansever’in Melisa Gürpınar’a yazdığı mektuptaki can alıcı şu cümlelerin altını çiziyorum düşüne düşüne: “Yazmak diyorsun ya, yazmak yani, kolay mı sanıyorsun bunu? Neyi yazmak, niye yazmak, nasıl yazmak, demiyorum. Yazmak yalnızca. Çok yapay bir şey! Ve yazmak üzerine yazılan her şey, sanki bu yapaylığı gizlemenin bir yolu. Bir şiir yazıyorsun; ne demek bir şiir yazmak? Bir şeyi duydun, düşündün, bunu başkalarına iletmek istedin. Olacak iş mi bu. Biz bir şeyi güzel bulduk mu kendimize saklarız onu; kimseye vermek, bölüşmek bile geçmez aklımızdan. Ama şiire gelince... Olmuyor...” Yazmanın paylaşılması ve yazmanın kendisi üstünde düşünmek için bir kez daha okuyorum yukarıdaki cümleleri. Sonra şu cümleler üzerinde düşünmeye başlıyorum: “Bence bir anlamı var yazmanın, dünyaya yazmak biçiminde çıkmak. Sanki bir yazı makinesi gibi. Gördüğün, duyduğun, düşündüğün, vb. durmadan harflerini oynatıyor senin.” (Şiiri Şiirle Ölçmek, YKY). Yazmak üstüne düşünmeyen insan nasıl üretir? “dünyaya yazmak biçiminde çıkmak”tır bir açılımdan, bir yazma eyleminden söz edilecekse. Harfleri yerinden oynatmadan, onlara duygu, düşünce, anlam, imge... yüklemeden şiir, roman, öykü, mektup, anı, günlük, oyun, deneme... yazılabilir mi? Edip Cansever’in “Şiir Üzerine Yazıları”nı elimden bırakamıyorum. Kitapta “söyleşiler” ve “soruşturmalar”a verdiği yanıtlar da var. 28 Mart, Cumartesi Hummalı bir biçimde Gösteri’nin yazısına daldım paldır küldür. Yabancı olma hallerinden Savkar Altınel’in Tepedeki Yabancı kitabına oradan da Fernando Pessoa’nin Ophélia’ya Mektuplar’ına geçiverdim bir solukta. Ardından anılarıyla, gözlemlerini, izlenimlerini öykü tadında şiirleştiren Nihat Ziyalan’ın Tomurcuk Sevda’sına yumuşak bir geçiş yaptım. Adil İzci’nin “aşk imiş”teki şiirleri de köşeli değil, hiç sivri değil, tersine korolarla ağırlanan kuş ormanıyla, çiçeklerle beslenen bir hevesli gibi geleneksel ve çağdaş motiflerle bezeli, bu şiirlerle de yol aldım epeyce. Onun Heyamola yayınlarının Türkiye’nin Kentleri dizinde çıkan anılarıyla, izlenim ve gözlemleriyle bezeli Eski Bir Niğde kitabına da değinmeden yapamadım geçmişin o solgun ve soluk merdivenlerinden inerek. Ardından çok kapılı, pencereli, odalı Özenle Unutulmuş Parçalar kitabıyla Azad Ziya Eren’in şiirinin coğrafyasına, mitolojisine, tarihine, diline, kültürüne... sokuldum soluk soluğa. Sırada Enis Batur’un Ada Defterleri var. Böylece bu altı can alıcı, beni yakıp kavuran kitabın dünyasına yumuşak iniş yapıverdim bugün öğleden sonra. Kapalı, sağanak yağışlı havaya baka baka iç çekmeden ve sinirlenmeden masamda dizelerin, imgelerin büyülü fotoğraflarına dalıp çıktım. Türkiye’deki seçimi, helikopter kazasını... unutup gittim. 29 Mart, Pazar Masada enfes yiyecekler. Sayarsam Çerkestavuğu, sarımsaklı brokoli, enginar, sebzeli pilav, fırında et... başta geliyor. Tadına vara vara iki duble rakı içtim. Bir gözüm masadaki yiyeceklerde, öteki televizyondaki seçim sonuçlarında. Ankara, İstanbul’u CHP’nin aldığını düşündük bir ara, sevindik, masadakiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde (televizyon seyretmekten alışkanlık işte) umudumuz yelken indirdi. Antalya’da başkanlık koltuğunun el değiştirmesi ayrı bir sevinç yarattı. Cumhurbaşkanı’nın atamadığı Üniversiteler Arası Kurulun’un başkanı Antalya belediye başkanı seçildi. Halkın iktidara büyük tepkisidir bu. Ya İzmir? Gavur olmadığını kanıtladı ve muhalefetin tokadı olarak tarihe geçti. Çekişmeli ama bir o kadar da tartışmalara çık bir seçim olduğu gül gibi ortada. İktidar partisi oy kaybederken muhalefet partileri iktidarın kaybettiği oyları almış görünüyorlar. İktidar yıpratır her zaman. İktidardakiler bunu anlamak istemezler nedense. Onca bayrak, flama, afiş, ses kirliliği, beyaz eşya, yiyecek, kömür dağıtma (iktidarın oy için yapmayacağı yok) sona erdi ve Türkiye bütçesi de eridi gitti. Şimdi gelsin zamlar ve İMF! Göçmenler de ülkelerinin siyasetiyle, ekonomisiyle, kültürüyle, her bir şeyiyle yani, yakından ilgilenir bizimki gibi. Berlin’de yıllarımız geçti geçiyor ama ülkemizde yaprak kıpırdasa ya da bir yaprak düşse hemen yerimizden doğruluveriyoruz ilgiyle.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|