|
Kozmosdan Tanrıya (1)Kategori: Merkezli Düşünme | 2 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 05 Mart 2009 22:07:43 Felsefe bir öğreti değildir. Felsefeyi bir öğreti olarak sunan disiplinlere karşı, felsefenin bir etkinlik olduğunu ileri süren disiplinlerin yanında yer alarak söylüyorum bunu. Felsefe bir etkinliktir; bununla beraber indirgenmiş ve özlü olarak bir amacı vardır ki o da; düşüncelerin aydınlatılmasıdır.
Yani felsefede neyin haklı neyin haksız, neyin iyi neyin kötü olduğu tartışılmaz. Felsefede kavramların aydınlığa çıkartılması, anlaşılır kılınması esastır. Bu anlamda felsefe bir dili kavrama olarak algılanabilir. Felsefe yapma sürecinde kavramlar oluşturulurken insanlarda belli bir tutum belirlenimi de oluşur; ama bu felsefenin dışına çıkan bir iştir. Felsefi bir tutum belirlediğinizde artık ideolojiden, dünya görüşünden söz ediyorsunuz demektir. Bağlandığınız ideoloji ise zaman içinde sizin günlük tutumunuzun aklı haline gelebilir. İdeoloji bir akıldır ama bir tutumsal akıldır. Yaşama karşı bir tutum belirleyip onu eylemlerinizin her alanına yansıtabilirsiniz, ama felsefenin kendi çerçevesi içinde kaldığı ölçüde bu bir aydınlatma, kavramları oluşturma eyleminden başka bir şey olmayacaktır; işte bu felsefi bir etkinlik olacaktır. Felsefenin bir de bilimler karşısında tutumu vardır: Bu, bilimlerin kullandığı terim, deyim ve kavramları yeniden sorgulayıp açıklama etkinliğidir. Bilimler de o kavramlarla çalışırlar, onlarla işlerini yaparlar; ama felsefe o kavramları sorgulamayı sürdürür. Bu bakımdan felsefenin açıklayıcı olma yanında bir de eleştirel yanı vardır ki bu kavramların geliştirilmesi ve oluşturulması açısından önem taşır. Açıklama etkinliği giderek eleştirel bir etkinliğe dönüşür, felsefe ayrıca tasarıma bağlı olarak dil oyunları da oluşturur. Witgenstein hoş bir açıklama yapar; felsefenin kavramların dizgeleştirilmesi, önermelerinin dizayn edilmesi olduğunu söyler. Yine Witgenstein’a göre bu aynı zaman bizim dünyamızı oluşturan bir dil oyunudur da; ya da olguları ve nesneleri bilincimizde nasıl kavradığımızı anlamanın bir yolu, bir paradigmasıdır felsefe. Daha sonra Viyana Çevresinden Kuhn’da felsefi disiplinlerin birer paradigma olduğu fikrini ileri sürdü. Bu paradigma bizim algılamamızı oluşturan bir düşünsel düzenek, bir iç görüdür ki bütün algımızı kavramlaştırmamızın, düşüncemizi oluşturmamızın, bilincimizi şekillendirmemizin temeli haline gelir. Şöyle de diyebiliriz, kavramsal paradigmamız biz onu bilinçli bir şekilde yapıyor isek yani üzerine düşünerek o paradigmanın farkındalığı içinde onu gerçekleştiriyor isek, aslında o bir bakıma bizim bilincimizdir de; nesne, olay, olgulara yaklaşımımızın aklıdır. Kavramlar ve önermeler bilinç dışına itilmiş, farkındalıksız olarak işliyor olsa bile yine de öznede etkin olan bir paradigmadan söz etmek olanağımız vardır. Bu daha çok toplumsal ve kültürel bir olgudur: Tarihsel süreç içinde toplumun oluşturup geliştirdiği kavramlar ve değerler dile yansır ki bu dil çocukluktan beri uygulayageldiğimiz yaşam deneyimlerimize bağlı olarak bizde bilinçsizce kullanılırlar. Bu bilinçsizce sözü biraz ekstrem bir söz. Felsefe bağlamında bilinçsizce diyebiliriz; çünkü biz o dildeki kavramları sağduyumuz, alışkanlıklarımız içinde kullanırız ama bilinçli bir şekilde sorgulamış, eleştirmiş, farkındalığına varmış değilizdir. Onlar başka kavramlar ve önermelerle, başka disiplinlerle, başka paradigmalarla karşılaştırmaları yapılmaksızın kullanılırlar. O zaman toplumun bize empoze ettiği akıl var demektir ki, biz bunun farkındalığına ancak felsefe yoluyla varabiliriz. Bilimler özellikle deney bilimleri deney, gözlem, ölçü ile nitelendirdiğimiz bilimler, deney paradigmalı, deneye bağlı olarak çalışırlar. Deneyden hareket eder, deneyde doğrulanır ya da yanlışlanırlar. Ancak bilimlerle yapılan çalışma mevcut bir paradigmanın uygulanmasıdır. Felsefe ise kavramlarla çalışır ve kavramlar üzerine kavramlarla düşünür, burası çok önem taşıyan yansıma alanıdır. Bilimler kendilerini sorgulayamazlar. Onlar nesneleri üzerine çalışırlar, ama felsefe kendisini kendine konu edinebilen bir bilimdir. Buna yansımalı düşünce, refleksiyon diyoruz. Yani düşüncenin düşünceye konu olması ya da kavramları kavramlar yoluyla irdelemek, incelemek gibi bir işlev. Bu bağlamda paradigmalar, dil oyunları bizim dünyamızı yansıtırlar ve felsefe yaparak bunu fark edebiliriz, o zaman “bir ben vardır benden içeri” diyen Yunus Emre’nin farklı bir versiyonu olarak görebileceğimiz, mistik bir iç ben değil ama yansımalı bir bilince varmış oluruz. Başka deyişle alışkanlıkları içinde yaşayan gündelik bir bilincimiz vardır; ama eğer yansımalı bir çalışma yaparsak yani bilincimizin üzerine bilinçle çalışırsak, bir bilincimiz daha, bir ben daha oluşur ki, bu ben gündelik yaşamı sürdüren beni gözleyen bir bendir, ona bakar. Bu önemli bir kavram, felsefi bilinç dediğimiz ya da felsefe yoluyla elde edilmiş bir başka bilinç durumu. Burası teorik ben diye de nitelendirilebilir, gündelik bilincimize ise pratik ben diyebiliriz.. Pratik ben kendini edimlerle oluşturur ama teorik ben, onun üzerine düşünen ben, günlük beni yargılar. Buna tasavvuf dilinde murakabe denir; kendinle hesaplaşma. *** Felsefenin böyle bir işlevini anımsadıktan sonra “düşünce temelini nerede bulur” sorusunu sormak gerekir. Tabi çok temel olarak bunu “yaşamda bulur” diyebiliriz, peki yaşamdan ne anlıyoruz? Yapıp ettiklerimiz, ilişkilerimiz. Peki, bunlar bizim bilincimize nasıl yansırlar, hangi yolla ulaşırlar? Daha kapsamlı bir şekilde sorarsak; yaşamın felsefi bilince kaynaklık edecek düzeyi neresidir? Bunu sorguladığımızda “dil”i buluruz. Dil-düşünce diyalektiği beyin-el diyalektiğinin bir üstünde yansımalı olarak oluşur, yani elle beyin arasında bir ilişki; karşılıklı bağıntılılık ve aynı zamanda bir çelişki vardır. El bir şeyi becerebilmek için, örneğin piyano çalmayı öğrenmeye başladığınızda birtakım ilginç durumları fark etmiş olursunuz: Başlangıçta bol bol pratik yaparsınız, orada görürsünüz ki aslında önce piyano sizi çalar, siz piyanoyu çalamazsınız. Piyano egemendir, ama bir süre sonra akorları rahat basıp gezintiye geçebildiğiniz bir beceri kazanırsınız, bunu nasıl yapıyorum ben dersiniz, çok kolaymış. Acaba ne olmuştur orada? Elle beyin arasında bir diyalektik, maniplasyon, parmakların belirli biçimlerde alıştırma yapması beyinde lokal alanlar yaratır. Dil de yapar bunu, göz de, ayaklar da yapar hatta iç organlarımız da yapar. Dış organlarımızın etkileriyle beynin üzerinde oluşmuş bölgeleri beyin haritası üzerinde kapladığı alanları yeniden çizersek–homongolos- kocaman eller, kocaman bir dil, küçücük ayaklar, incecik bacaklar ve böyle garip bir tip ortaya çıkar. İşlevi, maniplasyonu yüksek olan organların beyin üzerinde kapladığı alanlar açıkça görülür. Bunlar bir anlamda yapay merkezlerdir, yani organizmanın kendi varoluşunda olmayan ama daha sonra sinir sistemi üzerinde ve kortekste yer etmiş, merkez gibi davranan ama organik anlamda merkez olmayan alanlardır. Bu alanlardan en önemlisi konuşma merkezidir. Şaşırtıcı bir şey, ne ilgisi varsa konuşma merkezi, genellikle beynimizin sol yarım küresinde oluşur, yapılan deneylerle, gözlemlerle artık orada bir merkez olduğu biliniyor. İşte konuşma merkezinin yeri burasıdır diyecek kadar emin bir bilgi zannedilmişti bu tıpta. Farklı gözlemler bunun böyle olmadığını bize gösterene kadar. O zaman şaşılacak dediğim bilgi, bulgu şu: İnsanlar daha çok sağ elleriyle yazıp, çizip alet kullandıkları için konuşma merkezi solda oluşuyor, ne alakası var? Sağ el kullanıyorsunuz, sağ elle ilgili bir şey oluşması gerekirken konuşma merkezi niye orada oluşsun? Bu şaşırtıcı şeyin üzerine düşünmek ve tartışmak isterim. Sol elini kullananlarda ise konuşma merkezinin sağda olduğu saptanmıştır. Bu sadece yazmakla ilgili değil, bu günlük yaşamda alet kullanmakla da ilgili, hangi elimizi kullanıyorsak onunla ilgili konuşma merkezi yer değiştiriyor, bazen her iki elini kullananlarda iki yönde de merkez davranışı yapan alanların var olduğu saptanmış, yani çift konuşma merkezli olanlar var. Burada biraz sağ ve sol beyinden söz edeceğim. Sağ ve sol beyin diye ileri sürdüğümüz aslında hemisfer, iki yarım küre, bunların birine sağ diğerine sol diyoruz ve üzerine korteks kaplı; çok kabaca anlatıyorum. İçinde epifiz, hipofiz, talamus, hipotalamus gibi bazı bölgeler hatta organlar var, bunların işlevleri var. Bizi ilgilendiren bu sağ beyin sol beyin ve onların arasındaki bağlantı olan corpus collosium diye sinir kablosu, burada ne olmaktadır? Sağ beyin daha çok duygusal, simgesel, bütünsel bir yanımızdır, rüyalarımızı çoğunlukla orada görürüz, simgesel algılarımızı orasıyla gerçekleştiririz. Resmi daha çok sağ beynimizle görürüz, resmin bütünselliğini olduğu gibi aynı anda görünümünü sağ beynimiz yapar. Sağ beynimiz analitik düşünemez, hesap yapamaz bu nedenle genelleme yaparak biraz önceki açıklamaya bağlı olarak şunu söyleyebiliriz; sağ beynimiz konuşmaz, mantıklı değildir. Sol beyin mantıklı, analitik düşünür, hesap yapar, konuşur. Bütünsel değil, ardışık algılar dolayısıyla ardı ardına gelen hareketleri anlamlandırabilmek ancak sol beyinde olur. Daha yeni bilgiler de var bu alanda, buna bağlı olarak baktığınızda Batı merkezli açıklanan dünya uygarlığı, biz her ne kadar onun merkezinde değil de çevresinde isek de, asıl onun etki alanındayız, bu uygarlığın sol beyin uygarlığı olduğu söylenebilir. Sağ beyin sanatsal bir kişidir, yani içimizdeki sanatçı odur. Sanatsal yaratıları o yapar, ama sol beynin sağ beyin üzerinde baskısı söz konusu olduğunda bastırılma, örtülme veya önü kesilme söz konusu olduğunda sağ beyin sol beyne kurban edilmiş olur. Daha çok rasyonalist ve pozitivist dönemlerde sol beynin işlemleri neredeyse günlük yaşamın tamamını kapsadığı için sanatçılar hariç, sağ beynimizin görüsü, hem iç görü olarak hem de yaşama bakış olarak körelmiştir. Hatta bundan hareketle geçmişe yönelik yapılan araştırmalar veya geçmişi yansıtan bu günkü bazı ilkel kabileler, (ilk el anlamında söylüyorum), yapılan bazı araştırmalarda daha çok iki beynin de sağ gibi davrandığını, sol beyin gelişmemiş olduğu için de sağ beyin dünyasında yaşadıklarını psikolog ve psikiyatrlar önemsemişlerdir. Buradan maneviyat dediğimiz, günümüze atıfta bulunursak maneviyatla ve sanatla ilgili bazı araştırmalar ilgi çekici sonuçlar vermiştir. Başka bir paradigmaları, başka bir dünyaları var ve dünyayı bizim gibi algılamıyorlar. Daha çok sağ beyinle algılıyorlar, mistik bir yaşantıları var, her şeyi simgesel ve bütünsel olarak algılıyorlar, an içinde yaşıyorlar, zamanı çoğunlukla idrak edemiyorlar. Dönen zamanı idrak ediyorlar, yani yinelenen zamanı, devirli zamanları algılıyorlar ama bizim rasyonel zaman dediğimiz üretim birimleri zamanını algılayamıyorlar ve üretim birimleri zamanının içindeki yaşam onlar için birer hapishane gibi, zincire vurulmuş gibi, yani böyle bir duygu yaşıyorlar, Tarzan New York’ta gibi. Sağ beyin ilgi çekici olarak bir de bebeklerde karşımıza çıkıyor. İnsan doğarken sağ beyinle doğuyor, yani iki hemisfer de sağ beyin davranışı yapıyor. Bu şunu gösterir, sol beyin sonradan oluşturulmuş, sonradan biçimlenmiş. Yani piyano çalan, maniple eden, beynine öğreten insan modeli gibi, bütün yaşamın davranışlarını sol beyne öğreterek daha doğrusu beyne öğreterek sol beyni oluşturup sonra o sol beyinle yaşayan insanlarız biz, sol beyin uygarlığının insanları. İkinci bir adlandırma var sol beyin uygarlığı ile ilgili, batı dünyasını kastederek ona da adrenalin uygarlığı diyoruz. Adrenalin, biliyorsunuz noradrenalin ile birlikte böbrek üstü bezlerinden salgılanıyor ve kanda şeker oranını arttırıyor ya da eksiltiyor. Yani adrenalin verildiği zaman şeker karaciğerden çekilip boca ediliyor kanın içine, kaslara götürülüp yakılıyor, böylece bir efor ortaya çıkıyor. Bir ateş, bir yangın meydana geliyor; bu bir güç oluşturuyor ve bu güç giderek iki biçimde kendini dışa vuruyor: Şehvet ve şiddet. Batı uygarlığının sol beyin uygarlığı yanında ikinci temel özelliği de şehvet ve şiddete dayanan bir Adrenalin uygarlık haline gelmesi. Yani insanların kendilerini algılamada yaşamak adına (Vital felsefe ki bunu daha sonra Anadolu Bilgeliği adına inceleyeceğiz) Vital felsefe ya da yaşam felsefesi, bir anlamda varoluşçu felsefe olarak bakılırsa insanların yaşadıklarını algılamak veya yaşama anlam yüklemek, anlamlı bir yaşam yaşayabilmek için coşkulara gereksinimi var. Ve bu coşkuları eski söylemle dile getirirsek heyecanları; yaşamı anlamlı kılan, yaşam boşluğunu dolduran duygulanımlar olduğu için sağ beynin örtük (resesif) kalması; duygulanımların o içe yönelik, iç bakışla zenginleşen manevi tarafın ortadan kaldırılması ya da örtülmesinden dolayı doğan boşluğu sol beyin adrenalin ile karşılıyor. Adrenalin üreten bir tavır içine girerek yaşama anlam kazandırmak istiyor. Bunu sporda da, müzikte de görmek mümkün; hep şiddet ve şehveti yansıtan, bunları dışa vuran adrenalin üretmeye dayalı birer etkinlik olduğunu söyleyebiliriz. Dağcılık, dalgıçlık gibi sporlar, araba yarışlarının ne ölçüde yaygın ve etkin olduğu ortada. Doğu sporlarının ise o muhteşem iç dengeleri; kozmik armoni üreten o Takevandolar, Aikidolar, felsefelerine bağlı olarak daha birçokları adrenaline dayalı olanlardan ne kadar farklı. Bu sporlar da giderek Batı dünyasında şiddete yönelik vurma, kırma, parçalama, onu bunu dövme, duvarları yıkma kendi amacından sapmış adrenalin uygarlığının biçimlerine bürünmüş şekilde karşımıza çıkıyor. Sol beyin uygarlığı iki temel üzerine oturuyor: Sol beynin temel özelliği duygulanımların bir zayıflık, onları ortadan kaldırmanın bir ilerleme olduğunu zannetmesidir. Böylece giderek, mekanikleşen robot modelli insanlar oluşturmaya yönelik bir tasarımlarla yapay coşkulanımlar yaratılmak isteniyor; dayandığı temel adrenaline dayalı heyecanlar; şehvet ve şiddet. Soru: Bu bir anlamda kaçış değil mi, dikkatini her şeyden çekip sorunlardan kaçmak gibi? Doğru. Şehvet ve şiddetin yanında uyuşturucu kullanımı da var tabi… Batı dünyasının başvurduğu başka bir şey; şehvet ve şiddetin kaynağı, yani iç şeyler adrenalin ve giderek belki endomorfinleri salgılatacak kadar adrenalinin eşik değerini yükseltmek. Bunu dışarıdan alınan uyarıcılar, yani uyuşturucular yoluyla sağlamak… Bu bir kaçış dediğiniz zaman doğrudur. Uyarıcı haplar da, alkol de aynı şekilde bir kaçışa işaret ediyor. Demek ki insan o sol beynin yarattığı uygarlığın karşısında sağ beynine sığınacak yerde, sol beynin ortadan kaldırılmasına yönelik farkındalıksız, ya da iç güdüsel bir davranışla sol beyni veya korteksi biraz devre dışı bırakacak işler yapıyor. Adrenalin salgılatacak davranışlar ya da dışardan hapların alınmasıyla ilgili arayışlar korteksi devre dışı bırakmak ve bir anlamda sağ beyine sığınma içgüdüsü olabilir. Az önce dostumuz piyanoyu çaldı; piyano insanı çaldı ya da zorladı, direnç gösterdi. O direnci yenene, otomasyon elde edene kadar, alışkanlıklar haline dönüştürene kadar alıştırmalarla, tekrarlarla beynimize onu öğrettik. Sonra artık beynimizde o lokal merkez gibi davranan alanlar oluştuktan sonra onlar piyano üzerinde otomatik olarak egemenlik sağlamaya başlarlar, o zaman da biz piyanoyu çalarız. Birincisine öğrenci diyoruz, piyanonun egemen olduğu dönem öğrenci dönemi; ikincisine piyanist diyoruz. Piyanoyu çalıyor artık, icra ediyor ama orada düalite duruyor, ikilik duruyor. Bir dönem daha var ki yine nicel birikim, o icralar, nitel bir dönüşüme uğradığında artık ne piyano sizi çalar ne siz piyanoyu çalarsınız. Geist diyor Hegel, Geist çalar, artık orada Geist vardır. Virtüöz dediğimiz budur. Virtüöz ne zaman olunur? Artık siz piyanoyu çalmıyorsunuz, piyano da size engel teşkil etmiyor, bütünlüklü olarak piyanoyla birlikte piyano çalınıyor, orada organik bir bütünlük var. Bütün sanat dalları için kullanılır bu, örnek olsun diye piyanoyu seçtim. Dil için de böyledir: Dil sol beyinde, sol beynin nesnesidir ama aynı zamanda sol beynin işlevlerini yürütecek olan öznenin aynasıdır da. Aynısıdır demeye dilim varmadı ama aynasıdır diyebilirim. Şunu demek istiyorum; dilinizi aldığınız zaman sol beyin adına düşünelim ya da ben adına düşünelim, anlak diyebileceğiniz bir işleviniz olamaz. Dili koyduğunuzda peki dilin kendisi mi bunu yapıyor? Dil simgeler bütünü, peki neyi yansıtıyorsunuz ona? Yaşamı, algıladığınız bütün dünyayı. Neyle algılıyorsunuz? Dille. Yani dil sizin algı formlarınızı oluşturuyor, algı formlarınızı oluşturan aynı zamanda algılamayı yorumlayan işlevi yapan da o. Şimdi sorun burada kilitleniyor. İşte bu bakımdan düşüncenin felsefi bağlamda kaynağını aradığınız zaman işte bunu bulacaksınız, yani dil oyunlarını bulacaksınız. Witgenstein diyor ki bu dili analiz ederken kullandığınız dilin üzerine düşünerek dilin kendisini fark ederken aslında bilincinizi fark edersiniz ve bilincinizi, bilinçli bir biçimde sorgularsınız. Bu arada artık piyanoyu siz çalıyorsunuz, birincisinde piyano sizi çalıyordu yani dil, bilincinize egemendi. Çevrenizden, ailenizden hatta okullar aracılığıyla hatta bilim insanı olduğunuz bir noktada dahi dil sizi kullanıyordu ama ne zaman felsefe yapmaya başladınız yani dilin üzerine yansımalı olarak düşünmeye başladınız, bir bilinç tipi daha oluşuyor orada, o artık dili kullanmayı bilen bir ben. Virtüöz değilsiniz hala, orada piyanoyu iyi çalıyorsunuz, dili iyi kullanıyorsunuz. Dili bilerek, sorgulayarak kullanıyorsunuz; ama bir aşkın bilinç durumu daha var: Sağ beyinle sol beynin armonik birliğinde bir bilinç tipi daha var ki, o zaman dilin farkındalığı olmaksızın, dil yoluyla ama söyleyen ve dinleyen olarak, yani söylediklerinizi kendiliğinden (spontan) akış içinde bir de kendiniz dinleyebilirsiniz. Yeni şeyler öğrenmek de bunun içinde. Şöyle anlatayım, aslında bildiğiniz bir şeyi ben dile getirmeye çalışıyorum, konferansla sohbet arasındaki fark gibi. Konferansta belli bir yazılı metin, bağlı kalacağınız bir literatür vardır; eni boyu her şeyi bellidir, onu sunarsınız. Ama konferansı iyi bir konferansçı olarak amacına uygun olarak sunuyorsanız siz piyanoyu iyi çalıyorsunuz demektir, kendinizi dinletirsiniz. Ama sohbet bunu aşan transandant bir şey, ama transandantal değil. Transandant dediğiniz zaman kendiliğinden aşkınlığa geçmek. Transandantal dediğiniz zaman bir başkası yardımıyla aşmak. Örneğin hipnoz gibi, bir başkası yardım eder ve siz bir bilinç durumundan başka bir bilinç durumuna geçebilirsiniz, bu durumu literatüre karşı biraz tartışalım. Eğer kendinize bir yöntem uygulayarak aşkın bir bilinç yaratıyorsanız ona da ben transandantal diyorum. Çünkü kendinizde bir ikilik yaratıyorsunuz, yöntem yoluyla yaptığınız için aslında yöntemin kendisi size karşı bir başkasıdır; biraz şizofrenik bir durum. Eğer, kendiliğinden (spontan) sanatsal kaynaklı bir aşkın durum oluyorsa, beyinde aşkın bir pozisyon oluşuyorsa ben bunu transandant, bir durum olarak değerlendiriyorum. Tasavvuf da tam bu kanalda yani transandant kanaldadır. Tasavvufa karşıt fakat tasavvufu sanki aktarıyormuş gibi görünen tarikatlar transandantaldır. Yani tarikatlarda maniplasyon vardır. Bir bilinç hipnotik yöntemlerle; tekrarlarla, zikirlerle beyne öğretme yoluyla başka bilinçleri ele geçirir. Bu yinelemelerle belli sözcükleri, belli disiplinleri beyne öğretip sonra onun davranışlarını elde eden transandantal durumlar vardır. Bunlara tarikat denir, kelimenin etimolojik bağlamı bir yana.
YorumlarÜMİT YILMAZ
{ 25 Kasım 2013 20:24:49 }
SEVGİLİ METİN BOBAROĞLU,un yazılarını tekrar okuduğumda şöyle bir sonuç çıkardım....
metin beyin yazıları bir düşünce virtüözlüğü şeklinde ilerlediği tartışılmaz.....formlar .kavramlar bize olan dirençleri kırıldığında onlar üzerinde virtüözite oluşmaya başlayacaktır..böylece formlar ,kavramlar işletilecek ve örtük oluşları aşılacaktır ....işte bu yüzden düşünce virtüözlüğü olmazsa olmaz bir koşuldur .....ama işte asıl sorun burada başlar ....virtüözite kavramların rahatlukla işletilmesi olabileceği gibi ...yanlış kullanılırsa aynı virtüözite tam tersi etki gösterir ve kavramları bir "GÖSTERİŞ ....BİR SHOW ARACI " halinede sokabilir......yani virtüözite de aşılabilmelidirki asıl olan ortaya çıksın ......Metin beyin düşünce virtüözlüğü malesefki kavramları "örtücü " bir şekilde kullanmasına yol açmış.....yazının içine her türlü kavramın konulması ...her türlü disipline atıf yapılması ....konudan konuya çok fazla atlayış yapılması ...yani düşünce formlarının adeta bir yığın halinde kullanılması ....ana fikri örtmüş ve yazıyı dağınık hale getirmiştir......kısacası düşünce virtüözlüğü çok ustaca kullanılan düşünce formlarının adeta DÜŞÜNCENİN ASIL HEDEFİNİ ..YANİ ÖZNEYİ yok etmiştir....düşünce formlarının bir konçerto gibi kendi ustalıklarını ortaya koymasının dozajı kaçmış ve düşünce formları adeta "KENDİ KENDİSİNE BİR OTOMASYON OLARAK ÇALIŞAN BİR YAPIYI ORTAYA KOYARAK ...ASIL OLANI ÖRTMÜŞTÜR.....umarımki bu yanlışlık düzeltilecektir ..saygılar.... mustafa alagoz
{ 14 Mart 2009 22:45:47 }
Cehl, cahil sözcüğünden türemiş Arapça bir kelimedir. Çölde başıboş gezen deveye cehl denirmiş. Bu anlamda cahil olmak ya da cahillik bilgisizlik değil başıboş, ilkesiz ve yönsüz düşüncedir. Cahil insan bağnaz olur, inandığı şeyi terk etmek ya da inandığı şeye aykırı bir şey duymak onu sınırsızca öfkelendirebilir. Bilgisiz cahillerin bilgili cahillerden daha anlayışlı ve dönüşüme daha yakın olduklarına inanırım. Hiç olmazsa cahilin kendinden daha yukarda ve güçlü olarak kabul ettiği bir tanrısı vardır ve onun karşısında secdeye varır. Ama bilgili cahiller kendilerini birer tanrı olarak gördükleri için daha gülünç duruma düşerler. Canlı olarak televizyon açık oturumlarında aynı konuda uzman kişilerin tartışmalarında bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Nedendir bilinmez diyemiyeceğim nedeni belli elbette, bütün profesyoneller birbiriyle kavgalıdır. Kendilerini kendi yapan uzmanlıklarının içeriği yerine egoları ile birbirlerinin karşısına çıktıkları için anlayışın sevecen ve yaratıcı itkisi yerine bu benlik hırsının azgın çekişmesi kendini gösterir hep...
Diğer Sayfalar: 1. Felsefe hep hayattan kopuk söylemler diyarı, soyut düşünceyle uğraşmaya hevesli uçarı insanların bir uğraşıymış gibi algılanır. Ne yaparsak yapalım tüm etkinlik ve eylemlerimizi bir düşünce eşliğinde yaparız. Düşünce biz insanların özü, evrende bizi diğer tüm varlıklardan ayıran biricik niteliğimiz. O sonsuz bir enerjidir, üstelik hiç durmaksızın akan bir enerjidir. Basit bir deneme bunu bize gösterir. Düşüncenizin akışını durdurabilir misiniz? Düşünmeden geçen bir süreciniz olabilir mi? Düşünce size rağmen akar; etkinliklerin ve eylemlerin ruhu olarak işlev görür. İşte burada temel bir sorun karşımıza çıkar: Düşüncenin yönü ne olacaktır? Hangi temele oturacaktır? Düşüncemizin akışını durduramayız, ama yönünü belirleyebiliriz. Düşüncenin yön bulması demek kendine bir merkeze oturtması demektir. Bu merkeze bağlı olarak kendi çeperini örmesi demektir. Kendine kendi özgür seçimi ve kendinde taşıdığı yetkinlikle ilkeler edinmesi ve bu ilke doğrultusunda yaratımını sürdürmesi demektir. Özdeyişte dile getirildiği gibi, başıboş bırakılan kızın ya davulcuya ya da zurnacıya kaçması gibi; düşüncede başıboş bırakılırsa ya egonun, ya içgüdülerin ya da günlük gelip geçici köksüz eğilimlerin denetiminde işlev görmeye başlar. Felsefe düşüncenin ilkeli etkinliğidir ve pek çok filozofun dediği gibi felsefe öğrenilmez yapılır, çünkü o bir etkirliktir. Eğer kısaca söylemek gerekirse felsefe; ağızdan çıkanın kulağın duymasıdır. Basit bir öneri sunarsam: "Ben samimi ilişkiler yaşamayı seviyorum" cümlesi üzerine küçük bir pratik yapsak bakalım nerelere varırız. Şu önermedeki her sözcükten ne anladığımızı sorgulasak gerçekten söylediğimizin ne derece bilincinde olduğumuzu kendi kendimize test edebiliriz. "Ben", "samimiyet", "ilişki" derken neyi kastediyoruz? Yaşamak ne demek? Aynısını bir başka arkadaşınız sizden bağımsızca yapsın ve sonra gelip birbirinize anlatın, bakalım sonuç ne olacak. Böyle akıl veriyormuş, yönlendiriyormuş gibi bir ifade kullandığım için özür dilerim, derdimin bu olmadığını hemen söylemeliyim. Maksadım şu: Kendi düşüncelerimiz ve söylemlerimiz üzerinden kendi kendimizi denetleyebiliriz, bu yetkinlik her insanda vardır. Ve görürüz ki anlamanın, anlaşılmanın ve bunlara bağlı olarak üretken bir iletişim yaşatmanın, ne dediğimizden haberdar olup olmadığımıza bağlı olduğuna şahit olabiliriz. Daha ileri bir şey söylersem; Düşünce varoluşsal bir yeti ve varoluşsal bir insani etkinliktir; psikolojik alan ise düşüncenin yansıma alanı, yani kültürel, sonradan edinilen bir haldir. Şunu demek istiyorum; sağlam bir düşünsel işletim, yetkin ve ilkeli-yönlü bir düşünsel süreç psikolojik olarak insanı sağaltıyor, ruhsal canlılık, sevinç dolu bir iç dünya yaratıyor. Bunlar kendim üzerinden edindiğim deneyimlere dayanarak söylenmiş emin sözlerdir. Gerçek bilgi başa gelen bilgidir. Sizin başınıza gelenin bir olanak olarak herkesin başına gelebileceğini görüyorsunuz. Bu noktada övülmek ya da sövülmek pek umurunuzda olmuyor, sadece başına gelince görürsün diye kendi eminliğinizin dünyasında huzurla yaşıyorsunuz.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|