|
|
Bir koltukta iki özü sözü bir Gül...Kategori: Türkiye | 0 Yorum | Yazan: Haberci | 23 Ağustos 2007 12:11:38 Neredeyse Cumhurbaşkanlığı kesinleşen, Başbakanın "Özü sözü bir" diye sıfatlandırdığı hatta kabulenmeyenlerin Türk vatandaşlığından çıkmasını önerdiği Sayın Abdullah Gül'ün siyasi hayatındaki söylevlerini Rıdvan Akar Tempo dergisinde derlemiş.
“Bir demette iki farklı Gül” başlıklı yazısı ile Rıdvan Akar Abdullah Gül’deki “değişimi” gözler önüne seriyor. Kapatılan Refah Partisi (RP) ve ardından Saadet Partisi (SP) milletvekilli olan Abdullah Gül, partneri Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte, Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını söylemişlerdi. Peki o gömlek neydi? Hemen her konudaki samimiyetine(!) neden şüpheyle yaklaşıldı? Neden? Takvimler 14 Mayıs 2000’i gösteriyordu. Bu tarih, sadece Abdullah Gül için değil, Türkiye demokrasi tarihi açısından da bir kırılma noktasıydı. 112 kişi daha “evet” deseydi, bugün çok farklı bir Türkiye’den söz ediyor olabilirdik. Rakibi, 633’e karşı 521 oyla genç lider adayını yenmişti. Saadet Partisi’nin 14 Mayıs 2000 tarihindeki genel kurulunu; Recai Kutan değil, Abdullah Gül kazansaydı, bugün nasıl bir siyaset kompozisyonundan söz ederdik? Milli Görüş’ün miladı ve mimarı Necmettin Erbakan siyasi yasaklıydı. Ancak bir gün yine koltuğuna oturacağını umut ediyor ve bu nedenle de “çoluk çocuk” diye nitelediği “yenilikçi” Gül, Erdoğan yerine, “gelenekçi” Kutan’da karar kılmıştı. Abdullah Gül, “Milli Görüş geleneğinin” parlak bir ismi, hitabet yeteneği yüksek bir siyasetçisi ve yöneticisiydi. O dönem Mecliste ve siyaset arenasında yaptığı konuşmalar arşivlerde kaldı. Zira AKP’nin kuruluş sürecinde, Erdoğan’la birlikte, “o gömleği çıkardıklarını” beyan ettiler. Ancak “o gömlek” neydi? Hangi renkteydi? Siyaset kültürüne dar mı gelecekti? Bu soruların yanıtı verilmedi. Ancak ilerleyen süreçte, AB’den ekonomiye, her konudaki samimiyetleri sorgulanır oldu. Türkiye siyasetinde dün “ak” denenin bugün “kara” olması alışıldık bir şeydi. Ancak bir insanın zihniyet dünyasının böylesine radikal bir değişim geçirmesi için, o “hüzünlü yolculuğun” da izah edilmesi gerekirdi. Bu nedenle, Abdullah Gül’ün “dün” yaptığı konuşmaları derledik. Abdullah Gül’ün, dış basında çıkan bazı demeçleri tartışmalara neden olmuştu. İşte bunlardan bazıları: Gül’ün, Guardian gazetesinde 1995’te yayımlanan söyleşide, “Laik devleti yıkacağız” dediği iddia edilmişti. Ancak haberi yapan Jonathon Rugman, yıllar sonra, “Laik sistemi değiştireceğiz, ifadesini kullanmıştı” diye konuştu. Gül’ün çok konuşulan bir başka demeci ise 22 Ocak 1998’de, Christian Science Monitor gazetesinde yayımlandı. Abdullah Gül, türbanlı ve mini eteklinin el ele yürümesi gerektiğini vurguluyor ve türbanı kamu kuruluşlarında yasaklayan anlayışı şu sözlerle eleştiriyordu: “Onlar, laik seçkinler değil. Din karşıtları. Adı ateizm olan başka bir din yaratmak istiyorlar. Asıl hoşgörülü olmayanlar, laiklerdir. Kendi yaşam biçimlerini empoze etmeye çalışıyorlar. Bu yaptıklarını Batı uğruna yapıyorlar. Batı’ya baktığınızda, hiçbiri bunlar gibi değil. Bu ülke için utanç verici değil mi?” Abdullah Gül 28 Şubat süreci ertesinde, temel eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran ANASOL-D iktidarını en sert eleştiren isimlerden biriydi. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin asker dayatması olduğunu öne sürüyor, “Basın destekli sivil-askeri bürokrasi ve sol partilerin dayatması” diyordu. 31 Mart 1998 tarihli konuşmasında şu düşünceyi savunuyordu: “Bütün bunlar, halkın büyük fedakârlıklarla yaptırdığı imam hatip okullarını kurutmak ve kapatmak adına yapılmıştır; bu gayet açıktır, kimse kimseyi kandırmasın. Bu yapılırken de, hiçbir vicdan ve hukuk göz önüne alınmamış ve bu ülkenin vatansever ailelerinin çocuklarına, adeta ayırımcılık yapılmıştır. Yapılan aleni baskı, psikolojik savaş ve tahkir had safhaya ulaşmıştır. (...) Evet, bütün bunların faturasını sizler ödeyeceksiniz Anavatan Partililer. (...) 1940’lı yıllara rahmet okuttunuz. Din eğitimine, Kuran öğretimine vurduğunuz bu darbeyle, elli sene sonra, 1940’lar Türkiye’si yeniden hortlatılmıştır.” Gül, dinin gündelik yaşamdaki yeri ve ağırlığı konusunda yedi yıl önce de bugünkünden farklı düşünmüyordu. Konuya ilişkin, gazeteci Sedat Ergin şöyle diyordu: “Türkiye’de din özgürlüğü söz konusu olduğunda bazı sorunların var olduğunu görüyoruz. Ben din-devlet ilişkilerinin tartışılması gerektiğine inanıyorum. Ama bunu din bilginlerinin yapması gerektiğini düşünüyorum.” Abdullah Gül, kendi inancının gündelik yaşama etkisiyle ilgili soruya ise “Din, iman meselesidir. Ancak bir tarafta da hayat vardır, içinde bulunduğumuz şartlar vardır. Ben dindar olmaya gayret ederim. Kendi hayatınız içinde birçok şeyi prensip edinebilirsiniz. Ben şahsen birikimlerimi faize koymuyorum” yanıtını veriyordu. Sanki, 1995’teki Abdullah Gül ile yıllar sonra Türkiye’nin müzakere sürecine dâhil olması için çaba gösteren kişi aynı değildi. Avrupa Birliği (AB) konusunda umutsuz, karşıt hatta düşmancı bir dil kullanıyor ve 8 Mart’ta TBMM’de yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Aslında Gümrük Birliğine, Türkiye’nin gayretleriyle girilmedi. Bunu burada açıklıyorum. Bu tamamen ideolojiktir, tamamen siyasi bir olaydır. Bu ideolojik tavır, hem şu anda Türkiye’yi yönetenler açısından geçerlidir hem Avrupalılar açısından geçerlidir. Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir; bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları söylemektedir. Avrupalı filozofların hepsi söylemektedir. Çünkü Avrupa Birliği bir Hıristiyan Birliği’dir. Bunu biz söylemiyoruz; bunu, dünkü, Avrupa Birliği’nin başındaki Delors söylüyor, dünkü İngiliz Başbakanı söylüyor, bunu Avrupa’da herkes söylüyor, herkes biliyor.” 2007’de Türkiye’ye en çok yabancı sermaye girişini sağlayan hükümetin Dışişleri Bakanı olan Gül, 12 yıl önce, Saadet Partisi’nin Kızılca Hamam Kampı’nda, yabancı sermaye hakkında ne düşünüyordu? “Şimdi, Türkiye şayet buna girerse, yabancı sermaye gelecek deniliyor. Doğru, yabancı sermaye gelecek; ama yabancı sermaye Türkiye'ye yatırım yapmak için gelmeyecek; yabancı sermaye, rekabet karşısında sarsılan Türk sanayiini birkaç yüz bin dolarla satın almak için gelecek. (...) Avrupa Parlamentosunda, Türkiye’de bölücülüğün, otonom idarelerin nasıl istendiğini; Türkiye’de Ermeni davasının nasıl savunulduğunu göreceksiniz veya Türkiye’de, Salman Rüşdilere hürriyet istenecek. Fakat Türkiye’de, bu milletin, bu devletin, bu ülkenin gerçek sahiplerinin, Müslümanca yaşaması söz konusu olduğunda kökten dincilik denilecek; Avrupa, budur.” Yeni AKP’li Zafer Üskül’ün, Anayasadan Atatürkçülükle ilgili maddelerin ayıklanması minvalindeki önerisi, Abdullah Gül tarafından 12 yıl önce, 8 Haziran’da Meclis’te gündeme getirilmişti. CHP’liler, Gül’ü Atatürk’e küfretmekle eleştirmişti. O konuşma tutanaklarda şöyle yer aldı: “Şimdi, soruyorum, hepinize soruyorum; hangi demokratik ülkenin, hangi Avrupa ülkesinin anayasasının başlangıcında bu tip ilkel -evet, söylüyorum- maddeler vardır; soruyorum. (RP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Bu, ancak, Baas anlayışıdır. Evet, bu tip yazılmalar, kompozisyon yazan çocukların yazdığı şeylerdir. (RP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Bu, sadece Baas anlayışıdır ve bu tip girişler, diktatörlükle idare edilen ülkelerin anayasalarında vardır. (...) Mesela, Atatürk milliyetçiliği. Ne anlıyorsunuz? Siz farklı anlıyorsunuz, bu arkadaşlar farklı anlıyor, biz farklı anlıyoruz. Böyle anayasa olmaz; anayasalar, açık, net olmalı; yoruma girici anayasalar olmaz; bunlar, kelime oyunları; ben, bunu söylüyorum size. (...) Sonra bakın, burada, yine, bu başlangıç ilkesinde ‘...laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı...’ söyleniyor. Tamam, güzel; bunun tersini de koymamız lazım; devletin de milletin dinine, milletin dininin gereğini yerine getirmesine karşı bir tedbir koymamız lazım. Avrupa ülkelerinin anayasalarında böyledir; niçin onu koymuyorsunuz? (RP sıralarından alkışlar.)” Meclis’te 28 Temmuz 1995’te yaptığı konuşmada, türbanla ilgili şunları söylüyordu: “Üniversitede birinci olmuş başörtülü kızın başörtüsüne uzanan eller; Maraş’ta Sütçü İmam’ın, Fransızlara karşı İstiklal Harbini başlatmasına sebep olan olaylarla aynıdır. (RP sıralarından alkışlar.)” Hayrunnisa Gül, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne kayıt yaptırmaya gittiğinde, yanında bugünün cumhurbaşkanı adayı, eşi Abdullah Gül vardı. 12 başörtülü fotoğrafı kabul edilmediği için Hayrunnisa Gül kaydını yaptıramadı. Abdullah Gül ise, “Moskova’da ya da ABD’de olsaydı bu olay olmazdı. Türkiye'nin gerçek yüzünü gördünüz. (...) YÖK’ün bu uygulaması kanunsuzluktur. Türkiye’yi utandıracak bir duruma düşürmüştür” dedi. Dışişleri Bakanlığı döneminde defalarca İsrail’i ziyaret eden Gül, 11 yıl önce farklı düşünüyordu. 11 Nisan 1996 tarihli konuşması, tutanakta şöyle yer aldı: “Farklı ırk ve devletlerden olsa bile, Müslümanların hâkim olduğu bu bölgede, İsrail, yabancı bir güç ve kültür olarak, uluslararası destekle bölgeye yerleştirilmiştir; işgalci ve yayılmacı bir devlettir. İsrail, bugünkü konumuna gelmek için, yakın geçmişinde, terör dâhil her türlü aracı kullanmış bir ülkedir. Şu anda sözde bir barış antlaşması yürürlüktedir. Şüphesiz ki biz, gözyaşı ve kanın, kimin olursa olsun, akmasından yana değiliz ve bundan, kim olursa olsun rahatsız oluruz.” Meclis’te 31 Mart 1998’de konuşma yapan Abdullah Gül, Ecevit hükümetinin irtica ile mücadelesini şöyle eleştiriyordu: “Anayasaya göre, tamamen bir istişari organ durumunda olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), aynen darbe sonrası dönemlerin Milli Birlik Komitesi gibi yansıtılmakta ve Türkiye’de, karar mekanizmasının başında MGK gösterilmektedir. (...) Türkiye’nin tek sorumlusu MGK olmuş gibi bir durum yaratılmıştır ve MGK, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde, Bakanlar Kurulu’na talimat veren ve TBMM’ye, ne pahasına olursa olsun, bunları onaylatan bir görünüm içerisine girmiştir. (...) Aslında, bir yıldır Türkiye’nin resmi gündemini oluşturan ve millete, artık tabiri caizse, kabak tadı vermiş olan bu vehim, maalesef halkın desteğiyle seçim kazanmış, millete özgürlük, huzur, serbestlik vaat eden ve milletin geri kalmışlığıyla boğuşan bütün liderlerin başına gelmiştir. (...) Aslında, statükosunu kaybetmekten korkanlar, Türkiye’yi sömürenler ve sömürülerini devam ettirmek isteyenler, her zaman bunu kullanmışlardır. (...) Peki, soruyorum; nedir bu irtica, kim mürteci? Bir senedir, irtica adı altında, millete olmadık hakaret, saygısızlık ve saldırı yapıldı, psikolojik bir harp ilan edildi ve neredeyse, silahlı bir harp ilan edilecek. Kimdir bunlar? İrticacı dediğiniz insanlar bu ülkede ne yaptı? Polisle mi çatıştı, askerle mi vuruştu, askerden mi kaçtı, düşüncelerini başkalarına kabul ettirmek için zor ve şiddet mi kullandılar, kurtarılmış bölgeler mi ilan ettiler, binlerce silah mı yakalattılar? Yoksa hırsızlık, yolsuzluk ve vurgun mu yaptılar? Kim bunlar, nerede bunlar? (FP sıralarından bravo sesleri, alkışlar; DYP sıralarından alkışlar.) Devletin bu resmi raporlarına göre, kaç tane irticai vaka tespit edildi; kaç kişi irticadan dolayı tutuklandı; kaç adet silah deposu bulundu; kaç tane caminin altında, yurdun mahzeninde silah deposu bulundu? Bir senedir, Türkiye'nin en büyük belası ilan edilen ve binlerce askerin, polisin, sivilin ölümüne sebep olan çatışmalardan daha tehlikeli ilan edilen irtica hakkında ortaya rakamlar koyun bakalım. (...)” Rıdvan Akar / TEMPO Rıdvan Akar kimdir? Sivas’ın Zara ilçesinde doğan (1961) Rıdvan Akar, Gazi Üniversitesi İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. 1987’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Türk Haberler Ajansı, "Söz", "Ekonomik Panorama", "Tempo", "Milliyet" ve atv’de çalıştı. Halen 32. Gün Haber Programı’nda yayın yönetmenliği yapan Rıdvan Akar, "Madalyon / Cumhuriyet’in Yabancı Tanıkları" ve "12 Eylül / Türkiye’nin Miladı" belgesellerini hazırladı (M. Ali Birand ve Hikmet Bila'yla birlikte).
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış
|
| Tüm Yazarlar |
|