|
Eskiyen Budalara Ne Oluyor?Kategori: Pencere | 2 Yorum | Yazan: Ercan Bekat | 07 Şubat 2009 00:02:00 Laos!.. Geçmişte "Lan Xang" (Million Elephants) diye bilinen bu ülke; Kamboçya, Vietnam, Çin ve Tayland gibi şu veya bu şekilde dünyaca bilinen, ünlü komşularının arasına sıkışmış küçük, dünyanın pek dikkatini çekmeyen, adı pek duyulmayan bir ülke.
300 yıllık savaş dolu tarihinden (Amman, Çin, Siyam, Fransa ve ABD’ye karşı) sonra sonunda barış içinde yaşamaktan hoşlanan bu mütevazi, fakir ülke, 1990’lardan beri dış dünyaya açılmaya başladı yavaşça. Fakat yabancı sermaye, yatırım yapmakta pek hızını almış durumda değil Laos’ta. Küreselleşme buralara ulaşmış değil henüz. Tarihe, dünyanın en çok bombalanmış ülkesi olarak geçmiş bu ülke (ABD – Vietnam savaşı sırasında), her yanıyla harika bir ülke benim için. Farklı, değişik, her köşesinde ilginç bir deneyimin yaşanabileceği bir ülke. Budizm’i ve komünizmi birleştirmiş; nüfusunun %40’a yakınını değişik kabilelerin oluşturduğu bu ülke, benim gibi insan fotoğrafları çekmeyi seven, değişik kültürlere ilgisi olanlar için bir cennet. Her yerde, “en az para harcayarak kim tatil yapacak” yarışına girmiş, ucuza tatil yapmak isteyen genç turistlerle - backpackerslarla dolu bir ülke. Ucuz olmasının yanı sıra, her türlü uyuşturucunun rahatlıkla bulunabilmesi, bu gençleri Laos’a çekmeye devam ediyor. Tabii ki bu gençler, Laos’un güzelliklerini keşfetmek yerine, kafa bulup, tembel günler geçirmeyi tercih ediyor. Zaman zaman bu gençlere katılıp keyif yapmanın harika bir fikir olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Özellikle yağmurlu havalarda, ciğerlerimi sigaranın yanı sıra başka dumanla doldurup, bir barda (sazdan bir kulübe demek daha doğru olur) uzun uzun, ertesi gün anımsamadığım muhabbetler etmek, köyün delikanlılarının aklına uyup, mangalda köpek eti yemek Laos tatilinin bir parçası açıkçası. Evet, köpek eti! Lezzetsizdi dersem de yalan olur valla! Lokanta diyebileceğim bu yemek yerleri, plastik sandalyeleri, sazdan yapılmış çatıları ile o kadar çekici değil. Köpek etini her yerde bulmak mümkün değil, sadece köpek eti satan lokantaların dışında. Laosluların hepsi yemiyor köpek etini ayrıca, bazıları eğer köpek eti yersen, ruhunun vücudunu terk edeceğine inanıyor. Sanırım bu inanç, eti yedikten 10, 15 dakika sonra tüm vücudu saran ve kısa süren ısı yükselmesiyle ilgili sanırım. Garip bir duygu, vücudunun ısısının birdenbire yükselmesi. Et yaşlanmış köpeklerden geliyor. Genç köpeklerin eti yavan oluyormuş. Eti mangalda pişiriyorlar ve bir tabakta birçok baharat ve salata görünümündeki değişik bitkilerle servis yapıyorlar. Lokantanın sahibi teyze pek ilgileniyor benimle. Daha önce köpek eti yiyen yabancı görmemiş. İstanbul’da, Şampiyon kokoreç’e götürdüğüm İngiliz arkadaşlarımı anımsıyorum. Onlardan bazıları yemiş, diğerleri yiyememişti kokoreç’i. Tabii ki yiyenleri daha çok sevmiştim Türk olduğum için sanırım. Laosluların da bana daha çok yakınlaştığını fark ediyorum köpek eti yediğim için. İlginç olansa, lokantada köpek eti yerken, muhabbet sırasında, yeni Laoslu arkadaşlarım bana bizim Türkiye’de değişik olarak yediğimiz ne var diye sorduğunda, ben de bizim beyin salatasından, kokoreçten ve koç yumurtasından söz ediyorum. Gördüğüm tepki sonucu gülmekten yerlere yatıyorum. Birkaç tanesi neredeyse kusacak duruma geliyor ben kokoreç, beyin salatası ve koç yumurtasından söz edince. Hayret içinde, dehşete kapılmış bir şekilde, “Nasıl yersiniz öyle iğrenç şeyleri?” deyip bir yandan da ellerindeki, mangalda pişmiş köpek bacaklarının üzerindeki eti kemirmeye devam ediyorlar!... Aşığım dünyamıza ve üzerindeki farklı kültürlerin farklılıklarına. Ama diğer anlamda aynılıklarımıza. Hepimiz kendi yaşam biçimimizin, dünya görüşünün normalliğine, doğru olduğuna o kadar takılıp kalıyoruz ki; farklılığı, farklı gelenekleri, inançları, yaşam biçimlerini, değişik yemekleri, görünce kafamız karışıyor, midemiz bulanıyor, dışlıyoruz bizden farklı olanı. Eğer normal olduğumuzu ispatlamak istiyorsak, başkalarının anormal olduğuna inandırıyoruz kendimizi. Yazık, çok ukalayız be… Laos halkının ucuzcu tatil yapan gençlerden kazandıkları para o kadar çok değil ama para harcayacak turistlerin pek yolu düşmüyor bu ülkeye, çünkü alt yapısı gelişmemiş bu fakir ülkenin, zengin turistlere alıştıkları rahatlığı sağlayamıyor ziyaretleri sırasında. Doğal olarak gelişmemiş altyapı, yabancı sermayenin azlığı, bu ülkenin eski, geleneksel yapısının ve doğasının bozulmamasına neden oluyor. Benim için bu ülkenin en güzel yanlarından biri bu doğal olarak. Tabii ki Laosluların benimle aynı görüşü paylaşıp paylaşmadığına emin değilim. Onlar da modern yaşamın getireceği rahatlık ve güzelliklerden (!) paylarını istiyorlardır. Laos’ta diğer ziyaret ettiğim ülkelerde olduğu gibi amacım o ülkenin insanlarını tanımak, onların yaşamına çok kısa bir süre bile olsa tanık olmak ve fotoğraflamak. Değerlerini, inançlarını, yaşam biçimlerini, gelenek ve göreneklerini anlamak. Ama bazen öyle yerlere denk geliyor, öyle ilginç doğa ya da insan ürünü sanat eserlerine, kültürlerin yarattığı eserlere denk geliyorum ki büyülenmemek mümkün olmuyor. Fotoğraf çekmek açısındansa bu denk geldiklerim, bir hazine gibi geliyor bana. Bu yazıda sözünü etmek istediğim, bu ülkede denk geldiğim onlarca ilginçlilerden, güzellilerden sadece biri. Bu güzellik ülkenin kuzeyinde bir yer. Söz etmek istediğim yer, Laos’un 1994’te UNESCO tarafından “Güney Doğu Asya’nın en iyi korunmuş tarihi şehri” ilan edilen Luang Prabang şehrine yakın bir yer. Ama söz gelmişken bu harika şehirden de söz etmeden geçemeyeceğim. Bana göre Laos’un ve Güney Doğu Asya’nın en güzel şehri Luang Prabang ve bunu düşünen sadece ben değilim. Fransız ve Çin yemeğinin karışımı mutfaklarının harika yemekler sunduğu (köpek etinin yanı sıra), şehrin her akşam kurulan “gece pazarı”nda akşam serinliğinde alışveriş yapmanın bir zevk olduğu küçük bir şehir. Her yerde tapınaklarda yaşayan, turuncu elbiseli Budist rahipler ve tabii ki Fransız koloni dönem mimarisinin ürünü binalar ve muhteşem Budist tapınalar bu şehrin “Tapınaklar Şehri” diye bilinmesine yol açıyor. UNESCO’nun tamamını koruduğu bu şehir bir açık hava müzesi. Luang Prabang’tan sayfalar dolusu söz edebilirim ama artık geleyim sözünü etmek istediğim yere, bu şehirden, nehir yoluyla 25 km falan uzaklıktaki “Pak Ou mağaraları”na. Pak Ou mağaraları, mağara olarak o kadar etkileyici değil. Dağın yamaçlarının nehre dik olarak indiği bir bölgede, biri nehir düzeyinde, diğeri biraz daha yukarıdaki iki küçük mağaradan oluşan bu mağaralar, bu civara yolu düşen turistlerin ziyaret etmelerinin önerildiği yerlerden bir. Gerçi uzun tekne yolculuğunu göze alamayan çok ve onu göze alıp, mağaraları o kadar ilginç bulmayan da çok ama ben bu mağaralara hayran kaldım. Bu mağaraların çekiciliği, Luang Prabang’ta ve civardaki diğer yerleşim bölgelerinde yaşayan insanların bu mağaralara getirip bıraktığı; evlerindeki, tapınaklarındaki eskimiş Buda heykelleri. Bu yıllarca süren birikim sonucu, mağaralar tıklım tıklım Buda’larla dolu. Eski, değişik boyutlarda Buda heykelleri, heykelcikleriyle. Harika bir görüntü, büyüleyici bir ortam! Oraya ulaşmak için, Luang Prabang’dan bir tekne ayarlamak gerekiyor. Tabii ki önce bizim Kapalıçarşı’daki esnaflar kadar acımazsızca pazarlık yapan tekne sahipleriyle uzuuuuuuuuuuuuun bir pazarlıkla başlıyor yolculuk bu mağaralara. Biraz daha fazla para harcayıp özel turlara da katılınabilir ama bu turlar mağaralarda kısa süre kalıyor ve keyfince fotoğraf çekmeye zaman kalmıyor. Üstüne üstlük bir koyun sürüsü gibi dolaşıyorsun mağaraları diğer turistlerle. Mağaralar çok büyük olmadığı için, Kapalıçarşı’dasın hissine kapılmakta var. Hiç de çekici değil yani! Anlaşıyorum sonunda bir tekneciyle. Genç bir delikanlı ve azıcık da olsa İngilizce konuşuyor, çok uygun. Uzun tekne yolculuğunu, nehir kenarındaki bir köye uğrayıp bölmeye karar veriyoruz, kısa bir mola olacak. Köy nehir kenarında ve koyun çocukları değişik boyutlardaki şişelere doldurdukları pirinç şarabını satıyorlar geçen teknelere. Yavaşça tezgahlardan birine yaklaşıyorum. O ne?!.. Şişelerde başka bir şey daha var şaraptan başka. Biraz daha yaklaşınca fark ediyorum ne olduklarını. Yılan, kocaman kırkayak, değişik boyutlarda kertenkeleler, …! Dün yediğim köpek etinin üzerine, içinde ölü yılan olan pirinç şarabı o kadarda kötü bir fikir gelmiyor bir an. Denesem mi? “Evet” diyor tekneci delikanlı gülümseyerek ve ne kadar güzel, güçlü bir şarap olduğunu anlatmaya başlıyor. Hiç de düşünüyormuşum kılığına girmeme gerek yok, şarabı alacağımı ve içeceğimi biliyorum ilk gördüğüm andan itibaren. Normal boyda bir şişeyi gözüme kestiriyorum, beyaz şarabı andıran, içine kıvrıla kıvrıla sıkıştırılmış kocaman bir yılan olan şişe hem de… Köyün çocuklarıyla koşuşturup biraz futbol oynadıktan sonra, tekneye dönüyoruz. Haydi bakalım nasılmış şu şarap? Hımmmm! Hiç de fena değil. Umarım bu şarap, bacaklarımı uyuşturup, kıçımı sızlatan, motordan gelen yoğun benzin kokusundan midemin bulandığı, kaynayan sıcak ve güneşten gözlerimin kamaştığı tekne yolculuğunu daha katlanılır bir hale getirecek… Haklıyım, yolculuğun ikinci kısmı ilkine göre daha katlanılır bir hale geliyor şarabı içmeye başladıktan kısa bir süre sonra. Hatta azıcık kestirdim sanıyorum ama emin değilim. Nehrin iki kenarındaki tarlalar, ağaçlar, yeşillikler, dağlar daha bir güzel gelmeye başlıyor gözüme. Bir yandan da “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar…” diye mırıldanıyorum. Oh be! Hayat çok güzel! Tekne mağaralara yaklaşınca, daha önce oraya ulaşmış diğer tekneleri ve kıyıdan mağaralara tırmanan basamaklardaki diğer turistleri fark ediyorum. O kadar kalabalık değil… Güzel! Üzerindeki turuncu renkli giysileri ile Budist rahipleri fark ediyorum mağaranın girişinde, diz çokmuş dua ediyorlar. Tekne kıyıya bağlanır bağlanmaz, basamaklardan çıkıp, mağaraya ulaşıyorum. Görüntü gözlerimi kamaştırıyor, büyüleyici bir ortam. Tabii ki içtiğim şarabın da mağaranın güzelliğini arttırdığını söylemem gerek. Ziyaret eden diğer turistler, Laoslular ve rahipler sessizce dolaşıyorlar mağarayı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi sesi duyulan tek turistler, bağıra çağıra konuşan Amerikalılar! Rahipler sessiz olmaları gerektiğini anımsatıyor Amerikalılara kibarca. Yüksek sesle “sorry” deyip, bağıra çağıra konuşmaya devam ediyorlar. Aaaaah! Amerikalılar! Neden kapatmazlar çenelerini!.. Neden anlamazlar ne kadar gürültü çıkardıklarını bu mağarada ve dünyada?! Uzun zaman harcıyorum ilk mağarada. Her heykelciği, her köseyi içime sindirmeye çalışıyorum. Bu eskimiş Buda heykelleri, heykelcikleri gerçekten çok etkileyici. Oturan, yatan, ayakta duran, değişik biçimlerde, renklerde, ölçülerdeki bu Budalar, Budist ziyaretçiler tarafından aralarına konmuş tütsülerden gelen ve bırakılan rengarenk çiçeklerden yayılan kokularla karışıp, mağaradan nehre doğru olan muhteşem görüntünün etkisi ile birleşip esrarlı bir hava yaratıyor. Mağaranın girişinde küçük bir gurup Budist ziyaretçi ve rahipler dua etmeye devam ediyorlar. İlk mağarayı bırakıyorum ve ağaçların arasındaki basmaklardan daha yukarıdaki ikinci mağaraya ulaşıyorum. Derin, daha küçük bir mağara. Elektrik yok, el fenerimle içeriye giriyorum. Mağaranın ıslak toprak kokusu, tütsülerin kokusuyla karışınca pek de çekici bir koku yaratmıyor olmalı ki ortalıkta Amerikalı turist yok. Harika, sessiz ve sakin içerisi. Amerikalıları kaçırtan bu kokuyu şişeleyip Iraklılara vermek güzel bir fikir olabilir. Bu mağaradaki Budalar daha küçük boyutlarda ve yüzlercesi mağaranın içine dağılmış durumda. Gerçekten ilginç bir ortam. El fenerimin ışığıyla inceliyor ve fotoğraflarını çekiyorum flaşla Budaların. Mağaraları geride bırakıp ayrılmak zamanı geldiğinde hüzünleniyorum. Bu mağaraların çok çekici bir yani var ve onları bir daha görüp göremeyeceğimi bilemiyorum. Daha da kötüsü, giderek yoğunlaşan turist ziyaretlerinin bu mağaraların güzelliğini ne kadar bozabileceğini düşünüyorum. Teknesini kiraladığım delikanlı son yıllarda gelen turistlerin ve diğer ziyaretçilerin Buda heykellerini çaldığını söylüyor. Umarım doğru değildir. Luang Prabang’a dönüyorum akşamüzeri. Pansiyonda duş alıp üzerimi değişikten sonra yakındaki bir lokantaya gidip güzel bir yemek yiyorum. Hayır! Köpek eti değil. En son köpek eti yediğimden beri, sokakta dolaşırken gördüğüm bütün köpeklerin gözlerindeki, “Sen benim kardeşlerimden birini yedin” diyen suçlayıcı bakışlarından etkilenmeyip, suçluluk duymamak çok zor!..
Yorumlarbaha
{ 08 Şubat 2009 06:40:00 }
evet bende o resimlerin yayinlanmasini isteyenlerdenim , gozumun onune binlerce budha bas larini getirip, isigin kirilmalarini ariyorum, umarim bu sayfalarda yayinlanir
sizlere guzel seyahatler diliyorum baha pars deniz kiz
{ 07 Şubat 2009 02:00:09 }
peki sevgili ercan bekat, bu cektiginiz magaralardaki buda heykellerinin fotograflarini gorme sansimiz olacak mi?
Diğer Sayfalar: 1. her birinin kimbilir ne hikayeleri olmustur? hayata nasil basladilar, nasil bir ailede nasil bir kosede, kimlerle gunlerini gecirdiler ve nasil bir yolculukla magaraya ulastilar. asla tahmin edemiyorum. bir laos'lu ozan anlatabilir belki... yaslanan ruhlar magarasi da var midir acaba, yorgun insan ruhlarinin dinlendigi... hay allah... cok hosuma gitti bu yolculugunuz, icindeki hikaye, ve anlatisiniz. iyi ki yazmissiniz. sevgiler, deniz kiz
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|